
Mücella Yapıcı: Gezegenimiz gayrimenkul alanı değildir
Kentte mülkiyet alanları çoğaldıkça çarpıklık büyüyor. İstanbul’un yıkımının nasıl döşendiğini Yüksek Mimar Mücella Yapıcı anlatıyor.

Fotoğraf: Meltem Akyol
Nisa Sude Demirel
[email protected]
Bugün İstanbul’un nasıl depreme dayanıklı hale geleceği tartışmalarında genelde milat, bugün olarak çiziliyor. Ancak İstanbul’un çarpık kentleşmesi uzun bir sürecin sonucu. Barınma sorunlarının çözülmemesi, kentte gecekonduların inşası, yerinde gökdelenlerin uzayışı, bizzat hukuki süreçler aracılığıyla sermayeye kaynak atarımı, mega projeler... Mimar Mücella Yapıcı, Osmanlı’dan bu yana İstanbul’un kentleşme tarihini, dönüşümün kilometre taşlarını anlattı.
Önce daha genel bir soruyla başlasak, İstanbul’un tarih boyunca maruz kaldığı kentsel planlamaların değişimi nelerden etkilendi? Bu politikaları etkileyen başlıca faktörler nelerdi?
İstanbul’un depreme karşı dayanıksız hale gelmesinde bir dizi sosyoekonomik, yönetsel, sosyopolitik, yapısal bir sürü etken var. Ama bana sorarsanız bu etkenlerin en başında, seçilen sosyoekonomik politika geliyor. Bu elbette sadece Türkiye’ye bağlı değil. Uluslararası sermayenin, kapitalizmin, birtakım yol makasları var. Örneğin neoliberal sisteme geçiş, birtakım dünya savaşları, krizler dünyadaki kapitalizmin seçimini değiştiriyor. Bunlar doğal olarak kentsel politikalara ve devletlerin planlama politikalarına yansıyor. Bunların tümü küresel sermayenin ya da kapitalizmin bizim gibi ülkeler için veya kendisi için seçtiği yeni büyüme teorilerine bağlı. Buraya çok girmeyelim, zaten bu maddenin tabiatı.
‘Kent topraklarının özel mülkiyeti en temel sorun’
Kentleşme tarihini biraz geriye çekersek, Osmanlı’da ve geçiş sürecinde kent politikaları açısından ne görüyoruz?
Osmanlı’da ciddi ipuçları var. Osmanlı, aslında yerleşme ve inşa etme konusunda yeteneklerini geliştirmiş değil. Daha çok göçlerle, savaşlarla ilgilendiği için bütün kentleşme ve mimarlık işlerini Ermenilere bırakmış. Mimar Sinan bile bir devşirmedir örneğin. Anadolu’nun kadim kültüründe coğrafya ile uyumlu bir kentleşme ve yerleşme görürüz. Şimdi şunu belirtmemiz lazım, bizim kentlerimizi sağlıklı planlayamamamızın bir nedeni de toprak üzerindeki mülkiyettir. Aslında biz bu konuda son derece şanslıydık. Çünkü Osmanlı’dan cumhuriyete geçerken kent topraklarının çoğu miri mülkiyet, elbette vezirlere filan toprak verilmiş ama genel olarak topraklar Osmanlı’ya ait. Yani sağlıklı kentleşmeye uygun bir arazi yapısıyla işe başlamışız.
Bunu söylüyorum çünkü çok önemli. Bırakın sosyalist ülkeleri, kapitalizmin babası ülkelerde, İsrail’de, İngiltere’de kent topraklarında özel mülkiyet yoktur. Toprak ortak mülkiyettir, siz ancak üstündeki yapıda mülkiyet sahibi olabilirsiniz. Bu da kent topraklarının doğru bir planlamayla düzenlenmesine imkan verir.
Peki bu kent politikalarında kırılmalar nereden başladı, İstanbul sonraki süreçte nasıl yapılaştı?
Savaşlar, göçler, aşırı nüfus hareketleri direkt olarak planlamayı etkiler. İlk imar affı, 1948’de gecekondulaşmayı önlemek için önce Ankara’da başlıyor, 1949’da bütün ülkeye yayılıyor. Bu yıllarda dünyada, otomotiv sektörünün ciddi bir şekilde üretime başladığını görürüz. Onun için bütün dünya kara yoluna dayalı bir kentleşmeye giriyor. Bizim depreme dayanıksız hale gelişimiz de asıl olarak 1950’lerden başlıyor.
‘Sanayideki dönüşüm kent planlamalarını altüst etti’
Tabii bunu ’50’lerden biraz önceye de alabiliriz. Çünkü o sırada Marshall yardımları vs. ile birlikte alınan en önemli karar özel sektörün sanayiye girmesi. Sanayinin lojistik rahatı için, sanayide özel sektörün maliyetini azaltmak için cumhuriyetin o dengeli planlamasından çıkılıyor.
Örneğin öncesinde işçilerin konut sorunları lojmanlarla çözülüyordu. Hatta İzmir İktisat Kongresinde Amele Cemiyeti temsilcisi, “Her kim bir sanayi tesisi açacaksa çalışanlarının konut sorunlarını çözmekle yükümlüdür” diyor. Ancak1950’lerde kentsel planlar altüst ediliyor. Marmara Bölgesi’nde sanayinin teşviki ile gelen büyük bir göç var. Bu dönemde işçilerin bir kısmı dere yatağı vs. gibi yerleşmeye uygun olmayan yerlere, bir kısmı ise 1 Mayıs Mahallesi gibi (Şimdiki adıyla Mustafa Kemal Mahallesi) çok iyi yerleşme alanlarına yerleşti. Bu sanayinin çok işine geldi, çalışanlarının konut sorununu çözmekten kurtuldu. Aslında konut alanları, iş gücünün yeniden üretildiği yerlerdir. Sermaye o zaman bile bunun farkındaydı. Ortaya çıkan işçi havzalarında işçiler birlikte yaşadığı için işçi hareketinde de büyük bir yükselme, bilinçli bir işçi hareketi ortaya çıktı o dönem. Biz ne zaman bir ekonomik ya da demokratik dönüşüm geçirirsek mutlaka onun altında bir imar meselesi vardır. Ben hep Türkiye’nin imar tarihi demokrasi tarihi ile eş değer gibidir derim.
İşçi sınıfı mülk sahibi yapılarak mülksüzleştirildi
Bu gecekondu yerleşmeleriyle ‘Mücadele edildiği’ çok defa söylendi, söyleniyor. Gecekondu bölgeleri İstanbul’un genel yapılaşmasını nasıl etkiledi?
1960’larda gecekondu alanlarında altyapı gibi birtakım problemler ortaya çıkıyor ve örnek almamız gereken bir yasa olan 775 sayılı Gecekonduyu Önleme Kanunu çıkarılıyor. Orada diyor ki, belediye ve merkezi idareler dar gelirli ve yoksullara sosyal konut yapmak ve kiralamak zorundadır. Bu yasa biraz uygulandı, bazı iyi örnekler de sayabiliriz. Ama 1970’lere doğru küresel kapitalizmin ideologları, mesela (Milton) Friedman diye bir adam çıktı ortaya. Bu arada dünya sanayisi Fordizmden, refah devletinden vazgeçti. Dedi ki ‘Biz ucuz iş gücü alanlarına yollayacağız üretimi, bir de çok önemli lojistikten para kazanacağız.’
Tabii bir yandan da burada bir işçi sınıfı ve hareketi var, 15-16 Haziran olayları var. Sermaye buna bir önlem alacaktı elbette, bizim aklımıza gelmeyeni yaptılar: İşçi sınıfını mülkiyet sahibi yaptılar.
12 Eylül, talanıyla geldi
Önce bu gecekondu alanları için imar affı çıktı. Sonra imar iskan planları yapıldı, kaçak yapı vs. aldı başını gitti. Sosyal güvencesi olmadığı için de işçiler bu durumu kabul etti. Çünkü siz bir toplumu sosyal güvencesiz bırakırsanız insanlar sosyal güvenceyi bir konut edinmekte, bir kat daha ilave edip onu da kiraya verip geçinmekte bulur. Böylece işçi sınıfı borçlandırılarak, konut meselesiyle sistemin devamına entegre edildi.
Ancak zamanla ‘Üç kat vereyim, beş kat alayım’ yollarıyla bu imar aflarının çıkarıldığı hazine mallarımız, gecekondu halkımızın ve yoksullarımızın aracılığıyla holdinglere evrildi. Mesela bir örnek Sabancı’nın ikiz gökdelenleridir. Oranın altı gecekonduydu. Önce orası afla 400’er metrekare mülkiyetlendirildi; daha sonra Sabancı burayı çok ucuza aldı, üstüne de gökdelen dikti. Bütün bu süreç sermayenin dönüşümünün kente yansıması ve yoksulluğu kullanmasının ürünüdür.
Devam eden göç ve 1980 darbesi sırasında kentleşme açısından nasıl bir tabloyla karşılaşıyoruz?
12 Eylül’den sonra biz demokrasi ile uğraşırken bir baktık ki Kıyı Kanunu (1984), Turizm Teşvik Kanunu gibi kanunlar çıkarılıyor. Bir yandan 24 Ocak kararları uygulamaya koyulurken bir yandan da yabancı sermayenin yatırım alanlarının üzerindeki hukuksal pürüzler temizlendi. Çünkü bu sırada bir turizm sermayesi vardı, büyük oteller yapılmak isteniyordu. Swiss Otel gibi büyük otel zincirleri bu şekilde ortaya çıktı. Biz o dönem bununla mücadele ediyorduk ama bu kanunların anayasaya aykırılığını iddia edemiyorduk örneğin, çünkü suçtu bu. Yine 1980’lerde Dalan yıkımları başladı, Tarlabaşı ve Haliç yıkıldı. 1980 sonrasında iş çığırından iyice çıktı diyebiliriz.
’99 depremi öncesinde ‘mega proje’leri duymaya başladık’
1990’larda da göç durmadı elbette. Peki gelenler nerelere yerleşti? Bu defa kentte yapılaşma yasağı olan yerlere yerleştiler. Çünkü imarlı bölgelerde her yer mülkiyetlendirilmişti zaten. Okmeydanı ortaya böyle çıktı mesela, ya eski gelenlerin yerleştiği yerlere kat çıktılar (Bu çok makuldü çünkü siyaset de buradan beslendi) ya da dere yatağı gibi imar alanı olmayan bölgelere yerleştiler.
Tam bu sıralarda bir de Gölcük depremi var aslında...
Biz 1999’da yeni bir terimle karşılaştık: ‘Mega proje.’ 1999 depreminden üç ay önce Ali Müfit Gürtuna (1998-2004 arası İBB Başkanı) ‘Bundan sonra artık mega projelerle idare edeceğiz... Güneyden kuzeye açılan yeşil koridorlar...’ filan dedi. Biz buna şaşırdık çünkü bugün Kanal İstanbul’u konuştuğumuz alanda ve kuzeyde Fatih Sultan Mehmet’ten beri yapılaşmak yasak! Biz mega projelerle uğraşaduralım, bir yandan gecekondu ağı da büyüyor. Yani kent çarpık bir yapılaşmayla yükseliyor.
Yani İstanbul bir ekümenopolis haline geldi. Çünkü bu dönemlerde, küresel sermaye kentleri de kendini satmak ve pazarlamak zorunda olan bir şey olarak görmeye başladı. Doğa da kentsel çevre de metalaştı. Yani kent sanayinin hem öznesi oldu hem de nesnesi haline geldi.
‘AKP’yle beraber yağma planları tam olarak uygulanabildi’
Peki AKP’li yıllar? Son 22 senede biz ne gördük, AKP’nin kentsel planlama bilançosu nedir?
Bu yukarıda anlattığımız planlamalar (özellikle de ‘kentsel dönüşüm’ alanında) zaten 1980’lerden beri yapılıyordu, ancak her yasa geçemeyebiliyordu. Sonra AKP tek başına iktidar oldu...
Bu dönemde örneğin 2004’te dar gelirlilere konut üretmekle mükellef arsa ofisleri TOKİ’ye bağlandı. 775 sayılı Kanun’da yapılan değişiklikle gecekondu ve iskan müdürlüklerinin varlıkları TOKİ’ye devredildi. Biz bunun sonucunu en iyi Fikirtepe’de gördük, eskiden gecekondu sağlıklaştırma alanı olarak seçilen Fikirtepe’de bir şehir yükseldi.
Ondan sonrası artık bir rezalet. En önemli noktalardan biri kamusal denetimin ticarileştirilmesi. Kamunun yani TOKİ’nin yaptıkları hiçbir şekilde denetime tabi değildi. Örneğin Alibeyköy’de sel için afet konutu planlamıştım. Benim o gün kayma potansiyeli nedeniyle yapı yasağı koyduğum yerde bugün TOKİ’nin konutları var.
‘Kentler pazarlandı’
O sırada Recep Tayyip Erdoğan’ın bir lafı vardı, “Ben adeta pazarlamakla mükellefim” dedi. Bir bakıma haklı çünkü küresel kapitalizm böyle tarif ediyor. ‘Marka kent’lerle beraber kent, kültür, doğa sermayenin emrine sunuldu. Bunun kanunları oluşturuldu. 2005’te Gayrimenkul Emlak Fuarı’na çıktık biz İstanbul’u satmak için. İlk defa ‘port’ projelerini duyduk. Galataport, Haliçport… Ondan sonra tarihi bölgeler de satılmaya başlandı. Sulukule, Tarlabaşı’da şu anda yıkık dökük duran binaları acele kamulaştırmayla el koyarak büyük sermayeye aktardılar. Daha sonra Van depremi oldu. Deprem olur olmaz 6306 sayılı Yasa çıktı. Rezerv alan, riskli alan terimleriyle bugüne geldik.
2002 öncesinde çizdiğimiz tabloyla AKP’li yıllar arasında bazı farklılıklar var mı peki?
Bu noktaya gelme nedenlerimizden biri, kentsel yağmanın artık bizzat planlar vasıtasıyla yapılıyor olması. Örneğin 2001-2005 arasını kapsayan 8. beş yıllık kalkınma planında “Hukuken gerekli düzeltmeler yapılacak” deniyor. Bununla yabancı sermayenin kentlere gelmesine engel olan her şey kaldırılacaktı. Onun için şirket gibi çalışan kalkınma ajansları kuruldu, onlara plan yapma yetkisi verildi. TMMOB iptal ettirdi bunu. Bütün tarihi alanlarımız, bütün doğal alanlarımız, bütün dere etaplarımız, hatta havaalanlarımız her şey yağmalandı. Olası bir İstanbul depreminde en çok kullanacağımız Atatürk Havalimanı kapatıldı, hiç olmayacak bir yere üçüncü havalimanı yapıldı. Kentin içindeki bütün hastaneler rant bölgelerinde oldukları için -Çapa, Cerrahpaşa- çöküntüye bırakıldı.
‘Her yıkım burjuvazi için kâr’
Bir diğer nedeni ise müteahhit sistemi. Yıllardır bu ülkenin mimarları, TMMOB’si, hatta 775 sayılı Yasa’sı kentleşme sorunumuzun nasıl çözüleceğinin finansını bile tarif etti. Ama müteahhidin kârını arttırmak için biz binalara katlar veriyoruz. Eskiden belediyelerin beton şantiyeleri vardı örneğin, müteahhit kârı aradan çıkarılamaz mı?
Binaları sağlıklaştırmanın tek yolu yıkıp yeniden yapmak değildir. Asıl olan çevrenin ve kentin depreme dayanıklı hale getirilmesidir. Yani bir kentin depreme dirençli hale getirilmesi sadece oradaki yapı stokunun yenilenmesi ile ilgili değil. Bu kadar çılgınca yapı üretimi -yani yıkalım yapalım fikri- bize Yenikapı ve Maltepe gibi son derece kritik ve tehlikeli dolgu alanları olarak döndü.
Her yıkım sermayeye kâr olarak dönüyor. Trump Filistin için söyledi; “Gayrimenkul alanıdır” dedi. Bugün öyle, ancak gezegenimiz ve kentlerimiz gayrimenkul alanları olamaz. Kent toprakları da özel mülkiyete konu olamaz.
Evrensel'i Takip Et