16 Mart 2022 00:37

Bir halkın trajedisi ve emperyalist ikiyüzlülük: Halepçe

Saddam diktatörlüğü 34 yıl önce bugün Halepçe’deki Kürtlerin üzerine kimyasal silahlarla bomba yağdırmıştı. Batılı emperyalistler iki yıl sonra Saddam'la araları bozulunca katliamı gündeme getirdiler.

Lahey'deki Halepçe anıtı|Fotoğraf: AA

Paylaş

Yusuf KARADAŞ

Varlığı yok sayılan, ulusal demokratik talepleri şiddetle bastırılan bir halkın son yüzyıllık tarihinin en dramatik sahnelerinden biridir Halepçe…

O dönem emperyalistler tarafından desteklenip silahlandırılan Irak’taki Saddam diktatörlüğü, 16 Mart 1988’de Halepçe’deki Kürtlerin üzerine kimyasal silahlarla bomba yağdırmıştı. Halepçe’ye düzenlenen kimyasal gaz bombardımanı sonrasında çoğunluğu çocuk ve kadın olmak üzere 6 bini aşkın insan yaşamını yitirmiş ve yaklaşık 15 bin kişi de yaralanmıştı.

Ancak Halepçe’de uygulanan insanlık suçu sadece Saddam diktatörlüğünün katliamcı yüzünü göstermekle kalmamıştı. Bu katliam, aynı zamanda bugün Ukrayna savaşı üzerinden kendilerini ezilen halkların, barışın ve demokrasinin savunucusu gibi göstermeye çalışan Batılı emperyalistlerin ikiyüzlülüğünü de açığa çıkarmıştı. Önceleri Saddam gericiliğini İran’daki molla rejimine karşı destekledikleri için katliamı görmezden gelen Batılı emperyalistler, Halepçe’yi ancak Saddam Kuveyt’e girip bölgesel (Ortadoğu) çıkarları için tehdit oluşturmaya başlayınca hatırlamışlardı!

Aslında Kürtleri bölge gericilikleri ile böylesine yüz yüze bırakan politikaların temelleri de emperyalistler tarafından atılmıştı.

Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sürecinde Ortadoğu’daki paylaşım haritasının genel çizgileri İngiliz ve Fransızlar arasında imzalanan gizli Sykes-Picot Anlaşması (16 Mayıs 1916) ile belirlenmişti. Emperyalistlerin kendi çıkarları temelinde belirledikleri bu paylaşım haritası ile Kürdistan coğrafyası dörde bölünmüş ve Kürtlerin ulusal-demokratik istemlerinin iş birlikçi bölge gericilikleri tarafından zorla bastırılmasının önü açılmıştı.

O tarihten bu yana batılı emperyalistlerin Kürt sorununa yaklaşımını kendi bölgesel çıkarları belirledi ve belirlemeye devam ediyor.

Tıpkı Irak Kürtlerinin Molla Mustafa Barzani önderliğinde 1970-75 yılları arasında Baas yönetimine karşı yürüttükleri ulusal mücadele sürecinde olduğu gibi…

Irak’ta Baas Partisi (Arap Sosyalist Baas Partisi) 1969’da yönetimi tamamen ele geçirmişti. Baas’ın yönetimi ele geçirmesinden resmen devlet başkanı olacağı 1979’a kadar ülkeyi fiilen yöneten Saddam Hüseyin, 1970’te Irak Kürtlerinin Lideri Molla Mustafa Barzani ile Kürtlere özerklik tanıyan bir anlaşma imzalamıştı. Ancak Baas yönetiminin bu anlaşmayı uygulamaya geçirmeye yanaşmaması üzerine Kürtler yönetime karşı silahlı mücadele başlatmıştı. İran’daki Batı yanlısı şah yönetimi ve ABD emperyalizmi, Kürtlerin başlattığı mücadeleyi o dönem Sovyetler Birliği’ne yanaşan Baas yönetimine karşı bir koz olarak kullanıp desteklediler.

Ta ki, 1975’te Saddam Hüseyin ile İran Şahı Rıza Pehlevi arasında ‘Cezayir Anlaşması’nın imzalanmasına kadar. Cezayir’de imzalanan “Sınır ve İyi Komşuluk Anlaşması” ile Baas yönetimi kara ve nehir sınırlarının belirlenmesinde İran yönetiminin lehine bazı tavizler verince Şah yönetimi ve ABD’nin Kürtlere desteği de kesilmişti.

ABD emperyalizmi ve İsrail’in bölgedeki en önemli müttefiki konumunda bulunan İran Şahı Pehlevi’nin, Cezayir Anlaşması sonrası Mısırlı Gazeteci Hasan El Heykel ile yaptığı röportajda söyledikleri durumu yoruma gerek bırakmayacak şekilde bütün açıklığıyla ortaya seriyordu:

“Irak’taki rejimler yıllarca bize düşmanlık gösterdi. Kürt devrimi fırsat oldu ve biz de onlardan yararlandık. Yoksa biz Kürt meselesinin meydana gelmesini ister miydik? Tabii ki hayır. Şunu biliniz ki biz büyük bir Kürt azınlığa sahibiz.”

İran’da Şah rejimi 1979’da gerçekleşen devrim ile yıkılmış ve Humeyni öncülündeki mollalar iktidarı ele geçirmişti. Bölgedeki en önemli dayanaklarından birini kaybeden ABD öncülüğündeki Batılı emperyalistler bu kez Saddam’ı İran’daki molla rejimine saldırması için kışkırtmış ve 1980’de 8 yıl sürecek olan İran-Irak Savaşı başlamıştı.

Molla rejimine karşı kolay bir zafer bekleyen Saddam, savaş uzadıkça “içerideki düşmanlar” olarak gördüğü Kürtlere ve Şiilere yönelik saldırı ve katliamlara yönelmişti. Saddam’ın kuzeni ve Irak ordusunun Kuzey Cephesi Komutanı olan Korgeneral Ali Hasan el Mecid komutasında 1986-1989 yılları arasında Kürtlere yönelik El-Enfal Operasyonu sürdürüldü. Kur’an’daki bir sureden adını alan ve ‘savaş ganimeti’ anlamına gelen El-Enfal operasyonu boyunca en az 100 bin (kimi kaynaklara göre 180 bin) Kürt katledildi.

Mart 1988’de İran ordusu Irak’a karşı genel bir harekat başlatınca Ali Hasan el Mecid de o tarihten sonra “Kimyasal Ali” lakabıyla anılmasını sağlayan Kürtlere karşı kimyasal silah kullanılması emrini vermiş ve 16 Mart 1988’de 8 rejim uçağı ‘hardal’ ve ‘sarin’ gazları olarak bilinen kimyasal bombalarla Halepçe’ye saldırı düzenlemişti. Bütün canlıları yok eden ve öldürücü etkisi yıllarca süren bu kimyasal silah saldırısında Birleşmiş Milletler (BM) kayıtlarına göre çoğu çocuk, kadın ve yaşlı olmak üzere 6 bin 357 kişi zehirlenerek ya da yanarak can vermiş ve 14 bin 765 kişi de ağır derecede yaralanmıştı.

Halepçe Katliamı’ndan sonra bölgeye giden gazeteciler kimyasal silahlarla yapılan saldırının korkunç boyutlarını açığa çıkardıkları halde İran-Irak Savaşı boyunca Saddam rejimini destekleyen ABD, İngiltere, Fransa, İtalya, Hollanda gibi Batılı emperyalist ve kapitalist ülkeler bu katliam karşısında büyük oranda sessizliklerini korudular. Bu Batılı emperyalist ve kapitalist ülkelerin suç ortaklığı sadece katliama karşı sessiz kalmalarıyla da sınırlı değildi. Saddam yönetiminin kimyasal silah yapımında kullandığı maddelerin büyük çoğunluğu da bu ülkelerin şirketleri tarafından satılmıştı.

İşte bu suç ortakları, Saddam 1990’da Kuveyt’i işgal edip bölgedeki enerji kaynaklarının denetimi bakımından bir tehdit oluşturmaya başlayınca Halepçe Katliamı’nı da o zaman sanki yeni yapılmış gibi gündeme getirdiler. ABD’nin başını çektiği koalisyon güçleri, bu katliamı Birinci Körfez Savaşı’nda Irak’a müdahaleyi meşrulaştırmanın aracı olarak kullanmaya çalıştılar.

Çektiği fotoğraflarla Halepçe Katliam’ının bütün dünyaya duyurulmasında önemli bir rol oynayan Gazeteci Ramazan Öztürk, kendisiyle yapılan bir röportajda Batılı emperyalistlerin tutumunu şöyle eleştiriyordu: “1990’da Saddam Kuveyt’i işgal edince, Halepçe Katliamı dünya gündemine iyice oturdu. Sanki yeni olmuş gibi makaleler, haberler yazıldı. Fotoğraflarım hemen her gün dünya medyasında yer aldı. En ünlü dergilere kapak yapıldı. ‘Saddam’ın nasıl bir diktatör olduğu, Enfal’de kaç kişinin öldürüldüğü’ konuşuldu. Raporlar hazırlandı. Saddam’ın kimyasal silahlar ürettiği fabrikaların krokileri ortaya çıktı. Saddam’ın ‘Kıyamet topu’ yaptığı gazete sayfalarına taşındı. Saddam’ın bu topla hem bölge ülkelerini hem de daha uzak ülkeleri hedef aldığı yazıldı. 1988’in 16 Mart’ında gerçekleşen katliam, gerçek manada 1990’da gündeme geliyordu. Bu, Batı Dünyası’nın ikiyüzlülüğüydü.”

ABD emperyalizminin başını çektiği koalisyon güçleri, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında Irak’a 2003’te gerçekleştirdikleri müdahale sırasında da Halepçe’yi hatırlatarak “Saddam’ın elinde kimyasal silah olduğu” ve “Yeni katliamlar yapabileceği” gerekçesine sarılmışlardı. Oysa uluslararası gözlemciler bu kez Saddam’ın elinde kimyasal silahların olduğuna dair bir kanıt bulamadıkları halde Batılı emperyalistler bu müdahaleyi gerçekleştirmiş ve kendileriyle ters düşen Saddam diktatörlüğünü devirmişlerdi. Aralık 2003’te yakalanan Saddam, kasım 2006’da Duceyil Katliamı nedeniyle idama mahkum edilmiş ve Halepçe yargılamaları devam ederken ve üstelik dönemin Cumhurbaşkanı Celal Talabani bu kararı daha onaylamadan aralık 2006’da alelacele idam edilmişti. Çünkü Halepçe Katliamı’nın suç ortakları, Saddam’ın bir an önce sırlarıyla birlikte ortadan kaldırılmasını istemişti.

Evet, üzerinden 34 yıl geçmesine ve 2010 yılında Irak Yüksek Ceza Mahkemesi tarafından ‘soykırım’ olarak tanınmasına rağmen Halepçe, hâlâ kapanmayan bir yara olmayı sürdürüyor. Bugün Halepçe’yi anmak; Ukrayna’daki savaşta Rus işgaline karşı çıkarken kendilerini ‘barışsever’ ve NATO’yu da bir ‘barış gücü’ gibi göstermeye çalışan Batılı emperyalistlerin ikiyüzlü politikalarını unutmamak ve halkların gerçek kurtuluşunun ancak iş birlikçi gericiliklere ve emperyalistlere karşı kendi birlik ve mücadelelerinden geçtiğini görmek bakımından da önem taşıyor.

KESİF ELMA KOKUSU VE ‘SESSİZ TANIK’

Halepçe Katliamı’ndan sağ kurtulanlar, atılan kimyasal bombaların kesif bir elma kokusuna benzer bir koku yaydığını ve bu kokuyu duyan çocukların “Dayê bêhna sêva tê” (Anne elma kokusu geliyor) diye bağırdıktan sonra ağızlarından köpükler çıkararak can verdiklerini anlatıyor.

Halepçelilerin üzerine kesif bir elma kokusuyla yağan kimyasal ölüm; kimilerini evlerinde sofra başında, kimilerini sokakta oyun oynarken ve kimilerini de çocuklarını korumaya çalışıp kaçarken yakalamıştı.

Gazeteci Ramazan Öztürk, kucağındaki bebeğiyle birlikte can veren bir babayı çektiği ve katliamın sembolü haline gelen ‘Sessiz Tanık’ adlı fotoğrafın hikayesini şöyle anlatıyor: “Böylesine bir vahşeti nasıl anlatabilirim! Hangi yazıyla, hangi fotoğrafla? Sokakları dolaşırken Ömer Hawar ve bebeğinin cesedini görünce çok etkilendim. İçimden, işte aradığım çarpıcı enstantane bu, diye geçirdim. Diz çöktüm ve peş peşe deklanşöre bastım…”

Ramazan Öztürk’ün çektiği ‘Sessiz Tanık’ fotoğrafı, daha sonra (2014’te) merkezi Hollanda Lahey’de bulunan Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütünün bahçesine ‘Halepçe Soykırım Anıtı’ olarak dikildi.

ÖNCEKİ HABER

İHD’yi ziyaret eden EMEP Genel Başkanı Akdeniz’den çağrı: Aysel Tuğluk başta olmak üzere tüm hasta mahpuslar serbest bırakılsın

SONRAKİ HABER

İstanbul'da barajların doluluk oranı rekor seviyeye ulaştı, İSKİ taşkın uyarısı yaptı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...