19 Mayıs 2025 03:14

Trump’ın Körfez turu: Normalleşme ve yağma gezisi

Trump, Körfez halklarının kaynaklarından milyar dolarlar yağmaladığı bu turda cebini doldururken Gazze soykırımı ise “kasıtlı bir siyasi sessizlikle” geçiştirildi.

Trump’ın Körfez turu: Normalleşme ve yağma gezisi

Fotoğraf: Suudi Arabistan Kraliyet Divanı

Yusuf Ertaş


Yusuf Ertaş


ABD Başkanı Donald Trump’ın Suudi Arabistan’dan başlayarak Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni kapsayan Körfez turu, Trump-Colani görüşmesi ve Filistin Nakbası’nın 77. yıl dönümü Arap basınında haftanın öne çıkan gündem maddeleri oldu. Trump’ın turu sonrası heybesinde yüklü paralarla ülkesine döndüğüne işaret edildi, Filistin meselesinin ve Gazze’de devam eden soykırımın “kasıtlı bir siyasi sessizlikle” geçiştirildiğine dikkat çekildi.

Trilyonları yağmalama turu

Trump, “tarihi” olarak nitelendirdiği turu boyunca Körfez ülkelerinden gelecek trilyonları riske sokmamak için özen gösterdi. İsrail’in adını anmaktan kaçındı. Arap liderlere methiyeler düzdü. HTŞ Lideri Muhammed Colani’yi (Ahmed Şara) “Genç, yakışıklı ve güçlü lider”, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ı “Harika bir dost ve güçlü bir lider”, Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamed al Sani’yi “Çok zeki ve stratejik bir lider”, BAE Devlet Başkanı Muhammed bin Zayid’i “Gerçek bir müttefik ve ileri görüşlü bir lider” olarak değerlendirdi. Rai Al Youm Yazarı Abdulbari Atwan “Trump’ın, ülkesinin ekonomik çöküşünü durdurmak ve 42 trilyon doları aşan kamu borcunu azaltmak amacıyla, mümkün olan en büyük miktarda trilyonları ‘yağmalamak’ için bölgeyi ziyaret ettiğine” işaret etti. Atwan, Netanyahu ile Trump’ın arasının bozulduğu iddialarının ise “abartılı” olduğuna ve Trump’ın Tel Aviv’i ziyaret edeceğine de değindi.

Normalleşme halkasını genişletme çabası

Filistin merkezli Maan News Yazarı Marwan Emil Toubasi, “Gazze, tarihin en karanlık sayfalarını hatırlatan katliamlarla dünyanın gözü önünde yok edilirken, Batı Şeria’daki mülteci kampları acımasızca yıkılırken, Donald Trump siyasi sahneye uluslararası dönüşünü Suudi Arabistan’dan başlayan bir Körfez turuyla yapmayı tercih etti” dedi. Toubasi, “ekonomik bir fırsat olarak pazarlanan bu ziyareti”, “İsrail’le normalleşme halkasını genişletmeye” yönelik bir hamle olarak değerlendirdi.

Colani ile görüşme

Başta Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar olmak üzere, birçok bölgesel etkin aktörün desteğini alan Colani’nin, Körfez turu sırasında Trump’la görüşmeyi başarması Arap basınında geniş yankı buldu. Colani olarak bilinen, Ahmed Şara’nın, “Ebu Bekir el-Bağdadi ve Eymen ez-Zevahiri’ye biat etmekle övünmekten Donald Trump’la tokalaşmaya” varan dönüşümüne işaret edildi. Lübnan merkezli En-Neşra Yazarı Maher El-Hatib Şara’nın geçirdiği bu dönüşümün farklı hedefleri olan, dışarıdan gelen cihatist/tekfirci güçleri tatmin etmeyebileceğine ve “Hâlâ aktif olan IŞİD’in onlar için yeniden cazip bir sığınak haline gelebileceğine” dikkat çekti.

Sorumluluğu Riyad ve Ankara’ya attı

Öte yandan görüşmenin, Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın bizzat katılımı ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “uzaktan iştiraki” ile gerçekleştiğinin altı çizildi. İki liderin Trump ile Şara arasındaki görüşmede yer alması, Amerikan Başkanının Suriye’deki olası olumsuz gelişmelerin sorumluluğunu bu iki ülkeye yıkması olarak değerlendirildi. El-Hatib, “Bu iki ülke adeta ‘kefil’ konumunda görülmekte ve Şara’nın önümüzdeki dönemde yerine getirmesi gereken görevlerin garantörü olarak değerlendirilmektedir” yorumu yaptı.

Nakba devam ediyor

Haftanın öne çıkan bir diğer gündemi de Filistin Nakbası’nın 77. yıl dönümü oldu. Trump’ın Körfez turunun Nakba’nın yıl dönümüne denk gelmesi, bunun bilinçli bir tercih olabileceği kuşkularına yol açtı. Nitekim ilk ziyareti de 2017 yılında, benzer bir zamanlamayla gerçekleşmişti. Bugün, İsrail tarafından Gazze’de sürdürülen soykırımı 2. nakba olarak değerlendirenler var, ancak genel eğilim 15 Mayıs 1948 tarihinde İsrail’in ilan edilmesiyle Filistinlilerin katledildiği ve yüz binlercesinin göçe zorlandığı Nakba’nın (Felaket), bugün Gazze’deki soykırım ile devam eden bir süreç olarak ele alınması yönünde. Lübnan merkezli Al Bina Yazarı Dr. Linda Gaddar “Nakba sadece bir tarihsel an değil; devam eden bir sömürgeci şiddet sürecidir. 1948’deki etnik temizlikle başladı, Gazze’ye yönelik kuşatma ve savaşlarla sürdü; bugün Kudüs ve Batı Şeria’da sessiz bir tehcirle devam ediyor” diye yazıyor.


Trump Riyad’da

Abdulbari Atwan
Rai Al Youm

ABD Başkanı Donald Trump’ın Suudi Arabistan’dan başlayıp Katar üzerinden Birleşik Arap Emirlikleri’ne uzanan bölge ziyareti öncesinde, medyada iki terim abartılı ve eşi benzeri görülmemiş bir şekilde kullanıldı:

Birincisi: Ziyaretin “tarihi” olarak tanımlanması. Oysa bu, Trump’ın yaptığı ilk ziyaret değil ve Trump, Suudi Arabistan’ın başkentini ziyaret eden ilk Amerikan başkanı da değil.

İkincisi: Trump ile stratejik müttefiki olan işgal devleti Başbakanı Benyamin Netanyahu arasındaki ilişkilerin bozulmasının abartılmasıdır. Oysa bu “bozulma”nın nerede olduğu belli değil; çünkü serbest bırakılan esir Alexander, Amerikalı olmaktan çok İsrailli ve siyasi ya da askeri açıdan hiçbir değeri yok. Buna ek olarak, iki adam arasındaki iletişim hiç kesilmedi ve Trump’ın Tel Aviv’e yapacağı ziyaret neredeyse kesin.

Trump, ülkesinin ekonomik çöküşünü durdurmak ve 42 trilyon doları aşan kamu borcunu azaltmak amacıyla, mümkün olan en büyük miktarda trilyonları “yağmalamak” için bölgeyi ziyaret ediyor. Bu hedefi gerçekleştirebileceği tek yer ise Körfez bölgesidir; Avrupa’daki müttefikleri değil.

İsrail milyarları Amerika’ya vermez, sadece alır. Tıpkı dev bombardıman uçaklarını, askeri teknolojiyi, korumayı ve Gazze Şeridi’ni, Batı Şeria’yı, Yemen’i ve belki de daha sonra Tahran ile Beyrut’u yok etmeye yetecek 2 bin kiloluk bombaları aldığı gibi. İşte bu nedenle Trump’ın mevcut turu, dikkat dağıtmak için İsrail’e uğramayı içermemektedir.

Bu ziyaret, Trump Gazze Şeridi’ndeki soykırım savaşını derhal durdurma emri verse ve Netanyahu bu talebi reddederse güç kullanmakla tehdit etse -tıpkı eski ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower’ın 1956’daki üçlü Saldırı sırasında Mısır’a yönelik yaptığı gibi- o zaman “tarihi” sayılabilirdi. Ancak biz bir toplum olarak Amerikan terimlerini tekrar etmeye ve Amerikalı liderleri ve ziyaretlerini abartılı biçimde karşılamaya bağımlıyız.

Trump Washington’a trilyonlarla, hediyelerle ve şirketlerine ait sözleşmelerle yüklü şekilde dönüyor. Netanyahu ise, Amerikan başkanlık uçağı Washington’a döner dönmez Gazze Şeridi’ne kapsamlı bir işgal ve istila ile dönecek. Durum tam da şu atasözünde olduğu gibi: “Kuşlar nasipleriyle uçup gitti” (Atı alan Üsküdar’ı geçti), geride ise Gazze, Batı Şeria, Yemen, Lübnan ve Suriye’deki İsrail’in soykırım savaşları, sınırsız Amerikan desteğiyle olduğu gibi kalmaya devam edecek.


Bağdadi’ye biattan Trump’la tokalaşmaya

Maher El-Hatib
En-Neşra/Lübnan

Başta Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar olmak üzere, birçok bölgesel etkin aktörün desteğini alan geçici Suriye Devlet Başkanı Ahmed el-Şara, Trump’ın Körfez turu sırasında onunla görüşmeyi başardı. Bu görüşmenin önünü açmak için daha önce, ABD’nin dikkatini çekecek bir dizi siyasi adım atmıştı. Bunların başında, gelecekte İsrail’le ilişkileri geliştirmeye açık olduğuna ilişkin mesajları ve Amerikan şirketlerinin Suriye’de yatırım yapabilmesine kapı aralayacak girişimleri geliyor.

Bu bağlamda, Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın bizzat katıldığı ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın uzaktan iştirak ettiği görüşmenin ardından Beyaz Saray’dan yapılan açıklamaları anlamak mümkün oluyor. Bu açıklamalarda, Trump’ın Ahmed Şara’yı İbrahim Anlaşmalarına katılmaya davet ettiği ve Washington’un terörist olarak sınıflandırdığı Filistinli grupların sınır dışı edilmesi çağrısında bulunduğu belirtildi. Buna karşılık geçici Suriye Devlet Başkanı, Amerikan şirketlerini petrol ve doğal gaz sektörüne yatırım yapmaya davet etti.

İlkesel olarak, eğer ki ABD ile iyi ilişkileri olan bölgesel ülkelerin desteği olmasaydı terör örgütlerine üyeliğiyle bilinen bir geçmişe sahip olan Şara’nın bu tür bir fırsata sahip olamayacağı açıktır. Özellikle, Şara’nın attığı bir dizi tavizkar adımın ardından Tel Aviv’in bu görüşmeye karşı çıkmadığı, hatta iki taraf arasındaki ikili görüşmelerin -İsrail’in tüm saldırılarına rağmen- başladığı bilinmektedir.

Bin Selman ve Erdoğan’ın Trump ile Şara arasındaki görüşmede yer alması, Amerikan Başkanının Suriye dosyasına, bu alandaki olası olumsuz gelişmelerin sorumluluğunu Suudi Arabistan ve Türkiye’ye yükleme yaklaşımıyla baktığının bir göstergesidir. Bu iki ülke adeta “kefil” konumunda görülmekte ve Şara’nın önümüzdeki dönemde yerine getirmesi gereken görevlerin garantörü olarak değerlendirilmektedir. Daha önce Washington, yeni Suriyeli yetkililere daima bir “test süreci” üzerinden yaklaşmakta, tutumunu atacakları adımlara göre belirlemekteydi.

Bu görüşmeden önce Suriye dosyasına ilişkin yapılan tüm açıklamalarda, ABD Başkanı Trump, Suriye’de yaşanan gelişmelerin sorumluluğunu Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yüklediğini vurguluyordu. Öte yandan İsrailli yetkililer ise Eski Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı deviren tarafın kendileri olduğunu her zaman ifade ediyorlardı. Trump ise, Ankara ile Tel Aviv arasındaki ilişkilerde yaşanan gerginlik sırasında, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun attığı adımları sınırlandırmak için bizzat devreye girmiş, Beyaz Saray’daki görüşmede Erdoğan’ın bir müttefik olduğunu özellikle vurgulamıştı.

Bu tablo, birçok kişi için tuhaf görünebilir; zira Ahmed Şara’nın geçmişte önce IŞİD’e, ardından el Kaide’ye bağlılığıyla bilinirken, bugün ABD Başkanı ile tokalaşması, özellikle de daha önce Arap liderlerini ABD’ye “haraç” ödemekle suçladıktan sonra bu noktaya gelmesi, oldukça çarpıcıdır. Ancak asıl mesele, bu dönüşümün Suriye’nin iç dengelerinde yaratacağı zorluklardır. Özellikle de yaptırımların kaldırılmasına yönelik karar, yeni yönetimin karşı karşıya kalacağı zorlukları azaltmak yerine artırabilir.

Bu bağlamda, yeni yönetim bugüne kadar birçok sorunun çözümünü bu yaptırımların doğurduğu sonuçlara bağlamıştı ve yaptırımlar kalkmadan harekete geçmenin mümkün olmadığını iddia ediyordu. Bu noktada, Ahmed Şara’nın bizzat kendisi de bu yaptırımları, komşu ülkelerdeki Suriyeli mülteciler dosyasını çözmenin önündeki en büyük engellerden biri olarak göstermişti. Ekonomik açıdan bugün dış yardımlara, özellikle kendisini destekleyen bölgesel güçlerden gelecek desteğe güvenebilir; fakat güvenlik açısından durumun bu kadar kolay olmayacağı ortada.

Bu doğrultuda, Ahmed Şara’nın bu zorlukla nasıl başa çıkacağına dair birçok soru işareti ortaya çıkıyor. Özellikle de kendisiyle ittifak halinde olan gruplar açısından, Şara’nın onları izlemeye karar verdiği yeni yola ikna etme çabası gerekecek. Bu, dış güçlerden -özellikle de “selefi cihadî” çizgide olanlardan- iktidarda kalmak için bir “meşruiyet” kazanma arayışının bir parçası. Ancak bu yeni yol, söz konusu grupların yıllardır taşıdığı tüm anlatıyı sona erdirecek nitelikte.

Sonuç olarak, en öne çıkan başlık büyük ihtimalle yabancı savaşçılar dosyasının nasıl ele alınacağı olacak. Zira onlara vatandaşlık verilmesi önerisi yeterli olmayabilir; çünkü bu kişiler Suriye’ye vatandaşlık kazanmak için bir ülke inşa etmeye gelmediler, bilinen kendi hedefleri vardı. Ve Şara’nın geçirdiği dönüşüm -yani Ebu Bekir el-Bağdadi ve Eymen ez-Zevahiri’ye biat etmekle övünmekten Donald Trump’la tokalaşmaya uzanan yol- onları tatmin etmeyebilir. Bu nedenle, hâlâ aktif olan IŞİD onlar için yeniden cazip bir sığınak haline gelebilir.


Yeni Ortadoğu’nun bedeli: Filistin

Marwan Emil Toubasi
Maan News/Filistin

Gazze, tarihin en karanlık sayfalarını hatırlatan katliamlarla dünyanın gözü önünde yok edilirken, Batı Şeria’daki mülteci kampları acımasızca yıkılırken, Donald Trump siyasi sahneye uluslararası dönüşünü Suudi Arabistan’dan başlayan bir Körfez turuyla yapmayı tercih etti; üstelik Filistin’i, laf arasında dahi olsa, hiç anmadan. Her gün katledilen bir halkın haklarına karşı duyulan derin bir küçümsemeyle dolu bu kasıtlı siyasi sessizlik, sadece Trump’tan gelmedi. Onu ağırlayan ve Filistin meselesini onunla birlikte görmezden gelen liderler de bu sessizliği paylaştı.

Ekonomik bir fırsat olarak pazarlanan bu ziyaret, bundan çok daha tehlikeli bir boyuta ulaştı. Trump’ın, Arap Baharı olarak adlandırılan sürecin başlangıcından itibaren Filistin davasını tasfiye etmeye dayanan “yeni Ortadoğu” vizyonu yeniden canlandırıldı. Bu vizyon, adalet ya da ırkçı sömürgeci işgalin sona erdirilmesiyle hiçbir ilgisi olmayan, İsrail’le normalleşme halkasını genişletmeyi hedefliyor. Bu proje, İsrail’in güvenliği ve yayılmacılığı ile Amerikan askeri-sanayi kompleksinin çıkarlarını güvence altına alan, bölgedeki bağımlı yönetimlerin iktidarlarını sürdürmesini sağlayan emperyal bir stratejik haritanın parçası olarak değerlendirilebilir.


Filistin Nakba’sı: Dün katliam, bugün anlaşma

Dr. Linda Gaddar
Al Bina/Lübnan

15 Mayıs’ta Filistinliler, Araplar ve dünyada adaletten yana olan herkes, Filistin Nakba’sının yıl dönümünde bir kez daha durup geçmişe bakıyor. 1948 yılında “İsrail devleti”nin ilan edilmesiyle başlayan bu felaket, Filistin tarihi topraklarının yüzde 78’inden fazlasının işgal edilmesi ve 750 binden fazla Filistinlinin evlerinden, köylerinden zorla çıkarılmasıyla sonuçlandı. Bu olay, 20. yüzyılın tanık olduğu en büyük etnik temizliklerden biri olarak tarihe geçti.

‘Halksız toprak’ yalanı

O dönemde yaşanan kanlı gerçekleri anlatmadan önce, siyonist hareketin temel propaganda söylemlerinden biri olan “Topraksız bir halk için halksız bir toprak” ifadesinin çürütülmesi gerekiyor. 19. yüzyılın sonlarından itibaren tekrar edilen bu slogan, Filistin’in boş ve sahipsiz bir toprak olduğu yalanıyla siyonist projeye sözde ahlaki bir meşruiyet kazandırmaya çalıştı.

Oysa tarihsel belgeler, Filistin’in hiçbir zaman boş bir toprak olmadığını açıkça gösteriyor. Filistin; şehirleri, köyleri, çiftçileri, balıkçıları, tüccarları, aydınları, edebiyatçıları, gazetecileri, okulları, kiliseleri ve camileriyle canlı bir coğrafyaydı. Osmanlı ve İngiliz belgeleri, 19. yüzyılın sonlarına dek Filistin’de yaşayanların yüzde 90’ından fazlasının Filistinli olduğunu ortaya koymaktadır. Yahudi göçleri ise, bu tarihten sonra yoğun Avrupa desteğiyle başlamıştır.

İngiliz mandasının sona ermesiyle birlikte Yahudi göçleri uluslararası destekle hız kazandı; özellikle İngiltere ve ABD bu süreci destekledi. 1947 yılında Birleşmiş Milletler, Filistin’in yüzde 55’ini Yahudi devletine ayıran 181 sayılı taksim kararını aldı. Oysa Yahudiler nüfusun sadece yüzde 33’ünü oluşturuyor, toprağın ise sadece yüzde 6’sına sahipti.

Filistinliler ve Araplar bu kararı bir inat uğruna değil, kendi topraklarında kendi kaderlerini tayin etme haklarını savunmak için reddettiler. Bu noktadan sonra taraflar arasında açık çatışma başladı. Siyonist silahlı çeteler -başta Haganah, Irgun ve Stern çeteleri- 10 Mart 1948’de Haganah tarafından ortaya atılan ve Filistinli sivil halkın sistematik biçimde yerinden edilmesini hedefleyen “Plan Dalet”i uygulamaya koyarak mümkün olduğunca fazla toprak ele geçirmeyi ve Arap nüfusu zorla göç ettirmeyi hedeflediler.

Gazze: Soykırım biçiminde devam eden Nakba

Nakba’nın üzerinden 77 yıl geçmesine rağmen, Filistinliler bugün Gazze’de trajedinin yeni bir perdesini yaşıyor. 17 yıldır abluka altında olan Gazze, 7 Ekim 2023’ten bu yana tam anlamıyla bir soykırım savaşına sahne oluyor.

Bu süreçte on binlerce sivil, çoğu kadın ve çocuk olmak üzere hayatını kaybetti. Altyapı tamamen yok edildi; hastaneler, okullar, üniversiteler, ibadethaneler hedef alındı. Ailelerin evleri ve mülteci kampları dahi bombalardan kurtulamadı.

Nakba sadece bir tarihsel an değil; devam eden bir sömürgeci şiddet sürecidir. 1948’deki etnik temizlikle başladı, Gazze’ye yönelik kuşatma ve savaşlarla sürdü; bugün Kudüs ve Batı Şeria’da sessiz bir tehcirle devam ediyor.

ABONE OL

Evrensel'i Takip Et