Sefalet zammının gölgesinde: TÜPRAŞ ve Koç gerçeği
Ali Koç Fenerbahçe için milyonlarca avro akıtırken TÜPRAŞ işçilerini yoksulluk sınırının altında bir ücrete mahkum bırakıyor.

Fenerbahçe SK YouTube kanalından alınan ekran görüntüsü
Erdal Eren KARACA
İstanbul Bilgi Üniversitesi
Geçtiğimiz hafta, Türkiye işçi sınıfının gözü kulağı “İş ekmek yoksa barış da yok” sloganlarıyla direnişini sürdüren TÜPRAŞ işçilerindeydi. İşçiler; insanca yaşanacak ücret, ölümcül çalışma koşullarına karşı işçi sağlığı ve güvenliği talepleriyle sermayenin koçbaşına karşı, grev yasaklarına ve patron dayatmasına rağmen “bıçak kemiğe dayandı, yeter!” nidalarıyla eylemlerine devam ettiler.
TÜPRAŞ, “Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşu” unvanına sahip olmakla beraber, işçi başına aylık 608 bin lira kâr elde etmesiyle en yüksek kârlılık oranına sahip şirkettir. 2024’ün ihracat şampiyonu olan TÜPRAŞ, toplam 18,3 milyar TL kâr etmesiyle de biliniyor. Tüm bu açıklanan oranlara rağmen işçilere reva görülen bu sefalet hayatı, işçilerin sırtından zenginleşen Koç’a karşı direniş ve mücadelenin yolunu işçiler için aydınlatmıştır. Bir gece yarısı operasyonuyla sendika yöneticilerinin işçilerden habersiz imzaladığı toplu sözleşme, “Şimşek programı”na uygun vaziyette işçilere dayatılmaya çalışılsa da işçiler, ek protokol talebi ile birlikte hem Koç’a el pençe divan duran iktidara karşı hem de işçinin sırtındaki kambur sendikal bürokrasiye karşı mücadelelerini sürdürdüler.
İşçilere dayatılan sefalet zammını daha iyi görebilmemiz için TÜPRAŞ’ın sahibi Koç Holding’in Yönetim Kurulu Başkan Vekili ve Fenerbahçe Başkanı Ali Koç’a bakmak gerekecek. Ali Koç, bildiğiniz gibi Fenerbahçe Spor Kulübü’nün başkanlık koltuğunda 2018 yılından beri oturuyor. Fenerbahçe, geçtiğimiz 7 yılda milyonlarca avro para harcamasına karşın futbolda bunun hakkını verebilecek düzeyde sportif başarılar elde edemedi. Başarı elde edemediği gibi bu uğurda yaşı kemale ermiş onlarca futbolcuyu milyonlarca avroya transfer etti. Hal böyleyken sportif başarının geldiği bir senaryonun bile doğru yol olup olmadığını sormamız gereken sorulardan yalnızca biri.
“Cehennemden öte”
Tüm bunları anlatmaya başlarken öncelikle Türkiye’deki futbol iklimini konuşarak başlayalım; iktidarın bir mücadele alanının dışına çıkarmak istediği futbol ve taraftarlık kültürü. İktidar bunu yalnızca mücadele alanının bir parçası olmamakla da kurgulamıyor. Aynı zamanda mafya tarzı yapılanmalar da bunun içinde aktif olarak rol oynuyor. Taraftarların ve tribün kültürünün ise patronların, kulüp yönetimlerinin karşısında hizaya geçmesini istiyor. Türk futbolunda dillere pelesenk olan “futbolun paydaşları” toplamı ise siyasetin güdümünde olan araçlardan ibaret. Gazetecileri dövmeye kalkan futbolcular, hakemlere yumruk atmakla yetinmeyenler, tribünlerde ırkçı-şovenist söylemlerde bulunanlar, bahis çetelerinden medet umanlar, fon vurguncularına sırtını yaslayanlar, kara para aklayanlar… Tüm bunları Türkiye’deki mevcut sosyo-ekonomik tablodan neden ayrı görmememiz gerektiğini anlatıyor aslında bize. Siyasal iktidarın dayatmalarından taraftarların ve futbol ikliminin de nasibini alıyor oluşu, kitlelerin gözünü kör etmekle kalmıyor, aynı zamanda bir nefret tohumuna dönüşüyor. John McManus ise kitabında şöyle tarif ediyor Türkiye’deki futbolu: “Cehennemden Öte.”
İşçinin sırtından edindikleri milyonlar
Spor yöneticiliği ise tüm bunların yanında burjuvazi için bir duvar görevi görüyor. Ali Koç’un Fenerbahçe başkanlığına aday olma sürecinden bu yana toplum içinde sorulan en önemli şey şu: “O kadar parası var, peki ya niye Fenerbahçe başkanlığı?” Türkiye’deki tüm kulüp yöneticilerinin bu işi “karşılıksız bir sevda” bağlamında, bir Kemal Sunal filmindeki gibi “damarlarımı kesseniz kanım sarı-kırmızı/sarı-lacivert akar!” söyleminden ibaret olmadığını bilerek yola çıkmak gerekir. Milyonlarca taraftarı olan kulüplerde oturdukları koltuklar onlara bir çıkış yolu sağlıyor. Doğrudan olmasa da dolaylı olarak, bu çıkış yolunu geçtiğimiz yıllarda hayatımıza giren bir kavramla ilişkilendirmek doğru olabilir. Bu kavram “sportswashing” yani “sporla aklama”. Bu terimi, sporun politik amaçlar uğruna kullanılması olarak açıklayabiliriz. Ali Koç’un Fenerbahçe başkanlık koltuğunda tam anlamıyla politik amaçları doğrultusunda oturduğunu söylemek doğru değil, ancak neoliberalizmin günümüz Türkiye’sine yansımalarından biri de “imaj düzeltme” çabasıdır. Ali Koç’un Fenerbahçe başkanlık makamında oturmasını bu imaj düzeltme çabası çerçevesinde değerlendirmeliyiz. Harcanan milyonlar ise “Koçgiller”den gelen sözde sponsorluklardır. Dünyada reklamcılığın geldiği son nokta ayrı bir tartışma konusu olmaya müsait, ancak burada değinmek istediğim konu tam olarak şurası: TÜPRAŞ’ın Fenerbahçe’ye sponsor olması, onların kurumsal kimlikleri açısından bir pazarlama metodu değil. Sadece Ali Koç’un Fenerbahçe’nin başkanı olması sebebiyle kulübe akıtmak istediği milyonlar. Bu milyonlar ile birlikte Koç’un TÜPRAŞ işçilerine dayattığı sefalet zammı, konfor alanı içerisinde perdelenmek, görünür kılınmamak isteniyor.
Burjuvazi için sömürüyü gizleme çabasını da sadece Koç-TÜPRAŞ-Fenerbahçe üçgeninde değerlendirmemek gerekir. Sömürüyü makul kılmak, bunun yollarını arayan burjuvazi için bu tür sponsorluklardan geçiyor. Eczacıbaşı’nın İKSV üzerinden kurduğu sponsorluklar, NBA’deki sponsorluk sistemleri gibi verilebilecek birçok örnek, sömürünün nasıl milyarderlerin konfor alanlarında mevcut olduğunu gösteriyor.
“Cehennemden öte” olarak tabir ettiğimiz Türkiye’deki futbol yapılanması içinde yaratılan düşmanlık iklimi, “başarı” için her yolu mübah görmekten öteye gitmeyen bir düşünceyle beraber ülkedeki futbol endüstrisinin gerçeklerine tamamen aykırı olarak harcanan paraların nedenini anlamlandırma çabasının önüne geçiyor. Burjuvazinin emeği değersizleştirdiği düzende, başarı söylemleriyle ortaya çıkan gösterişçiler yüceltilmekle kalmıyor; işçilerin sırtından edindikleriyle, kulübe akıttıkları milyonlarla gurur duyar hale geliyor.
Sorunun sadece Fenerbahçe veya Koç ile sınırlı olmadığını söylemeye gerek yok. Örneğin Beşiktaş’ın stadyumuna sponsor olan TÜPRAŞ, 3 yıllık anlaşmada toplam 22,5 milyon avroyu bu sponsorluk anlaşmasında kullanacak. Ama söz hakkı işçilere geldiğinde, işçileri yoksulluk düzenine mahkûm etmeye devam ediyor.
Çekilen hiçbir şut emekçilerin kalesine girmemeli!
Metin Kurt, Türkiye futbolunda sendikal hareketi başlattığında şöyle demişti: “Artık hiçbir şut emekçi kalesine girmeyecek.” Bu söz, Gerhard Vinnai’nin bir kitabında söylediği “Futbol sahasında atılan goller, ezilenlerin kendi kalesine attığı gollerdir” sözüne bir atıf aslında. Hiçbir şutun emekçilerin kalesine girmemesinin olanakları TÜPRAŞ işçilerinin mücadelesinden geçiyor. Mücadeleyi büyütmek, yoksulluğa mahkûm edilen işçilerin karşısında kendi başarısızlıklarını örtme çabası içerisinde milyonları harcayanların değil, işçilerin yanında olmak anlamına geliyor.
TÜPRAŞ işçilerinin yanında olmayı, kulüp taraftarlığı kimliğinden ayıranlar ve kendi başkanlarına laf edilmemesini isteyenler ise gerçeğin anlaşılmasının önünde engel teşkil ediyor. Milyonlarca avroyu, Avrupa’nın diğer büyük liglerinden bile fazla parayı harcayıp, Edirne’yi geçtikten sonra elde avuçtaki sıfırla yetinenler, Türk futbolunu sözde “kurtarma” yarışına giriyor.
Kesmeşeker’in bir şarkısında şöyle bir ifade geçiyor: “Metin Kurt gibi yalnızız ceza sahasında.” Bu yalnızlığı gidermek ise TÜPRAŞ işçilerinin yanında olmaktan, yoksulluk sınırının üzerinde, insanca yaşanacak bir ücret talep mücadelesini büyütmekten geçiyor.
KAYNAKÇA:
https://www.evrensel.net/yazi/96844/agnelliden-koca-baskanlik-konforu-ve-isci-korkusu
https://vesaire.press/futbol-borsada-degil-arsada-guzeldir/
https://aposto.com/s/sportswashing-101-sporla-aklama-nedir
Evrensel'i Takip Et