
Gül Köksal: Mülkiyete dayalı kentleşmeyle hesaplaşmak zorundayız
Kent nasıl ve kimin için dönüşüyor, bir başka yolu var mı? Mimar Gül Köksal sorularımızı yanıtladı.

Gül Köksal | Fotoğraf: Kişisel arşiv
Nisa Sude Demirel
[email protected]
İstanbul’un kentsel dönüşümü gündeme geldikçe yerlerinden sürgün edilen mahalleliler, gecekondu bölgelerinde yükselen gökdelenler yeniden hatırlanıyor. Depreme dayanıklı kentlerin inşasının yöntemleri tartışılırken bir yandan da bunların her birinin ranta kapı açar şekilde uygulandığı kolayca gözlemlenebiliyor. Bunun temelinde kentleşme pratiklerinin temel çelişkilere dayanması, kentleşmenin de son derece politik kararların alındığı bir alan olması yatıyor.
Peki bugün kent nasıl ve kimin için dönüşüyor, bir başka yolu var mı? Mimar T. Gül Köksal, Evrensel’in sorularını yanıtladı.
İstanbul’un bu zamana kadar nasıl kentleştiğini hepimiz az buçuk biliyoruz. Kentsel dönüşüm uygulamaları, yasal değişiklikler, kamusal alan talanları... Bugün iktidarın -başta İstanbul olmak üzere- kentleşme politikalarının önceliği nedir, kent ‘kimin için’ planlanıyor?
Türkiye’de 2000’lerin başından bu yana iktidarın kentleşme faaliyetinin lokomotifi olarak İstanbul’u tariflememiz mümkün. Çünkü mega projeler denilen büyük ölçekli/bütçeli uygulamaları, kent toprağının sermaye lehine dönüşümünün en çarpıcı örneklerini İstanbul’da görüyoruz. Tabii bu süreç doğrudan 2000’lerde de başlamadı. Tarihsel izlek de 1980’lerde neoliberal küreselleşme olarak ifade edilen ve dünyada süregiden politik-ekonomik dönüşüm, Türkiye’de de uluslararası etkileşim ile kendine yer buldu. Zaten AKP’nin 2000’lerden itibaren aktif bir konuma geçmesine de bu siyasi zemin etken oldu.
‘Kentleşme sermayenin farklı kliklerinin iş birliği ile sürüyor’
Kentleşme politikası da bu politik düzlemden ayrı akmadı, halen de akmıyor. Hatta doğanın yapılı çevreye dönüşümü ve mevcut yapılı çevrenin sürekli yıkılıp-yeniden inşası biçiminde süregiden bu politika, kentsel üretimin kompleks etkisi bağlamında, altyapı/üstyapı ilişkisinden de öte bir durumu işaret ediyor. Kentleşme sermaye birikimi lehine, mülksüzleştirme, sömürgeleştirme, yerinden etme, soylulaştırma, borçlandırma gibi eylemlerle ilerlerken, sermayenin siyasal İslam ve burjuva aktörleriyle görünürde çatışmaları ancak yer yer ortaklaşan iş birliği de sürüyor.
Kent planı kim için dersek de, toplumsal tabakalanmanın en tepesi lehine süregiderken, sınıfsal olarak işçiler, emekçiler, öğrenciler gibi toplulukların dikkate alınmadığı, hatta onlar lehine mekan üretimi yapması gereken kurumsal yapılanmaların da (bakanlıklar vb.) mevcut politik atmosferde görevlerini yerine getirmediklerini görüyoruz.
Bugün kentleşme politikalarının temelinde yatan çeşitli öncelikleri kendi gündelik yaşamlarımızda, kentte nasıl gözlemliyoruz?
Örneğin kamusal alanların gündelik yaşamda ihtiyaç duyulan kullanımının nasıl engellendiğine veya pasivize edildiğine bakalım. Deprem gibi doğal olaylar veya insanların sokaklarda, meydanlarda bir araya gelmesinin izne tabii olması, bu müşterek alanların “izinsiz” kullanımlarının kolluk kuvvetlerinin baskısına gerekçe olması, kentin açık alanlarının aslında açık değil, bir denetim-gözetim alanı, kapatılmış alanlar olduğunu gösteriyor.
‘Kentler mübadele değerine teslim edildi’
Kıyıların, parkların neredeyse hiç para ödemeden kullanılamaması, tarihi alanların ticarileşmesi, “boş zaman” denilen vaktin geçirilebileceği yerlerin kısıtlı olması, kendimizi gerçekleştireceğimiz alanların sınırlılığı, sağlıklı/güvenli/nitelikli bir barınma ihtiyacını karşılamaktan gitgide uzaklaşmamız gündeliğin sıradanlaşan örnekleri.
Esasen kentin kullanım değerini, mübadele değerine teslim eden ve kentliyi müşteri gibi gören ve de makbul bir yurttaşa dönüştürmeyi arzulayan bir kentleşme politikasının tezahürlerini gündelik hayatta türlü ortamlarda yaşıyoruz.
‘Batı’nın kentleşme pratikleri bizim için geçerli olamaz’
Peki bugün yurttaşları deprem korkusundan arındıracak, kenti çoğunluk için insanca yaşam koşullarına uygun hale getirecek politikalar mümkün mü? Bunun için mevcut kentleşme politikalarının perspektif olarak hangi unsurlarını değiştirmek gerekir?
Tabii mümkün. Ancak bunun için öncelikle bir paradigma değişimine ihtiyaç var. Şöyle ki, mülkiyete dayalı, sermaye birikimiyle hesaplaşmayan, sınıfsal ayrımı yeniden üreten, bir takım aklama (-washing) yaklaşımlarıyla dirençlilik, esneklik üreterek sadece sistemsel sorunların yerini değiştiren veya krizleri sakinleştirmeye/dengelemeye çalışan, insan türü odaklı, cinsiyet-etnik-…Ayrımcılık yaratan bir kentleşme politikası bizi başka bir kentleşmeye götürmez. Hele de küresel kuzeye veya erken kapitalistleşmiş Batı’ya öykünen bir kentsel planlama anlayışı, bizimki gibi coğrafyalar için hiç geçerli olamaz. Hepsinin ötesinde bir kent tahayyülünü, radikal bir eleştirellikle ele alan ve bu söylemi eyleyecek bir praksise ihtiyaç var.
‘Birlikte kurmanın yolunu aramalıyız’
Bu tarz kentleşme politikalarının örneklerini tarihte, Türkiye’de ya da başka coğrafyalarda görüyor muyuz?
Elbette. Geçmiş veya yaşayan örnekleri, kendi bağlamında bir deney olarak çokça görüyoruz. Kapitalist kentleşme içinde de sistemin iyileştirme derdinin ötesine geçen, devrimci yerel yönetim girişimlerinden, farklı toplulukların deneysel heterotopyalarına, küresel kuzey veya güneydeki kentlere veya Sovyet bloku dönemi gibi antikapitalist kentleşme girişimlerine, yaşayan bir süreç Küba’ya, Kürt coğrafyasında Rojava gibi örneklere değin çokça üretim var.
Başka bir kent politikasını uygulanır hale getirmek için yurttaşlara, şehir plancılarına, mimarlara düşen nedir? Ne talep edeceğiz?
Saydığım bu örneklerin de ötesinde, bugünün kentsel devrimini kuracak olanlar olarak, başka bir kentleşmenin tahayyülünü inşa edebilmek için, mesleki disiplinlerin sınırlılıklarının ötesinde hareket etmek gerekiyor. Bürokrasiye olduğu gibi, teknokrasiye de yetkiyi devretmek değil, birlikte kurmanın yeni bir yolunu üretmekten söz ediyorum. Bunun için “radikal kent hakkını” birlikte düşünmekle işe başlayabiliriz.
Evrensel'i Takip Et