Yazar Üzeyir Karahasanoğlu: Kıymetli olan metindir, kapaklardaki işaretler değil
"Kısa öykünün şiirden aldığı bir el var. Susmak, boşluklar bırakmak, öyküyü okurun hayal dünyasında sürdürmek…"

Fotoğraf: Kadir İncesu
Yiğit Kerim ARSLAN
Üzeyir Karahasanoğlu Zonguldak’ta edebiyat öğretmenliği yapıyor. Öykü, deneme, eleştiri, inceleme yazıları çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı. Aynı zamanda altıyedi dergisinin yayın kurulunda. Geçmişi Beklemek isimli dosyasıyla 2022 yılında Sennur Sezer Emek-Direniş Öykü Ödülü’ne değer görüldü. Karahasanoğlu kendi deyimiyle “Kurmaca ile gerçeğin iç içe geçtiğini bilecek kadar hayal kuruyor, okuyor, yazıyor”.
Editörlüğünü yaptığınız altıyedi dergisinin yedinci sayısının dosya konusu “Geçmişi Beklemek”ti, kitabın ismi buradan mı geliyor?
Bahsettiğiniz sayıyı 2021’in başında yayımladık. Zaman geçti, ömür sürdü, altıyedi de beş yılın tecrübesine kavuştu; benim “Geçmişi Beklemek” ismine meylimse hiç geçmedi. Evet, o dosya konusunun benden çıktığı tahmin edilebilir bir şey. Bu isim, o vakitlerde yazdığım, sonradan -ismi de dahil- epey değiştirerek bambaşka bir öykü haline getirdiğim bir öykümdür. Yani kitabın adı, kitaptan önce oluştu diyebilirim. İmgesel, çağrışımlara açık, başkalarınca kullanılamayacak bir isim olması da cabası.
"HİÇBİR ZAMAN YENİLİKÇİ BULUNMAMA KAYGISI TAŞIMADIM"
“Kefal Avı” isimli öykünüz Sait Faik’i anımsatırken, birçok öykünüzde zaman-yalnızlık-doğa izleğini görüyoruz… Günümüzde ise daha çok postmodern öykü ve romanlarla karşılaşıyoruz. Kitabınızın “yenilikçi” bulunmayacağı gibi bir kaygınız oldu mu?
Kefal Avı’nda herkes Sait Faik tadı alıyor. Ne âlâ! Evet, Kefal Avı’nın ruhu Sait Faik’tir, benim de kendisine vefa bağımdır. Daha öteye geçirmedim. Dolayısıyla titiz okurlar, diğer öykülerde böyle bir yakınlık göremezler. Ki zaten kitapta Erdal Öz, Kadri Öztopçu, İrfan Yalçın’a ithaf edilmiş öyküler var. İlla bir yakınlıktan söz edilecekse bu üç isim daha uygun olurdu. Ne var ki bu yakınlık da andığım yazarların öykü dünyalarına, öykü seslerine duyduğum sıcaklıktan ibaret.
Kimi yazarlar var ki postmodernizme sıkı sıkıya bağlılar kimileriyse postmodernizm denmesiyle homurdanıyorlar. İkisine de lüzum yok. Ne kızgınlıkla ne de aidiyet bağıyla izah edilebilir bir akım postmodernizm. Başkalarının tercihleri şöyle dursun; postmodernizmin olanaklarını, postmodern metinlerde sıkça kullanılan teknikleri kendimce kullanıyorum. Ki bu durum, benim metnimi ne postmoderne ne de onun karşı cephesine bağlıyor. Sonuç olarak Geçmişi Beklemek; modernle klasiği harmanlayan, postmodern tekniklerin mebzul miktarda kullanıldığı öykülerdir. Dolasıyla hiçbir zaman yenilikçi bulunmama kaygısı taşımadım.
Geçmişi Beklemek’teki öyküler, birbirine uzak kalmıyor. Kitaba bir bütün olarak bakabiliyor, öyküler arasında ilişki kurabiliyoruz. Sizce, belli bir anlatımı takip etmek mi daha doğrudur yoksa sürekli dili değiştirip farklı bir yapı kurmak mı?
Geçmişi Beklemek belli yakınlığı olan, bir bütün gözüyle bakılsın dediğim bir güldeste. Böyle olmasını ben arzuladım. Ancak kitaptaki on dört öykünün her biri başka. Anlatıcı tercihlerinden kullanılan tekniklere, anlatım tercihlerinden yaratılan öykü iklimine kadar nice farklılıkları var. Dolayısıyla bu öyküler bir izlek olarak benzer bir yolu tuttursalar da her birinin yolculuğu farklı. Böyle de olmalı. Hep aynı yoldan gitmek, hem okura hem öyküye haksızlık.
"DÜNYANIN VE MEMLEKETİN HALLERİNDE KONU BİTMEZ"
Bazen kitaplarda, olağanüstü yetenekleri olan; kusursuz iyi veya tamamen kötü karakterlerle karşılaşabiliyoruz. Bunlar çoğu zaman tesadüflerle, gizemlerle kurulmuş ve “akıcı” diye adlandırılan kitaplar oluyor. Sizinse öykülerinizdeki karakterler, günlük hayatta karşılaşabileceğimiz kişiler. Hikayeleri de öyle. Aslında sıkıcı diyebileceğimiz kişileri ve hikayelerini anlatmak, macera dolu hikayeleri anlatmaktan daha zor olmalı…
Kusursuz kahramanlar, olmayacak tesadüfler Tanzimat Dönemi’nde ya da macera romanlarında kaldı. Nitelikli edebiyatın sırrıysa hâlâ ne anlattığında değil, nasıl anlattığında saklı. Dolayısıyla önce biçeme bakmak lazım. Nitelikli kalem, defalarca işlenmiş bir konuyu özgün bir anlatımla benzersiz kılabilir.
Evet, ben öykülerimde gerçek hayatta rastlayabileceğimiz kişilerin hikayelerini anlatıyorum. Mesela on iki yaşındaki bir kıza, kızın evinde, kardeşinin gözleri önünde tecavüz edebilen, sonra da ne olur ne olmaz diye kızı öldürebilen bir ergen erkeğin sıradanlığını… Yaşadığımız çağ, ne yazık ki kusursuz kötülüğün sıradanlaştığı bir zamanı bize defalarca kanıtlamadı mı? Yani yazar yeter ki nitelikli anlatsın; dünyanın ve memleketin hallerinde konu bitmez.
"TOPLUMCU GERÇEKÇİ EDEBİYATI TERCİH ETMİYORUM"
Sennur Sezer Emek-Direniş Öykü Ödülü’nü kazandınız. Geçmişi Beklemek’te belirgin bir toplumcu-gerçekçi yapı yok fakat bazı yerlerde belli sorunlara değiniyorsunuz…
Toplumcu gerçekçi edebiyatı tercih etmiyorum. Evet, hiç kuşkusuz toplumsal konulardan, bireylerin kanayan yaralarından bahsediyorum ancak bir çözüm yolu göstermek haddime değil. Bir başka deyişle siyaseti eserime konu malzemesi yapsam da eserimi siyasete malzeme yapmam. Öyküden bir sonuç çıkacaksa bunu bizzat okurun yapması gerektiğine inanırım ki öykü okuru, sıradan okurdan katbekat donanımlıdır. Ayrıca yaşadığımız dönemi bu tarz bir edebiyatla da uzaktan yakından ilgili görmüyorum. Siyasetin bugün var, yarın yok rüzgarına eserini teslim edenlerin vay haline!
“Şiirden öyküye geçiş” bir dönem çok konuşulmuştu. Birçok şairin öykü yazmaya başlamasını nasıl yorumluyorsunuz?
Öyküyü, romandan ziyade şiire yakın bulduğumu, hatta çoğu kez öykümü şiirin dehlizlerine sürdüğümü hep söylüyorum. Özellikle kısa öykünün şiirden aldığı bir el var. Susmak, boşluklar bırakmak, öyküyü okurun hayal dünyasında sürdürmek… Bunlar hep şiirle yaratılan temaslardan… Ben de şiirden beslenerek öykümün ateşini sürekli diri tutuyorum. Dolayısıyla şairlerin öykü yazmalarına hiç itirazım yok; buyursunlar, yazsınlar. Öykücüler de şiir yazabilirler pekâlâ. Neticede birbirine benzeyen öykülerden, vasat şiirlerden usandığımız şu dönemde edebiyatımız adına taze bir soluk olur.
‘SİSLİ PUSLU ZAMANLARDAN GEÇİYORUZ’
Türkiye’de kültür-sanat alanında gelişme görüyor musunuz?
Sisli puslu zamanlardan geçiyoruz ki böyle zamanlarda var olan niteliği korumak bile başlı başına bir kazanımdır diye düşünüyorum. Gelgelelim illa bir gelişmeden söz edilecekse şunlardan bahsetmek gerek: Kendini dev aynasında gören mecralardan, gereksiz tartışmalardan uzaklaşmalı; farklılıkları gözeten, dışlamayan, yok saymayan mekanlar ve tartışmalar tercih etmeli. Merkeze konuşlanan dergilerdense altıyedi’yi, Mavi Yeşil’i, Güney’i, Sincan İstasyonu’nu, yeni e’yi takip etmeli. Böylece kültür sanatı bizzat tohumuyla, toprağıyla beslerken oralarla beraber büyüyebiliriz.
Okurlarımıza, okur-yazarlarımıza sağduyu, bunun içinse tercihlerinde markaları gözetmedikleri ısrarlı ve sade zamanlar gerek. Öyle ki kıymetli olan metindir, kapaklardaki işaretler değil. Bu bağlamda Manos, Vacilondo, Pikaresk, Epona, Fihrist gibi yayınevlerine daha yakından bakmalı.
Özellikle şair taifesinden bazı kalemlerin edebi zorlayan tartışmalarından uzak durmayı ısrarla öneririm ki edepsizlikten edebiyat çıktığı görülmemiştir. Dolayısıyla niyeti bozuk, kof siyasetle ve öfkeyle şişirilmiş, sinir uçlarımıza dokunmaktan başka bir işlevi kalmayan bu tartışmaların nefret iklimini körüklediğini unutmamalıyız.
Sonuç olarak edebiyatla anılan kişi önce kendine sormalı: “Evet, Üzeyir sen bu saydıklarının ne kadarını yapıyorsun?” Gönlüm rahat. O nedenle evet, kültür sanat yaşamımızda gelişme her daim vardır, var olacaktır.
Evrensel'i Takip Et