30 Nisan 2011 14:32

Her taksiciye başka yalan söylüyorum

Kocasından şiddet görmüş bir kadının, başına gelenleri kırık bir Türkçeyle, iç paralayıcı bir üslupla anlatması çok tanıdık hatta beklenir bir durum. “Eli kırılasıca kemiklerimi paraladı” demesi mesela, mutlaka “beyim” falan diye hitap etmesi...  Bu tip yakarışları televizyonda gören, gazetelerde oku

Her taksiciye başka yalan söylüyorum
Paylaş
Devrim Büyükacaroğlu

Peki bir kadın hakim ya da kadın doktor, reklamcı, mühendis falan nasıl ifade eder kendini şiddetle karşılaştığında? Hiç bir fikrimiz yok değil mi? Çünkü pek karşılaştığımız bir durum değil. Oysa bütün araştırmalar şiddetin doğulu batılı, eğitimli eğitimsiz gözetmediğini söylüyor. Şiddeti asla kabul etmeyeceğini düşüneceğimiz eğitimli kadınlar, büyük bir utanç duygusuyla, kendine ve eşine yakıştıramadığı bu fena durumu kimselere anlatamıyor.

Senaryosunda Ayşe Bayramoğlu’nun, yönetmenliğinde Tilbe Saran’ın imzası bulunan ‘Düğün’ isimli tiyatro oyunu, aile içi şiddetin ve genel olarak eril söylemin ne kuşak ne kültür ayırmadan her kadını benzer bir biçimde kuşattığını anlatıyor.

Düğün için gelinin yaşadığı köşkün mutfağında bir araya gelen iki ailenin kadınları, bizi, hiç şaşırtmayan farklılıkları ile karşılaşıyorlar önce. Daha sonra benzerlikleri ortaya döktükçe seyirciyi ters köşeye yatırıyorlar. Zira damadımız köylü bir ailenin gözbebeği, adeta genç ağası. Gelinimiz ise, kocasını, gördüğü şiddet ve aldatılmışlık nedeniyle terk eden, ekonomik olarak özgür bir İstanbul hanımefendisinin kızı. İki ailenin kadınları arasında ne tür komikliklerin yaşanacağını tahmin edersiniz. Ama birlikte zaman geçirdikçe, sırlar döküldükçe aralarındaki ‘makyaj’ farkının nasıl silindiğini görmek için ‘Düğün’ü izlemeniz gerekecek. Eğitimli, üstelik tiyatrocu bir kadının geç saatlerde bir taksi çevirdiğinde kendini güvence altına almak, kendi deyimiyle “taksicinin kendisini bacı görmesini” sağlamak için taksiciye ne tür “hikayeler” anlatmak zorunda kaldığını da Tilbe Saran’dan dinleyin.

Tilbe Saran’ın ilk yönetmenlik tecrübesi ‘Düğün’. Usta oyuncu yönetmenliğin yanı sıra damadın annesi Neriman karakterini canlandırıyor. Oyunu izlerken uzun bir süre “Acaba Tilbe Saran ne zaman sahneye çıkacak?​” diye düşündüm. Basın bültenini dikkatli okumadığımı kabul ediyorum ama sizde Saran’ın, Neriman’ı nefis oynadığını anlayıverin.


Oyun büyük bir kuşak ve kültür farkı ile açılıyor. Kentli ve Köylü iki aile ve her aileye ait üç farklı kuşak… Fakat oyun ilerledikçe kuşak ve kültür farkları siliniyor, kadın olma ekseninde buluşuyor hepsi...
Bunu böyle görmenize gerçekten çok sevindim çünkü bütün hikaye bu aslında. Gazetelerde çıkan töre, namus cinayetleri haberlerini benim etrafımdaki insanların nasıl algıladığını fark ettiğim an çok içim kanadı. “Güneydoğu, Kürt, cahiller…”. “Deli misiniz her şey aynı” diyordum onlara. Sokakta ha eteğine karışılmış ha başörtüne… İkisi de kadının üzerinden yürütülen eril söylemin sonucu.

Doğusu, batısı yok yani?
Doğusu, batısı, zengini, fakiri, eğitimlisi, eğitimsizi yok! Üstelik sanılanın aksine şiddet, eğitimin arkasına sığınan, saklanan bir şey.

Statü sarsacak bir şey aynı zamanda...
Evet, şiddeti, okumamış kesim dile getirebiliyor, öbürleri ise hiç konuşmuyor. Pınar (İlkkaracan) bir hikaye anlatmıştı ki videosunu göstermese belki inanmazdım. Almanya’da kadınlarla çalışıyordu o dönem. Kadın hakim, koca savcı! Kadın fiziksel şiddete uğruyor. Çocukları büyüyüp 16-17 yaşına gelince artık dayanamayıp polise şikayet ediyorlar.
Eğitimli kesim, olayların üzerini iyice örtüyor. O yüzden bu oyunda fiziksel şiddete uğrayan bir İstanbul hanımefendisi. “Kan kusmuş, kızılcık şerbeti içmiş”, renk vermemiş, durumunu benimsemiş. Üstelik onlar sığınma evlerine de gidemiyor. Çok utanç verici bir şey çünkü! Aileye de söyleyemiyorlar. “Ben gerçekten çayı iyi yapamıyorum da ondan! Adamın da işi çok stresli ondan!” deyip böyle yaşayan profesörler var! Çocukların anne baba şiddetini içselleştirdikleri gibi…

KADINLAR BİRBİRLERİNE KARŞI ÇOK VAHŞİ OLABİLİYOR

İstanbul hanımefendisi olan Ahsen karakteri en farkında, en dik kadın. Ayakları üzerinde durmuş, ekonomik olarak özgür… Erkeğe mahkum olmadan bir hayat kurmayı başarmış. Bütün bunlar hala “ürkütücü” mü geliyor?
Bunu erkeklere sormak lazım! Bana hiç ürkütücü gelmiyor. (Gülüyor)

Ahsen’in duruşu diğer kadınlar arasında da kabul görmüyor ama…
Bu eril söylem Sümer’den bu yana var. Dil, inanç, gelenek, görenek kazanı hep sıcak tutuluyor. Bunun yanı sıra bizleri hep kadınlar yetiştirdi. Bu söylemi onlardan devraldık zaten. Dikkat edersek kadını en hunharca eleştiren yine kadınlar. Bir erkeğin bile söylemekte tereddüt edebileceği bir şeyi kadınlar daha vahşi bir şekilde söyleyebiliyor!

Kadınların arasındaki rekabet neden bu kadar acımasız?
Az alanda her zaman kavga çıkar! Beş fareyi bir kafese koyduğunuz zaman bir şey olmaz ama onlar çoğalıp yüz elli fare olduğu zaman şiddet başlar. Kadınlar birçok şeyden o kadar uzak tutulmuş ki, verilen görevler o kadar sınırlı ki; ev içi, annelik, sosyal ilişki kurmak, aile ilişkilerini düzenlemek... Eee bütün iktidarı o dar alanda olunca, bir önceki nesilden gördüğünü tekrar ediyor elbette. Zaten toplumlarda değişim öyle zırt pırt olabilecek bir şey değil. Ama bazıları bunu fark edip, durmaya, bir biçimde dışına çıkmaya çalışıyor ve aslında kendilerine başka alanlar da yaratabileceklerinin farkına varıyorlar. Tabii gerçekleştirme imkanları olmayabiliyor da. Kimisi de orada tam da kraldan çok kralcı oluyor. Kadınlar iş hayatında da birbirlerine çok acımasız…

Neden?
Kadınların toplumsal olarak öyle bir deneyimleri yok, onlar öğrenilen şeyler. Biz ayakkabımızı nasıl bağlayacağımızı annemizden öğrendiğimiz gibi insanlarla nasıl ilişki kuracağımızı da annemizden öğreniyoruz ve ona katkıda bulunan daha geniş çevre, okul, arkadaş, eğitim vs. İçine düştüğümüz kap neyse, o kabın rengini ve özelliğini taşıyoruz. Başka türlüsü de mümkün değil.

TAKSİCİNİN BENİ BACISI GÖRMESİNİ İSTİYORUM

Kız çocuğuna ‘Erkeğinin sözünden çıkma!’ erkek çocuğuna ‘Kadının kafasını kaldırmasına izin verme’ diyen de aynı anne değil mi ama?
Dediğim gibi genetiğimize işlemiş bir bilgi bu ve bozmaya son iki yüz yıldır uğraşıyoruz. Kolay değişebilecek bir şey değil bu elbette. Ben annemin bana ne dediğini gayet net hatırlıyorum! Bir gün bana “yapma” dediği şeyi söylerken “Ay ben ne diyorum?​” diye şaşırdı kendine, sonra da: “Ne yapalım Türkiye’de yaşıyoruz!” dedi. Bunu söylediği için de utandı. Annem sosyal bilimci bir kadındı, bu konularla çalışan, kültürün her alanından insanlara değen… Bu oyunu onun için yazmak istedik! Çünkü farkındalık kazanabilirsek öyle ya da böyle, bazı şeylere biraz daha dirençli olabiliyoruz, yaptığımızla kendimizi yakalayabiliyoruz. Ben hâlâ gecenin bir vakti taksiye bindiğimde, taksi şoförünün yaşına ve durumuna bağlı olarak “evliyim” deme ihtiyacını hissediyorum, çünkü korkuyorum!

Güvence altına almak istiyorsunuz kendinizi…
Onun beni “bacı” kategorisine yerleştirmesini istiyorum! “Bana zarar verme!” demek ihtiyacı bu. Bu kadınların farkına bile varmadan o kadar sık yaptığı bir şey ki... Herkese ayrı hayat hikayesi anlatılır mı ya?  Kimine çocuğum var, kimine yok!

ERKEKLER GÜÇLÜ KADINLARDAN KORKUYOR

Ama en trajik olan gelin kızımızın durumu sanki? Kahraman bir annesi var ve o da kahraman annesinin biricik projesi. Çocuk, proje olmaya isyan edip, maço bir adamın kanatları altına girer...
Hepimiz yaptık bunu! Proje çocuklar ya da özgür olanlar… Ben ilk eşimle evlendiğimde tiyatroyu bıraktım! Bugün bunu böyle söylediğimde kimse bana inanmıyor ama gerçek oydu ve o kadar güzel yuttum ki: “Türkiye’de tiyatro mu var zaten!” dedim. Kendime bunu yutturdum.

Bunu nasıl izah ediyorsunuz şimdi?
Erkeklerin korkuları var, güçlü kadından korkuyorlar! O da onların bilmedikleri bir şey çünkü, tedirgin oluyorlar. Tanıdığı, deneyimlediği bir şey olmadığı zaman “Bu karı beni bırakır gider” diyor.

ARKAMDA KİMSE YOKSA İLK KÖŞEDE HAKLARLAR BENİ

Köylü ailenin anası Neriman da çok enteresan. Ahsen gibi ‘ortada kalmış’ ama onun aksine bir başka adama sığınmış. Adam çekilecek dert değil ama çocukları için ona katlanmış falan. Çaresiz kalmasını anlıyorum ama çaresizlikle uzandığı bir formülü kurallaştırıp kızına da dayatması çok fena değil mi?
Bir tür Stockholm Sendromu durumu; işkenceciyle özdeşleşme. Bu da yine kadınlarda çok sık olan bir şey. Birden bire o düzenin neferi oluyorlar, çünkü değişmek daha zor bir şey.

Sizin değişmeniz bir şey ifade etmiyor bir de savaşmanız gerekiyor herhalde!
En önemli gerçek; tek başımıza hiçbir şey yapamayacağımız! Ben elime bayrağı alıp yürüsem ne olacak? Arkamı döndüğümde ardımda kimse yoksa zaten ilk köşede haklarlar beni. Bence bu meselelere erkekler de kafa yormalı artık. Erkekler de bu düzenin çok büyük mağduru.

Ne açıdan?
Korkunç bir yük var omuzlarında, ağlamayacaksın, taş gibi duracaksın, sen para kazanacaksın, sülaleyi sürdüreceksin, askere gideceksin, savaşacaksın… Nesin sen ya, kahraman mı? Çok yakınımda bir örnek var; uzun zamandır işleri çok kötü ve bunu karısına, ailesine söyleyemiyor. Çünkü o ‘erkek imgesi’ni kendisi ve ailesi için korumak zorunda. Korkunç bir yalanın içinde yaşayan bir aile var şu an. Ne kadar büyük bir yük, niye insanlar böyle bir yükü taşısınlar? Niye ağlamasın erkekler?

Bütün bunların farkında olmak değiştirmek için yeterli mi?
Farkındalıklar çoğaldıkça o farkındalık rahatsızlığı doğuracak. Ben dilime dikkat etmeye, birilerini uyarmaya başlayacağım, o farkındalığı içselleştirmeye başlayacağım, elimin değdiği insanlar başka insanlara değecek. Bu böyle gelmiş ama böyle gitmeyecek. Tamam çok kan dökülüyor, acıyoruz, üzülüyoruz, bir günde olmayacağını biliyoruz ama bundan üç yüz yıl önce hangi kadının sokağa çıkma ya da oy verme hakkı vardı? Kim çalışabilirdi? Yazmak bile yasaktı. Bize değişmez doğa yasası gibi öğretilmiş şeylerin dışına çıkan kadınlar ve erkekler, verilmiş rol modellerini reddeden insanlar her zaman oldu ve o insanların peşine takılan başka insanlar oldu. Niye hâlâ Virginia Woolf okuyoruz biz? Onların değdiği yollar var…


YIKILINCA YENİSİNİN  YAPILMAYACAĞINI BİLİYORUZ

İstanbul geçen yıl kültür başkentiydi ve bundan bir sene sonra siz sahne bulma sorunu yaşıyorsunuz…
2010’da da bulamıyorduk zaten! 2010 bir umuttu lakin mümkün olsa ben verdiğim imzayı geri çekmek isterdim. Ne dediği belli olmayan reklamlara para harcanan bir sene oldu. AKM yapılmadı, yeni sahne açılmadı! Mesela şimdiye kadar sanatın ulaşamadığı, kentin içindeki küçük taşralara ulaşıldı mı? Ne değişti o insanların hayatında, ne oldu? Oysa biliyorum ne projelerin yazıldığını! Cem Mansur’un projesini biliyorum; Yedikule zindanlarında ve o yörede okul kurulması… Böyle şeyler bir kültür merkezi yapabilir bir kenti.

Yeni salon bir tarafa Muammer Karaca’nın da yıkılması gündemde…
Muammer Karaca çok kötü bir salon. Bazı şeylerde çok korkak olduk çünkü yıkıldığı zaman yerine yenisinin yapılmayacağından o kadar eminiz ki! Mimari bir yarışma açılmıştı, Şişhane’ye tiyatro yapacağız diye. Yarışma neticelendi, kazanan bir proje vardı, nerede hani? Yok! Gizli gizli yapılıyorsa, “çılgın sürpriz”lerden biriyse, çılgınca bekliyoruz biz de! 


EVDE ÇALIŞAN KADINLAR KÖLE GİBİ

Oyunda düğün hazırlığında çalışan hizmetçi kız var. Diğer kadınlar ortak kadın sorunlarından mustaripken bu kızcağıza kimse yakınlık göstermiyor, o da kadın oysa… Kimse görmüyor di mi onu? Kuşak ve kültür farkını ortadan kaldırıyor hikaye ama sınıf farkı oracıkta boy veriyor sanki…
Yok o yok! Çünkü evlerimizde bize yardım eden kadınları yok sayıyoruz, yok onlar! Hizmetçi kız tacize uğruyor ve hiç kimse parmağını kıpırdatmıyor. Nerede Ahsen?

Ahsen’in bittiği an zaten!
Kim sahip çıkıyor ona? Hiç kimse, çünkü ona her şey olabilir! “Kıvırtmıştır” o zaten, “müstahak”tır zaten ona! Erkeklerin sahip çıkmasını beklemiyoruz ama kadınlar da sahip çıkmıyor. Durumu fark ettirmeye çalışıyor ama tek başına kalıyor. Eline parası veriliyor, yollanıyor, bu kadar! Bu evlerde çalışan kadınlar sosyal statü olarak da en horlanan kesim. Yeni yasaya göre herkes evinde çalışanı bildirmek zorunda; sorun bakalım kaç kişi bildiriyor. Son dönemde dağılan Rusya’dan gelen çok insan var, Ermeniler, Ukraynalılar, Türkmenler, Özbekler… Herkesin evinde çalışıyor bu insanlar. Öyle hikayeler dinledim ki, gazeteye yansıyanlar, boğazı kesilenler, öldürülenler falan değil. Evlerde aç tutulan, pasaportları ellerinden alınmış, sürekli tehdit altında olan, paraları verilmeyen… Köylüsü de var kentlisi de, eğitimlisi de eğitimsizi de ve hepsi köle! İnsan pazarları var Laleli’de, gidip seçiyorsunuz. 21. yüzyılda kölelik kalkmış! Nah kalkmış! Pardon. (Gülüyor)


‘DÜĞÜN’Ü DÖRT KADIN MAYALADIK

Bu oyun, ilk yönetmenlik deneyiminiz. Karar vermesi zor oldu mu?
Hayır hiç olmadı çünkü başkasını düşünemeyecek vaziyetteydim. Bu oyunu yönetmeseydim, yönetmeni çok hırpalardım! O repliklerin doğumunda varım, neyin, nereye, niçin konduğunu biliyorum… Bir yabancı metne müdahale ettiğinde paralardım herhalde!

Önce dört kadın kaynatmışsınız kazanı; Eda Çatalçam, Evren Ercan, Ayşe Bayramoğlu ve siz. Nasıl gelişti, dört kadın bir araya gelip kadın oyunu yazalım mı dediniz?
Uzun zamandır içime sinen bir şey bulamıyordum. İçime sinenler ciddi sponsor gerektiren, ticari açıdan riskli şeylerdi. Bir sabah artık kadın oyunu yapmazsam öleceğimi düşündüm. Çünkü sivil toplum kuruluşlarında çalışmanın dışında, benim bir mesleğim var ve mesleğim bir sürü şey anlatmaya o kadar uygun ki… Ayşe eskiden tanıdığım, bir dönem öğrencim olmuş, kalemini sevdiğim, insan olarak çok sevdiğim bir arkadaşımdır.

Senaryoyu eski öğrenciniz yazdı yani…
Hepsi öğrencim; Ayşe de, Eda da, Evren de… Bu birbirini tanımayan üç insan arasında “Belki maya tutar” diye Ada’da bir araya geldik. “Tamam sen hocasın çağırdın, biz de geldik ama tanımayız, etmeyiz, ne yapacağız biz?​” diye sıkılmışlar. (Gülüyor) Ama gerçekten o anda maya tuttu ve biz artık ikinci buluşmada ne konuşacağımızı biliyorduk. Sonra bir okuma aşamasına girdik.

Bu tip çalışmalar katılımcılarına ne katıyor?
“Aa ben duygusal şiddete mi uğramışım!” İlk farkındalığım öyle başlamıştı ‘90’lı yıllarda. Onların tanım koyması ve yalnız olmadığımı, bunun bana  değil, kadına ait bir sorun olduğunu anlamış, soyutlamaya başlamıştım. Burada da şimdi gençler aynı durumda. Bir ara çok düşündük bunları mı anlatalım diye, belki Ayşe günün birinde onları da yazacaktır. Sonuçta sızdı bunlar oyunumuza ama kimsenin kişisel bir deneyimi yok oyunda, derleme bir şey oldu. Bütün bunların sonucunda anlıyorum ki kadına ait bir dil, kadınsılık, kadınlık halleri var ve güçsüz olduğumuz kadar gücümüz de orada.

ÖNCEKİ HABER

Bugün şiddetsiz bir yarın için de yürüyeceğiz

SONRAKİ HABER

YAŞASIN 1 MAYIS

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...