27 Nisan 2011 11:18

Adını Fettullah koydum

Garipliğini artık kimsenin kanıksamadığı bir ülkede yaşıyoruz. Hiçbir şey şaşırtmıyor, hiçbir şey etkilemiyor bizi. Ne geçmişten ders alabiliyoruz, ne gelecekten umut. Sadece boyun eğik, düşler parçalanmış, onursuzca yaşıyoruz. Hiç ses çıkarmayışımızın çaresiz ürpertisini taşıyoruz benliğimizde. Bir sa

Adını Fettullah koydum
Paylaş
Victor Jara

Garipliğini artık kimsenin kanıksamadığı bir ülkede yaşıyoruz. Hiçbir şey şaşırtmıyor, hiçbir şey etkilemiyor bizi. Ne geçmişten ders alabiliyoruz, ne gelecekten umut. Sadece boyun eğik, düşler parçalanmış, onursuzca yaşıyoruz. Hiç ses çıkarmayışımızın çaresiz ürpertisini taşıyoruz benliğimizde. Bir sabah uyanıyor ve bakıyoruz ki; kuşatılmış her tarafımız. Namlular çevrilmiş yüzümüze, arkadaşlarımız kan revan içinde, nedensiz öldürülüyoruz senelerce Bir sabah uyanıyor ve bakıyoruz ki: emeği sömürülmüş insanlığın, dört yanımızda medeni soyguncuların talanı. Bankalar boşalmış, doğmamış çocukların rızkı çalınmış. Bir sabah uyanıyor ve bakıyoruz ki; 9 yaşındaki çocuk bedeninden 13 kurşun çıkarılmış. Küçük bir kız paramparça edilmiş havan toplarıyla. Binlerce çocuk hapsedilmiş, sebebi belirsiz bir öfkenin tutsaklığında. Susuyor ve sadece izliyoruz… 

Yine böyle susup, karanlığı izlediğimiz günlerin birinde, o adam çıktı ortaya. Kafasında yeşil sarık, üzerinde yeşil cüppe, rüzgâr esse ağlayacakmış gibi duran surat ve insanı başka dünyalara götüren bir dil ile. Yaşamdan umudunu alamamış insanlar hemen dört kolla sarıldılar bu gizemli sese. Ülkemizde birçok insanın sebepsiz yükselişine alışkın olduğumuzdan, bu adamı da yücelttikçe yücelttik. Sıradan bir insandan, kutsal bir varlık inşa ettik. Hem de tüm bildiğimiz kutsal değerleri bir kenara atarak. Bazı insanlar o adama yaranabilmek için, kimliklerini inkâra kalkıştılar. Bazılarımız anne babalarını amacını bilmedikleri, sadece inandıklarını sandıkları, kutsal cennetlerle kandırıldıkları bir hayale tercih edip terk ettiler. Bazıları işi o kadar abarttı ki, peygamber, evliya gibi hak etmediği sıfatlar verdiler bu adama. Peki, işler neden bu hale geldi? Kısaca bir göz atalım yaşananlara…

Bu ülke kurulduğundan beri, iç hesaplaşmalara sahne olmuştur. Dinci-laik hesaplaşması da, bu iç hesaplaşmalardan biri olup, günümüze kadar süregelmiştir. Cumhuriyetle birlikte inanç bakımından özgür düşüncelerin ülkeye girmesiyle, dinci kesim olarak anılan güruh bir endişe içerisine girmiştir. Tamamen İslami esaslara göre yaşayan bir ülkenin, batılı yaşam tarzını benimseyip; din ve iman olgusunun terk edileceğinden ve inançlarıyla sahip oldukları mevkilerin ellerinden alınacağı korkusuyla yaşamaya başladılar. Bu psikolojik(maneviyatla alakası olmayacak kadar maddi) öngörü ışığında, kendilerince bir savunma ve saldırı hakkına sahiplermiş gibi yaşamaya başladılar. 

 Böyle bir sürece girmelerinde dönemin tek parti hükümetinin payını da görmezden gelmemek gerekiyor. Baskı altına almaya çalıştıkları dini olgulara, dindar kesimin daha sert sahiplenmesine sebep oldular. Ve ülkede iktidar savaşları başladı.  

İslami kanat Adnan Menderes’le birlikte gücü ele geçirdi ve 10 yıl boyunca istedikleri gibi at koşturdular. Sağ görüşe en küçük bir eleştiriye tahammül edemeyen bir yönetim kuruldu ve karşıt görüşlü insanların seslerini duyurmalarına engel olundu. Sonra bir darbe ile 10 yıllık hükümleri sona erdi. Bu sefer dindar kesime karşı kılıçlar çekilmeye başlandı. Sonra darbeler darbeleri izledi, hükümetler üst üste devrildi, insanlar yıllarca çaresizliğin kollarına atıldı. 12 Eylül 1980’de yapılan darbeden sonra ibre tekrar dindar kesimden yana dönmeye başladı. Dili kesilen sol hareketin bir daha ayaklanmaması için dinciliğe sayısız imtiyaz verildi. “Düşmanınım düşmanı dostumdur.” ,ilkesi benimsenerek bu iş için birileri görevlendirildi… 

İşte böyle bir zamanda İzmir’de bir imam peyda oldu. Önceleri kimse varlığının farkına varmadı. Ama O,  dersini iyi çalışmıştı ve insanları nasıl kazanacağını çok iyi biliyordu. Sürekli her değişime karşı çıkan, korkular içinde yaşayan, dili sert bir dindar görüntüsü yerine; değişime ve gelişime açık, dili yumuşak bir karakter ortaya çıkardı. Bu yeni profil dost düşman her kesimin ilgisini ve takdirini kazandı. Çünkü o zamanlar hiç kimsenin birbirine karşı uygulamadığı “hoşgörü” kavramından bahsediyordu bu adam. “Hoşgörü” sürekli birbiriyle çatışan ve bu çatışmalardan bezmiş topluma bir umut kaynağı oldu. Bu sebeple insanlar İmam’ın dizinin dibinden ayrılmamaya başladılar ve plan başladı… 

Öncelikle ülkenin en büyük sorununun eğitim olduğu gerçeğini göz ardı etmeden çalışmaya başladı. Okullardaki fakir ve çalışkan çocukları gözlerine kestirdiler. Bu çocukları alıp kendi evlerinde düşünü kurdukları dünya için hazırlamaya başladılar. Bu çocuklar o evlerde işlenmeye ve yeni bir kimlik kazanmaya başladılar. Sonra uyguladıkları tekniğin tuttuğunu görünce, böyle evlerin sayısının çoğaltılması gerektiğini düşündüler. Bu uğurda zengin ve dindar insanların kapılarını çaldılar ve para istediler. Ama İmam diğer tarikat liderleri gibi değildi, önce davasına insanları inandırıp, daha sonra para istedi onlardan. İnanmayan insandan bir kez fedakârlık isteyebilirsin, ama sana inanmış insanı her zaman kullanma ve sömürme şansına sahipsindir. Sonra sırasıyla evler kursları, kurslar okulları, okullar fakülteleri izledi. Yapı git gide büyümeye ve toplumda etkin olmaya başladı. Artık cemaat ve İmam o kadar yükseğe ermişti ki; parti liderleri onlardan oy kapmak için sürekli İmam’ın kapısını çalmaya başladılar. İmam kimi isterse, O başbakan oldu, kimi isterse Onu cumhurbaşkanı yaptılar. İşin en garip tarafı da her şeyi korkusuzca ve insanların gözlerinin içine sokarak gerçekleştirdiler. Kocaman bir tepkisizler yığınının varlığı, tepki verme çabasında olanları da bastırdı. Çünkü kimseye fark ettirmeden ordu ve polis içinde örgütlenme meydana getirdiler. Okuttukları öğrencilerin buralarda kadrolaşmaları için her türlü ortamı sağladılar. Sonunda anlaşıldı ki; artık tüm kademelere cemaat hâkim olmuş ve artık birçok şey değişmiş bu ülkede. Eskiden İmam’a küfredenler bile rahatça hareket edebiliyorken; şimdi onun hakkında yazılmış ama henüz yayınlanmamış kitaplar yargılanmaya başlandı. Ülkenin aydınlarının büyük bir bölümünün dizginlerini elinde tutan bu yapılanma, çemberin dışında kalan muhalifleri de sindirmeyi ihmal etmiyor. Ve bunun en büyük sorumlusu gerçeği görüp susmayı tercih edenlerdir.  

Tüm korkuları hissedip, nedense tepki vermeden ilerliyoruz. Ya bu saatten sonra, varlığını kabul ettiğimiz bu “Korku imparatorluğu” nda ürpertiler içinde sıranın bize gelmesini bekleyeceğiz. Ya da korkularımızdan kurtulup haksızlığa ve yapılan yanlışlara karşı onurlu bir mücadele yürüteceğiz. Susmak ve korkakça yaşamak bize bir fayda sağlamaz. Unutmayalım ki: “Tavşan korktuğu için kaçmaz, kaçtığı için korkar”…

ÖNCEKİ HABER

G(ö)revdeydik

SONRAKİ HABER

‘Türkiye’nin geleceğini biz belirleyeceğiz’

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa