Bu 8 Mart kayda geçsin kayıp kadınlardan olmamak için
Bakın, 2011 rakamlarına göre 3 milyon kadarımız “ücretsiz aile işçisi” olarak çalışıyor, 1.5 milyon kadarımız bağımsız bir gelirden yoksun. Baba ya da koca eline bakıyoruz. Üçte ikimiz hayatımızı kendi kendine sürdürebilecek gelirden yoksun. Uğradığımız ayrımcı, cinsiyetçi politikalar bu rakamlarla birleşince, ortaya çıkan tablo bize sunulandan çok farklı. Hayatımızı köle gibi çalışmakla eşdeğer gördüren, bizi sağlığımızdan eden, öldüren esnek çalışmanın gerekli olduğuna dair raporlar bile yazılıyor. Büyüyen ekonomimizi dilinden düşürmeyen iktidar, ekonominin kim sayesinde ve kim için büyüdüğünü de anlatsa sahiden bize..
KADIN DEDİĞİN NE İŞ OLSA YAPAR!
Çalışma süreçlerimizi şöyle bir hatırlayalım haydi. İşe girerken “formaliteden sözleşme” dediğimiz şeyle karşılaşırız ilk. İşveren “sigorta istemiyorsan hemen yarın başla” der. Soramazsın ücreti, çalışma saatlerini, ne iş yapacağını, haklarını... “Ne iş olursa yapar” mantığı ile kadın işçiler çoğu zaman yemek yapma, işyerini temizleme, getir götür işleri, çay kahve servisleri gibi “ek işler” de yapıyor, ama kadınlar bunu daha çok “yardım” olarak algılıyor, bunun ek bir iş olduğunu ne kendine ne de patrona söyleyebiliyor.
Sigortasızlık mı dediniz? Efendim o sağlıksızlık demek bizler için. Çünkü sağlık hakkımızdan faydalanamıyoruz. Ya kocamızın ya babamızın sigortasıyla hallediyoruz, ya da doktora gitmiyoruz. Mesai saati kavramı zaten hak getire! Günde 12-13 saat... Bakın bir kadın işçi ne diyor: “Yarın yine geleceksiniz nasıl olsa kıvrılın yatın şuraya diyor bize patron. Zorunlu mesaiye kalmamız için imza attırdılar bize. Kalmayınca ‘işten çıkarırız’ diyorlar. Biz de mecburen kalıyoruz ne yapalım.”
Kadınların uysal olduğu, alacakları ücretin ne kadar olduğunu sormadığı, işverenin aşırı üretkenlik beklentisine cevap verdiği gibi genel bir kanı var. Elbette tüm bunlar keyfimizden olmuyor. Bir başımıza değiliz. Ardımızda düşüneceğimiz çok insan var. Nasıl geçinirim? Çocuklara nasıl bakarım? Ya faturalar? Elalem ne der? Derken bir hayatı yeniden üretirken bir hayatı kendi ellerimizle bitiriyoruz. Öyle değil mi? İstediğimiz şey çok mu imkansız? Sigortalı bir iş istemenin, sendikaya üye olmak istemenin neresi suç? İşverenin işlediği bunca suç ne olacak? Kayıtdışı çalıştırmak demek dolandırıcılığın daniskası değil mi? Peki ya bir insana istemediği bir şey verilebilir mi?
OYSA BİZİM EMEĞİMİZLE GÜZELLEŞİYOR DÜNYA
Ücretler ise çoğu zaman asgari ücretin altında. Hal böyle olunca 774 liranın kendisine razı oluyoruz. Reglimiz düzensizleşiyor, ruh sağlığımız bozuluyor, makine başında geçip giden bir ömür var geriye kalan. Makineler erkek vücuduna göre tasarlanıyor, yaralanıyoruz . Tozların, boyaların yol açtığı gaz solumaları, cilt ve solunum yolu hastalıkları ile boğuşuyoruz. Dünyadaki işlerin üçte ikisini yapıyoruz ama ancak onda birinin karşılığını alabiliyoruz. Oysa ki bizim emeğimizle güzelleşmiyor mu bu dünya?
Ne çocuklarımıza ne de kendimize zaman ayırabiliyoruz. Bir tekstil işçisi patronu ile arasında geçen diyaloğu anlatıyor: “Kızımın müsameresine gitmek istedim. Patron izin vermedi, gidemezsin dedi. Çocuğunu düşünüyorsan çalışmayacaksın. Dedim ki ben zaten çocuğum için çalışıyorum. Sırf o okusun diye..”
Emeklilik ise zaten bir hayal. 65 yaş! İnsan gülse mi ağlasa mı bilemiyor. Kadınların emeklilik hayalleri çoktan ellerinden alındığı için sosyal güvence talebi de “ayrıntı” olarak görülüyor. “Bu yaştan sonra ne yapayım sigortayı, zaten geç başladım çalışmaya, ben öldükten sonra gelecek emekliliği ne yapayım?” diyorlar.
8 MART’A EL ELE
8 SAAT işgünü hakkımızın bedeli hayatımız olduysa da, bir mücadeleyle kazandık onu. 1857 yılında New York’ta 129 dokuma işçisi kadının yanarak can vermesinin ardından emekçi kadınlar İngiltere’de “Ulusal Kadın İşçiler Birliği”ni kurdu, Amerika’da da Ulusal Ekmek Birliği’ni. 1889’da Londra’da 700 kibritçi kadın işçi, vasıfsız işçiler arasında sendikalaşmayı başlatan bir kıvılcımdı. Kibritçi kızlar ve kadınlar dehşet verici koşullar altında çalışmaktaydı. Beyaz fosforla çalıştıkları için çene kemikleri çürüyor, yemek yiyemiyorlardı. Çalışma koşullarının düzeltilmesi için yaptıkları grev büyük destek gördü. 1908’de, “beyaz fosfor” maddesi bu sayede yasaklandı. Şimdi onlardan aldığımız mirasla yeni bir 8 Mart’a yaklaşıyoruz. Sigortalı, tam güvenceli, insanca yaşayacak bir ücret aldığımız, kreş hakkımızı, doğum iznimizi kullanabildiğimiz, resmi kayıtlara geçebildiğimiz bir iş hakkı en temel talebimiz olmalı öyleyse. Zira bu sistem yaşam koşullarımızı iyileştirmiyor, aksine kötüleştiriyor. Şimdi ise kazanılmış haklarımıza sahip çıkarak, tıpkı Rosa Lüksemburg’un dediği gibi: “Hakkın haksızlığa dönüştüğü yerde direniş bir sorumluluktur” diyerek, kaybolduğumuz bu cendereden çıkmak için hep birlikte 8 Mart’a…
Evrensel'i Takip Et