25 Nisan 2011 14:16

Demokrasinin düzeyini ezilenlerin mücadelesi belirler

Türkiye’de demokratikleşme hep egemenler tarafından yukarıdan devleti ellerinde tutan kadroların halka lütfu olarak açıklandı. Bugün de Türkiye, ağır bir propaganda kampanyasının etkisiyle, iktidar eliyle demokratikleşme söylemiyle kuşatılmış durumda. Peki Türkiye Cumhuriyeti tarihi bize bu konuda ne söylüyor? Gerçekten

Demokrasinin düzeyini ezilenlerin mücadelesi belirler
Paylaş
Mustafa Kahveci


Türkiye’de genel algı demokrasinin yukarıdan devleti kuran ve yöneten güçler tarafından halka verdiği haklar şeklindedir. Bu gerçekten doğru mudur?
Türkiye’de cumhuriyetin ilk dönemlerine bakıldığında sendikalar yok ancak işçilerin cemiyetleri var. İşçiler, amele cemiyetleri kurarak bir araya geliyor ve haklarını talep ediyor. ‘46’larda Saraçhane mitingi var. O dönemde sendikalar tam oluşmamış, yeni yeni iş kollarında kurulmuş sendikalar var. Türk İş henüz ortalarda yok. İşçiler iş yerlerinde örgütlenerek mücadeleye yöneliyor. Belli bir mücadelenin sonucunda birtakım haklar tanınıyor.
Yakın tarihte kamu emekçilerinin mücadele süreci de benzerdir. Kamu emekçileri ‘90’ların başında örgütlenip mücadeleye yöneldiklerinde ortada ne sendika ne de yasa vardı. Meşru mücadele hattının ardından yasalar çıkartıldı. Yasalarla da hareket kısıtlandı ve yasanın olmadığı dönemden bile geriye götürüldü.

Grev hakkının mimarı kimdir Ecevit mi? Yoksa Kavel işçilerinde kristalize olan işçi hareketinin kendisi midir?
İşçi hareketinin kendisidir. Zaman zaman söyleniyor, Sendikalar Yasası Ecevit’in bakanlığı döneminde çıkmış. Bu doğru ancak bunu Ecevit ve siyasal iktidar bahşetmiş değil. Dönemin iktidarı, gelişen, sürekli büyüyen, farklı tepkileri de içinde barındıran sınıf hareketini bastırmaya ve onu yasal bir çerçeve içine almak, sistemin kontrolüne sokmak için böylesi bir sendikalar, grev ve toplusözleşme yasası çıkartmak zorunda kaldılar. Bu, dönemsel olarak Ecevit’e denk gelmiştir. O zaman bakıldığında sermaye iktidarları sınıf hareketi karşısında duramayacaklarını bildikleri için onu pasifize etmek ve sistemin içine alma umuduyla bu hakkı vermek zorunda kalmıştır.

Demokrasinin ölçütü olarak gösteri yapma, örgütlenme, fikir özgürlüğü önemli kriterler olarak ortaya konur. Bu bakımdan Türkiye tarihi pek çok kırılma noktasına sahiptir. Bir sınıf hareketi olarak 15-16 Haziran direnişi de bu tarihin çok önemli bir kilometre taşı. İşçiler neden sokaklara döküldü ve o dönemde karşı karşıya gelen güçler kimlerdi?  
15-16 Haziranda sendikalar yasasında bir değişiklik yapmak istediler. O dönemde DİSK büyüyen bir sendikaydı. Buna karşı DİSK’i baraj altında bırakacak bir yasa hazırlığı yaparak tavır aldılar. Buna karşı sadece DİSK’e bağlı işçiler değil, Türk İş’e bağlı pek çok iş yerinde de işçiler yürüyüşe başladı. Siyasal iktidarın sendikal mücadeleyi engelleyen, DİSK’i işlemez hale getiren baraj getirme planına tepki gösterdiler. O dönemde DİSK’in Türkiye’deki üye sayısı 100-150 bin civarında ama sadece İstanbul’da Kocaeli’de 200 binin üzerinde işçi alana çıktı. İşçiler bu sendikaları yok sayan anlayışa karşı sokağa döküldüler. Ben o zaman işçiydim. Biz ikinci gün katılmıştık 16 Haziranda. Karayollarından ağaç işlerinden, Türk-İş’ e bağlı Harb-İş üyeleri, hepsi sokağa çıktı.

Bunun karşısında devletin tavrı ne oldu?
Miting sırasında işçilere saldırıldı. Sonradan devlet geri adım attı. İstediği yasal düzenlemeyi yapamadı. Ancak sendikal bürokrasi her dönemde sınıf hareketine karşı bir supap görevi gördü. O dönemde de 15-16 Haziranın hazırlayıcısı olan DİSK işçilerin yürüyüşünde radyolardan çağrılar yaptı -o zaman televizyonlar yoktu- “Gitmeyin, provokatörler var içinizde, dönün” diye. Sendikalar işçilerin taleplerini sadece ücretle sınırladı. Oysa işçilerin siyasal talepleri de vardı. Ancak sendikal bürokrasi bunun önünü kesti.

Tarihsel sıraya uygun olarak devam etsek... Aklıma DGM direnişi geliyor...
Devlet Güvenlik Mahkemeleri mahkemelerinin kuruluş dönemiydi.İşçi sınıfı bu mahkemelerin kurulmasına politik ve doğru bakıyordu. DİSK, DİSK’e bağlı sendikaların içerisindeki iş yeri temsilcileri de politik baktığı için DGM’lerin kuruluşuna karşı çıkılıyordu. 12 Eylül darbesinin ardından DGM’ler kuruldu, bir sürü işçi yargılandı, ceza aldı. O dönemde işçi sınıfı mücadeleyi bastırmak için bu mahkemelerin kurulduğunu gördüğünden buna karşı semt semt, iş yeri iş yeri örgütlendi. Bu konuda da ne kadar haklı olduğu 12 Eylülde yaşananlarda ortaya çıktı. Biz 12 Eylülden sonra defalarca DGM’lerde yargılandık. “Sınıfın iktidarı” dediğim bir  panele katıldım. Ben sendikacıydım ve bana bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki tahakkümünü sağlamaktan dava açıldı. Bu madde yüzünden hakkımızda bir sürü dava açıldı. 12 Eylül oldu. Bu dönemde sistem, işçi sınıfının önderlerini tasfiye etti. Bir kısmı tutuklandı, bir kısmı yurt dışına gitmek zorunda kaldı, ancak daha çok da ileri unsurlar işten atıldı. Benim bizzat yaşadığım şöyle bir örnek var. Ağabeyim Arçelik’te Baştemsilci idi. İstanbul’da hiçbir yerde iş bulamadı. Patronlar kara liste yaptı sıkıyönetimle beraber. O kara liste bütün fabrikalara verildi ve o listede ismi olan işçiler hiçbir yerde iş bulamadı. Ağabeyim de işte bu listedeydi. En sonunda Kars’a gidip kahvecilik yapmak zorunda kaldı. Bu çok bilinçli bir olaydı. Sınıf önderlerini, öncü işçileri sınıftan kopartıp köyüne dönmek zorunda bıraktılar. Ben EGO’da çalışıyordum 12 Eylül döneminde. Bir sürü işçi önderi gözaltına alındı. EGO’da işçi önderlerinin hepsi tasfiye edildi. Hiçbir yerde de iş bulamadılar.

Siz az evvel bir sınıfın başka bir sınıf üzerinde tahakkümünden yargılandığınızı anlattınız. Ancak 12 Eylül sanki başka bir sınıfın tahakkümü gibi...
Türkiye’de zaten bir sınıfın iktidarı var. Cumhuriyet tarihi boyunca sermaye sınıfı iktidar olmuştur. Hiçbir koşulda işçi sınıfı iktidar olmamıştır. 12 Eylül öncesi işçi sınıfı bunun farkındaydı. 12 Eylülden sonra öyle bir kuşak yaratıldı ki bunun farkında olamadılar.

Ambarlarda biz işçilerin ekmeklerini büyütmek için mücadele ettiğimizde onlarca iş yeri temsilcimiz, şube yöneticimiz bizimle birlikte gözaltına alındı, baskı gördü. Sonuçta sistemi değiştirmek, iktidarı devirmek gibi amaçlardan bahsetmiyorum. Daha iyi ücret mücadeleleri bile çok şiddetli bir biçimde saldırıya uğradı. Bu DGM’lerde işverenlerin şikayeti ile yargılandık. Hiçbir hak kırıntısı sermaye partileri tarafından, bu düzen tarafından verilmemiştir. Bunların hepsi bir mücadelenin sonucudur.

12 Eylülle hesaplaşma şimdi çok popüler... Peki darbe yapılırken bugün yeni anayasa yapan TÜSİAD, sermaye partileri ne yaptılar?
12 Eylülün ardından TÜSİAD’ın Başkanı Halit Narin “Yıllarca biz ağladık şimdi sıra işçilerde” demişti. Bunun anlamı çok açıktır. 12 Eylül darbesini askeriyle TÜSİAD’ıyla uluslararası sermaye ile planladılar ve yaptılar. 12 Eylülün ardından yapılan değişiklikler de bunun göstergesidir. Sendikalar yasası değiştirildi, grev ve toplusözleşme yasası değiştirildi, noter şartı getirildi, baraj getirildi, greve çıkmanın önüne bir sürü engel konuldu. Bugüne kadar da bu yasaların hiçbiri değişmedi. Anayasanın 120 maddesi değiştirildi ancak işçilerin örgütlenme özgürlüğünün önünde engel olan yasaların hiç biri değişmedi. İleri demokrasiden bahseden siyasal iktidarlar bu maddeleri değiştirsin.

Bugün bakıldığında 12 Eylülün olduğu noktada değiliz. Darbenin yarattığı iklimden nasıl çıkıldı? Mesela 12 Eylül sonrası ilk 1 Mayıs nasıl kutlandı? Yasal mıydı?
12 Eylül darbesi sonrası uzun süre 1 Mayıs kutlanmadı. O dönemde siyasi çevreler Taksim’de eylem yapmayı zorluyordu. ‘88 yılında sendikalar 1 Mayısı kutlamaya karar verdi. İş yerlerinde toplantılar yapıldı. Belli sendikalar bir araya geldi.. Petrol-İş, Hava-İş, Laspetkim İş, Deri-İş bir de bağımsız Otomobil İş sendikası vardı. Bir araya geldik ve Mecidiyeköy’de 1 Mayıs kutlamak için karar aldık. İstanbul’da bütün işçiler buraya gelecek ve 1 Mayısı kutlayacak. Eğer gözaltı olacaksa, herkes gözaltına alınacak. Hatta 1 Mayıs öncesi tedbirler aldık. Emniyet, bizi 1 Mayıs öncesi gözaltına almasın diye kendi evimizden başka evlerde kalmaya başladık. Biz(TÜMTİS) Ambarlar’da, Deri-İş, Kazlıçeşme’de en dinamik güçlerdi. 1 Mayıs sabahı Laspetkim İş ( şimdiki Lastik İş) sendikasında toplantı yaptık. Tertip komitesi Başkanı o zamanın Petrol-İş Genel Başkanı Münir Ceylan’dı. Bir  tedirginlik vardı. Bakanlarla görüşüyorlardı, eski Petrol-İş Genel Başkanı Cevdet Selvi SHP milletvekiliydi. Bu görüşmelerin ardından bunlar, polis kesin nişancılarla bizi binadan çıktığımızda vuracak diye 1 Mayıs kutlamaktan vazgeçti. Biz tabanı hazırlamıştık. Ambarlar polis işgali olacak, Kazlıçeşme çıkamayacak dendi, olacağını biliyorduk, biz buna hazırlanmıştık. Oradan yürümeye başlayacaktık nereye kadar yürüyebilirsek. Ancak o dönem de sendikalar şimdiki gibi geri adım attı. O zaman ben TÜMTİS’in, Mehmet Kılınçaslan Deri-İş’in Genel Sekreteriydi. Petrol-İş’in Genel Sekreteri, Otomobil İş’in genel Sekreteri bir araya geldik. Sendika başkanlarına başkaldırdık ve “Biz tabana söz verdik 1 Mayısı kutlayacağız” diyerek indik aşağıya. Otomobil İş’in Genel Sekreteri ile Petrol-İş’in Genel Sekreteri aşağıya indiğimizde gözaltına alındı. Saat tam 10.00 oldu. Biz, Mehmet Kılınçaslan başladık yaşasın 1 Mayıs diye. Sokaklarda hiç kimse görünmüyordu bir anda Mecidiyeköy’ün her yerinden on binlerce işçi bir araya geldi. Hayatımda hiçbir zaman unutamayacağım andır bu. Buradan Hürriyet tepesine doğru yürüyüşe geçtik. 1 Mayısı 12 Eylül sonrası işte orada başlattık.

Bugüne bakalım..
Aynı şeyler yaşanıyor. Emek, Demokrasi Özgürlük Blokunun adaylarından 7-8 tanesini sistem tasfiye etmek istedi. Bunun karşısında halk hareketini görünce iki gün sonra geri adım atmak zorunda kaldı. Yani her hak mücadelenin sonucunda alınır. 78 gün direnen TEKEL işçileri Ankara sokaklarında çadır kurulurken grev çadırı kurulamaz, kanuna aykırı deniyordu. TEKEL işçileri direndi ve hem bunları yerle bir etti hem de Danıştay bu mücadelenin ardından 4-c’nin iptali için Anayasa Mahkemesine götürdü. Direnişin üzerinden 1 yıl geçtikten sonra Anayasa Mahkemesi hem iptal talebini reddetti hem de 111 sendikacı ve işçi hakkında dava açıldı. Şimdi güce bakalım eğer sendikalar biraz namuslu olsaydı, Türk İş, TEKEL işçilerinin mücadelesine sahip çıksaydı hem  4-c Anayasa Mahkemesinde iptal edilecekti, hem de bu 111 kişi hakkında dava açma gücü bulamayacaklardı. Bu, güç meselesidir. Sen güçlüysen, işçi sınıfını birleştirebilirsen, halkı sokaklara dökebilirsen yasal düzenleme arkasından gelir. TEKEL işçilerinin mücadelesi YSK kararında yaşadıklarımız bunun göstergesidir. Bu Türkiye’de hakların nasıl alındığının göstergesidir.

Sonra yavaş yavaş Taksim’e kadar giden süreç yaşandı..
Taksim’e kadar geldi sonrasında süreç. Taksim’i sonuç olarak AKP iktidarı mı açtı? On yıldır yüzlerce insan gözaltına alındı, tutuklananlar oldu, can verildi bedeller ödendi. Yani Kadıköy’de 3 işçi öldürüldü, Taksim’e çıkarken Mehmet Akif Dalcı öldürüldü. Yani Hak hiçbir zaman verilmedi. Hak, bir mücadelenin sonucu elde edildi ve  bu, mücadelenin önünü kesmek için kullanılmak istendi.

Hak almak için, mücadele etmek için kitlesel bir desteğe sahipsen, birleşebilirsen bir hak alabilirsin yoksa burjuvazinin çizdiği sınırlara hapsolursun. Eğer bugün gençler YGS’deki kopyaya karşı mücadele ediyorsa eğer sağlık emekçileri performansa karşı grev yapıyorsa, kazanmanın yolu birleşik bir mücadeleden geçer. Bugünkü yasalarla bu mücadeleye girenler baskı görecek, gözaltına alınacak, ancak kitlesel olursa bunlar aşılabilir. Türkiye’de ezilenlerin kurtuluşu kendi mücadelelerindedir. Türkiye’de demokrasinin düzeyi de ezilenlerin mücadelesinin düzeyine bağlıdır. Mücadele geliştikçe demokrasi de gelişecektir. Emekçiler, ezilenler hem ekonomik hem siyasal olarak haklarını alacaktır. Kapitalist sistemin saldırganlığı karşısında da bunun başka bir yolu yoktur.

ÖNCEKİ HABER

Sendikasız işçiler de 1 Mayıs alanına

SONRAKİ HABER

Sosyalist demokrasi ve Paris Komünü

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...