25 Mart 2013 05:00

Arap Basınında Kürt sorunu

Ali Karataş / Yusuf Ertaş

Önceki haftalarda Suriye krizi ile ilgili hazırladığımız bir sayfada “sorunun bölgeselleştiği” yönünde tespitler yer almıştı. Bölgede ortaya çıkan her gelişme gerçekten de bu tespiti doğrulamaktadır. Türkiye’de son dönemde Kürt sorununda girilen “barış” yolunda hemen bütün analizlerde  Suriye krizinin ortaya çıkardığı dinamiklerin önemli bir faktör olduğu görüşü yer almaktadır.

Kadri Gürsel’in Ortadoğu merkezli Al Monitörde çıkan “Kürtlerle barış Erdoğan için tercih değil, zorunluluk” başlıklı yazısı Türkiye’nin geldiği noktayı belirtmektedir. Kadri Gürsel, Ankara’nın, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni, Esad’ı devirmek üzere Suriye’ye göndermek dışında, Şam rejimine karşı akla gelebilecek her şeyi yaptığını belirterek Ankara’nın bölgede izlediği Sünnici politikaların Türkiye’yi bu noktaya getirdiğini vurguladı. Arap coğrafyasındaki birçok yazarın da ortak görüşü Türkiye’nin, Suriye politikasının çöktüğü yönündedir. Assafir yazarı Muhammed Nureddin’in “Suriye rejimi çökse dahi ‘kaybeden’ Türkiye’dir” başlıklı yazısı Kadri Gürsel’in tespitleri ile örtüşmektedir.

PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın mektubu Türkiye basınında olduğu gibi Arap basınında da geniş olarak yer aldı. Haber ve yorumlarda çatışmaların 30 yıldır devam ettiği ve bu çatışmalarda 40 bine yakın kişinin yaşamını yitirdiği anımsatıldı ve Öcalan’ın çağrısı için “tarihi ateşkes çağrısı”, “Yeni bir dönem” vurgusu yapıldı. Hemen hemen tüm basın organlarında Öcalan’ın “Artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor. Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir” sözleri aktarıldı.

LÜBNAN KRİZİNDE YENİ BOYUT

Suriye krizinden birinci derecede etkilenen ülke Lübnan’da uzun süreden beri hükümet ile muhalefet arasında devam eden siyasi kriz, hükümetin istifasıyla yeni bir sürece girdi. Lübnan Başbakanı Najib Mikati, Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman’a istifasını sundu ve kararının kişisel olduğunu vurguladı. Lübnan’da yayınlanan Annahar Gazetesi istifayı,  “Bölgede yayılan kargaşanın ortasında iktidar boşluğu Lübnan’ı vurdu” başlığı ile verdi.

Geçen hafta Irak’ın işgal edilmesinin 10.  yıl dönümüydü. Bağdat’ın göbeğinde gerçekleştirilen intihar saldırısında en az 50 kişinin ölmesi ve çok sayıda kişinin yaralanması işgal sonrası Irak’ın geldiği noktayı göstermesi bakımından dikkat çekici oldu. İngiltere Başbakanı Tony Blair o zaman yaptıklarının doğru olduğunu savunurken, Eski Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fischer’in Gulf News’deki Irak savaşını değerlendiren yazısının başlığı “Ortadoğu 10 yıl kaybetti” şeklinde.

Benzer bir patlama geçen hafta Suriye’de gerçekleşmiş ve Suriye’nin ünlü din adamı Ramazan el Buti ve 49 talebesi camide intihar saldırısıyla öldürülmüştü. Ramazan el Buti’nin öldürülmesinin Suriye halkına ülkelerini savunma çağrısından iki hafta sonra gerçekleşmesi dikkat çekti. Diğer dikkat çeken nokta ise Mısır’dan ve Katar’dan Müslüman Kardeşler’in önde gelen üyelerinin Ramazan el Buti’nin katline fetva vermesinden sonra intihar saldırısının gerekleşmesi. Tunuslu devrimci Şükrü Belaid de Mısırlı bir din adamının fetvasından sonra katledilmişti. Ramazan el Buti’nin öldürülmesi ülkede o kadar çok tepki yarattıki muhalifler bir açıklama yapmak zorunda kaldı.


BASINDAN HABER BAŞLIKLARI

Lübnan’da yayınlanan Tha Daily Star gazetesi “Kürt isyancıların lideri tarihi ateşkes çağrısı yaptı” manşeti ile verdiği haberde “Öcalan’ın acil ateşkes ve binlerce savaşçının Türkiye’den çekilmesini içeren çağrısı nın dünyanın en uzun, en kanlı ayaklanmasının sona ermesi yönünde büyük bir adım” olduğu vurgulandı. Şark Al-Awsat İnternet sitesinde ise “PKK Lideri Abdullah Öcalan hapishane hücresinden tarihi ateşkes çağrısı yaptı” denildi. Kuwait Times Gazetesi de “Kürt isyancıların lideri ateşkes emretti - 30 yıl süren çatışmalarda 40 binin üzerinde kişi öldürüldü” manşetiyle çıktı. Middle East Online, “Öcalan ateşkes çağrısı yaptı; Türkiye ile 30 yıl süren çatışmaların sonu” manşetini atmayı uygun gördü.


KÜRTLERLE BARIŞ ERDOĞAN İÇİN TERCİH DEĞİL ZORUNLULUK

Kadri GÜRSEL / Al-Monitor

Kürt siyasi hareketiyle barış yapmak ve Kürt sorununu çözmek, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve hükümeti tarafından tercih edilmiş ve işler ideal biçimde gitmezse keyfi biçimde çöpe atılma lüksünü sunan bir seçenek değildir. Ortaya çıkmasında AKP’nin yanlış Suriye ve Kürt politikalarının büyük payı vardır. Zorlayıcı bölgesel koşullar, bu barış ve çözümü Erdoğan’a dayatmıştır. Barış ve çözüm sürecinin adı üzerinde, soylu ve ahlaki yönü tartışılamayacak büyük bir amacı var. Ama bu yüce gayenin dışında söz konusu sürecin, siyasetin doğası gereği AKP iktidarı ve Erdoğan ile Kürt hareketi arasında bir “al-ver” ilişkisinin konusu olması da mümkün görünüyor. PKK’nin hapisteki kurucu lideri Öcalan’a ve Kürt partisi BDP’ye, “Anayasada Kürt sorununun çözümüne engel olan maddeleri değiştirelim ama siz de bizim istediğimiz gibi Türk usulü bir başkanlık sistemini öngören bir anayasa değişikliğine destek verin” demek gibi... Mamafih bu pazarlığın başarısız olması, yani Kürtlerin başkanlık sistemine destek vermemesi halinde sürecin çökeceğini düşünmek yersizdir. Çünkü AKP hükümeti ve Erdoğan, birtakım bencil siyasi hesaplardan bağımsız olarak, Türkiye’nin ulusal güvenliğine dışarıdan yönelen tehditleri bertaraf etmek için bu barış sürecini ilerletmek mecburiyeti ile karşı karşıyadır.

AKP POLİTİKALARININ BUMERANG ETKİSİ

Meselenin “neden”i ve “nasıl”ı şöyledir: Ankara hükümeti, 2011’in yazından itibaren PKK’ye karşı savaşını her cephede görülmemiş biçimde tırmandırmıştı. Diğer taraftan Ankara eş zamanlı olarak, Suriye’de Esad rejimini devirip, yerine Müslüman Kardeşler ağırlıklı bir “kardeş rejimin” kurulmasını amaçlayan Suriye politikasını yürürlüğe koydu. Ve bu bir değil iki bumerang etkisine yol açtı. İşte, “zorlayıcı bölgesel koşullar” derken bu ikisini kastediyoruz. Birinci bumerang etkisi şöyle oluştu: AKP hükümetinin Suriye ve güvenlik politikalarını yapıp uygulayanlar, bir taraftan bölgede komşu başkentlerin Türkiye’yi kendi hayati çıkarlarını tehdit eden bir hasım ülke olarak görmesine neden olurken, diğer taraftan PKK’yi bu hasımların safına ittiler. Ankara, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni, Esad’ı devirmek üzere Suriye’ye göndermek dışında, Şam rejimine karşı akla gelebilecek her şeyi yaptı. Böylece, Şam’daki rejimin devamını hayati çıkarları için gerekli gören İran, Türkiye’den tehdit algıladı. Ankara, Irak’ta da Sünni muhalifleri ve Irak Kürtlerini destekledi. Ankara’nın bölgede izlediği Sünnici politikalar Tahran-Bağdat-Şam mihverinde, Türkiye’ye karşı misilleme arayışlarını provoke eder nitelikteydi.    2011’in ikinci yarısında bütün bunlar olurken, PKK’nin İran şubesi PJAK (Kürdistan’da Özgür Hayat Partisi), PKK’nin telkini sonucunda silahlı güçlerini Irak Kürdistanı’ndaki üs bölgelerine çekerek İran’a karşı silahlı mücadeleden vazgeçti. ABD’nin Irak’tan çekilmesine birkaç ay kala meydana gelen bu gelişme bölgede yeni ittifaklar kurulduğunun göstergesiydi. Kürt sorunu Türkiye’nin “Aşil Topuğu”dur, açıktaki kanayan yarasıdır ve bu böyle kalmaya devam ettikçe Ankara, bölge güçlerini tehdit etmeyi göze alabileceği herhangi bir iddialı politikayı sürdüremez. Bu gerçek, Ankara’nın Suriye politikası bahsinde de bir kez daha doğrulanmıştır.

KÜRT SORUNU BÖLGESELLEŞTİ

İkinci bumerang etkisi ise Türkiye’nin Kürt sorununun bölgeselleşmesidir ki bu da büyük ölçüde Ankara’nın Suriyeli isyancılara verdiği desteğin sonucudur. Şam rejiminin Türkiye ile olan sınır bölgelerinde kontrolü neredeyse tamamen yitirmesinin esas nedeni, Ankara’nın isyancılara dolaylı ve doğrudan akla gelebilecek her türlü yardımı yapmasıdır. Suriye’nin Türkiye ile olan sınır bölgelerinde yaşamakta olan Kürtler de bu durumdan faydalandılar ve 2012’nin yazında yaşadıkları bölgelerin kontrolünü birbiri ardına ele geçirerek buralarda otonomi ilan ettiler. Rejimin bazı Kürt bölgelerinden kendi isteğiyle çekilerek buraları Kürtlere terk etmiş olması sonucu değiştirmiyor. Kürtlerin otonomi denemesi Ankara açısından birçok bakımdan rahatsız ediciydi ama bu girişimde PKK’nın Suriye şubesi olan Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) başı çekerek en güçlü Kürt örgütü olarak temayüz etmesi, Türk başkentinin katlanamayacağı bir durumdu. Irak’taki PKK varlığının ardından Suriye’de de PKK’nın dilediği gibi kullanabileceği bir “düşman” özerk bölgenin kurulması, doğu Akdeniz’den başlayarak, İran’ı da içine alacak şekilde uzun bir PKK hilaliyle çevrelenmek anlamına geliyordu. İşte Türkiye’nin Kürt sorunu böyle bölgeselleşti. Kürt otonomisini ezmek için Ankara’nın bölgeye müdahalesi ise kendi Kürt sorununu uluslararasılaştırmaktan başka bir sonuç doğuramazdı. Şimdi netice şudur: Türkiye hem Kürt sorununun bölgeselleşme dinamiklerinin zararlı etkilerinden kendisini korumak, hem de PKK’yı bölgesel karşıt cepheden yalıtmak için kendi Kürtleriyle barışın kapısını açmak zorunda kalmıştır. Barış şimdi başarılamadığı takdirde Kürt siyasi hareketinin bu kez ayrılıkçı taleplerle öne çıkıp bölgede onları hazır durumda bekleyen eski müttefiklerinin desteğiyle çok daha kanlı bir savaşa girişebileceklerini öngörmek gerekir. Abdullah Öcalan 14 yıldır tutulduğu ve son bir buçuk yılını tecrit altında geçirdiği hücresinden bakınca, AKP hükümetinin barıştan vazgeçemeyeceğini görüyor.


SURİYE REJİMİ DÜŞSE BİLE TÜRKİYE KAYBEDECEK

Muhammed NUREDDIN / Assafir

İki yıl önce patlak vermesinden bu yana Suriye krizi Türkiye’nin dış politikası için bir sınama tahtası oldu. Krizin başlangıcında ilk belirtiler Ankara’nın Suriye ile ilişkilerinde bir değişikliğe işaret ederken, son iki yıl bu değişikliklerin doğasını açıkça gösterdi. Bunlar, kendi önyargılarını ve hedeflerini olduğu kadar Türkiye tarafından seçilen yeni doğrultuyu da ortaya koymuştur. Herhangi bir sistematiğe bağlı kalmadan bunlar şöyle sıralanabilir:
Mesafelerden ve zaman sınırlamalarından bağımsız olarak Türkiye, Suriye rejiminin devrilmesi için yapılan girişimlerin mızrak ucu olmayı seçti ve ÖSO’nun komutanlarına bir merkez olarak hizmet etti. İlk muhalefet konseyi olan Suriye Ulusal Konseyi de, İstanbul’da oluşturuldu. Türkiye her türlü aşırı İslamcı silahlı militanların askeri tedarik ve lojistik üssüne dönüştü. Aynı zamanda Suriye rejimini devirmek için bölgesel ve uluslararası çabaların arkasındaki beyin oldu. Suriye’nin Dostları Konferansı’nın Ankara’da gerçekleşmesi buna örnektir.
Ayrıca,  Suriye’yi izole etmek ve grup üyeliğinin askıya alınması için Arap Birliği ülkeleri ile tam bir iş birliği içinde çalıştı. Türkiye diplomasisi aynı zamanda uluslararası formlarda yabancı askeri müdahaleye ortam hazırlayacak etkili bir Güvenlik Konseyi tampon bölge kararı alması ve Rusya ve Çin’in duruşlarını değiştirmeleri konusunda baskılanması için yoğun bir çabaya genişletildi.
Suriye’ye yönelik başarısız Ankara politikasının en büyük hatalarından birinin, Türk Dış Politikası teorisyenlerinin öngörü eksikliği nedeniyle Suriye devletinin iç işlerinin ve ülkenin güç dengesini doğru okuyamamalarının olduğu ortaya çıkmıştır.
Sonuç olarak, Türkiye’nin beklemediği riskler oluştu. Bunlardan ilki Türkiye içindeki Sünniler ve Aleviler arasında mezhepsel gerilimin yükselmesi oldu.
Ankara daha sonra “sıfır sorun” sloganını rejimlerle değil halklarla yapmak zorunda olduklarını açıkladı, ancak bu slogan hiçbir zaman Bahreyn halkının ayaklanmasının desteklenmesi noktasına kadar yükseltilmedi.
Ankara, Bölgede Sünni eksenin bir parçası olarak kendini ortaya koymakla affedilmez bir günah işledi, Türkiye rolünün arkasındaki ideolojik, etnik ve mezhepsel motifler, Suriyeli muhalif gruplar arasındaki farklılaşmayı ortaya çıkardı. Türkiye komşuları ile önceki tüm ilişkilerini kurban ederek kendine olan güveni yıktı. “Sıfır sorun” siyaseti böylece, Türkiye’nin kabul etmediği her rejimi devirme siyasetine dönüştü.  Bu Türkiye’nin rolü bakımından çok tehlikeli bir gelişmeydi.
Buna rağmen, rejimin devrilmesi eğer gerçekleşirse, Türkiye için bir zafer olarak görülmeyecektir. Bu nedenle, bölgedeki ilişkiler ve Türkiye’nin yüzleşeceği bölgedeki sosyal, dini, mezhepsel ve etnik bileşenlerin geleceği şu ya da bu rejimin hayatta kalmasının ötesine geçer. AK Parti iktidarında ortaya çıkan ve devam eden bu olaylar dikkate alındığında bu ilişkiler onarılamaz.


GEÇİCİ BİR ÇÖZÜM MÜ YOKSA ERTELENEN FEDERALİZM Mİ?

Hadi Razak / Al Ahbar

Suriue krizinin taşıdığı riskli potansiyeller, Türkiye’de zayıflıkların açığa çıkmasına neden oldu. Muhalefeti destekleyerek Suriye rejiminin devrilmesi için Batı tarafından kumara sürüklendi.
Türk strateji analistleri  Esad’ın dayanması ve silahlı muhalefeti bastırmasıyla birlikte dikkatlerini içerdeki etkilerini tahlil etmeye odaklandılar. Suriye krizi bu gün Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı bir çok zorluğa yol açtı.
Suriye rejiminin dayanması nedeniyle Türkiye’nin kendi sorunlarıyla yüzleşmesi kağıtların yeniden karılmasına neden oldu. Belki de ilk işaretleri Kürt sorununda tezahür etti. Suriye askerlerinin tahliyesinden sonra, Suriye Kürtleri kentlerinde kendilerini yönetmenin tadına varmaya başladılar. Kendi topraklarında rejim askerlerinin ve özgür Suriye ordusunun topraklarında varlığını yasakladılar.
Olaylar Türkiye’nin güney sınırında kendisini tehdit eden seyreden bir noktaya geldi. PKK’nin üyelerinin üçte birinden fazlası Suriyelidir. PKK’liler Suriye’deki Kürt muhalefetini kontrol ettiler. Türkiye bakımından bu partiyle savaşmak daha zor bir hale geldi.

TÜRKİYENİN YÖNELİMİ VE IRAK KÜRTLERİ

Türkiye ve Irak Kürtleri’nin ilişkileri iki nedenden dolayı değişti. Birincisi Amerika’nın Irak’ı işgal etmesi. İkincisi AKP’nin iktidara gelmesi. İki tarafın ilişkilerini etkileyen dengeler alt üst oldu. Türkiye ile Irak Bölgesel Yönetimi arasındaki ticari ilişkilerin gelişmesi ilişkileri gerginlik ve düşmanlıktan işbirliğine getirdi. Türk şirketleri inşaat ve alt yapı projelerinde ciddi yatırımlar yaptı.
Türk Hükümeti çıtası yükselen talepleri karşılayabilecek mi? Hele AKP “bu ülkede federal bir yapının olması mümkün değil” açıklamasını yapmışken.  Türklerin ciddi bir kesimi federalizmi bölünmede bir adım olarak görüyorken, Kürtlerin kültürel hakları devlete nasıl uygulanabilecek.  

*Sosyal bilimci, Araştırmacı

evrensel.net

Evrensel'i Takip Et