Bu hayat bizi hasta ediyor
Mutsuzluk üzerine yapılan son araştırmaya göre Türkiye 148 ülke arasında en mutsuz 132’inci ülke…
30 yıl önce yapılsaydı 132. değil, 143. ülke çıkardı.
30 yıl önce daha mı mutsuzduk?
Kaygı ve tedirginlik daha fazlaydı. Bugün, her an kötü bir şey olacak diye bir beklenti yok. Belki çok güzel şeyler olacak diye bir beklenti de yok ama “birisi acaba bana saldırır mı” diye bir şey de yok. Kastettiğim şey bu. Mutsuzluğa gelince, insanlar umutlarını yitirdiler esas olarak. Çok büyük ümitleri yok.
Yani geçmişle kıyasladığımızda bugün çıta daha mı düşmüş oldu gelecekten beklentiler açısından?
Evet, bir çeşit tevekkül, kabullenme yaratıldı. Bir kere toplumsal bir beklenti filan kalmadı ortada. Yani daha adil, daha eşit, daha demokratik bir toplumun kurulacağına dair ümit yok. Şu an geniş kitleleri kucaklayan böyle bir proje de yok. Diyelim ki, AKP “biraz daha demokratik bir şey yapacağım” falan diyor ama bunun peşinden giden kimse yok. İnsanlar demokrasi gelecek diye heves, tutku veya heyecan içinde filan değiller.
Vaatlerinin gerçekleşmeyeceğine ikna olunduysa, neden hala AKP oyların yüzde 50’den fazlasını alıyor görünüyor?
Bence az bile.
Neden?
Başka bir alternatif yok. Yani AKP, büyük işler yapmayacak da büyük işler yapacak başka birileri mi var? Diğer alternatiflere ilişkin inanç yok. Tayyip Erdoğan sık sık CHP’ye teşekkür ediyor. CHP’yi zayıf düşürmek için ediyor ama son derece haklı. AKP’nin başarısında, kendi yaptıkları şeylerin doğruluğundan çok, alternatiflerinin daha beceriksiz olması var.
“Toplumsal beklentinin olmaması” üzerinden geçip gidilecek bir tespit değil. Kötü bir şeyden bahsediyoruz. Beklentiyi ne yok eder?
Çok kötü bir şey. Hayatta bir arzunuz, idealiniz varsa sabah daha heyecanlı kalkar, daha erken uyanır, işe güce heyecanla sarılırsınız. Ama “biz ne uzarız, ne kısalırız” durumu varsa, heyecanınız, sevinciniz olmaz. “Allaha şükür yuvarlanıp gidiyoruz” gibi bir psikoloji hâkim olur. Toplumlar da böyledir.
İkincisi, eskiye oranla çok daha bölünmüşlük söz konusu. Yani insanların hayalleri ortak değil. Hep beraber bir şey için çabalamıyoruz. Örneğin cumhuriyet kuşağı “hep beraber çağdaş muasır medeniyet seviyesini yakalayacağız” diyordu, herkesin bir şekilde dâhil olduğu topyekûn bir kalkınma projesi vardı. Şimdi öyle bir şey yok.
Ama o topyekûn kalkınma, herkesi Türkleştirerek yürütülüyordu.
Tabii, bunu benimsetmişlerdi tüm topluma. O zaman da kendini bu projenin dışında hisseden, o heyecana katılmayan insanlar elbette vardı ama toplumun büyük bölümü büyük bir heyecanla buna inanıyordu. Şimdi böyle bir şey yok. Şimdi ortada bir proje yok bir kere.
Değişeceğine, dönüşeceğine olan inanç yitirildi mi?
Çok fazla azalmış durumda.
Örneğin ODTÜ eylemleri değiştirmeye, dönüştürmeye olan inancı diri tuttuğu için mi Başbakan’ın hedefinde, bunun için mi Başbakanı bu kadar öfkelendirdi?
Başbakan zaten öfkeli bir adam. Başbakanın beğenilmemeye tahammülü yok. Onu beğenmediğinizi hissettiği an Başbakanın gözünde bir düşmana dönüşmüş oluyorsunuz. Terörist oluyorsunuz, Kürt oluyorsunuz, Alevi oluyorsunuz, Esad taraftarı oluyorsunuz… Zihni öyle çalışıyor. Dolayısıyla herhangi bir itiraza acayip öfkeleniyor.
Üniversite eylemlerinden bahsetmişken, “üniversiteler yine karışıyor” denilip, darbe çağrışımları yapılması topluma nasıl yansıyor?
Toplum artık iyice dağılmış durumda. Eskisinden daha fazla bölünmüş durumdayız. Birbiriden farklı düşünen, farklı hisseden gruplara bölünmüş durumdayız.
Bölünmeye esas olarak 30 yıldır süren savaşın neden olduğuna, hatta giderek kopuşa yol açtığına katılır mısınız? Örneğin Roboski katliamının…
Evet, Ertuğrul Kürkçü dedi ki, “Roboski’den sonra Kürtlerle Türkler bir arada yaşayamaz.” Katılmıyorum.
Bu noktaya varmasa bile, savaşın biraz önce konuştuğumuz algı üzerindeki etkisi ne oldu?
Algıyı tabii ki besler. Ama önemli olan şey şu; insanların tarihlerinde birbirlerine kötü davrandıkları zamanlar olmuştur. Önemli olan bundan sonra onun tamir edilip edilmemesi, anlayışın değişip değişmemesi meselesidir. Kaldı ki, burada iki millet birbirine girmiş değildir. Türkler kalkıp köyü bombalamadı, uçaklar bombaladı. Yani devletin yaptığı bir eylem. İki halk arasındaki bir boğazlaşma olsaydı evet, iki milleti birbirinden ayıracak bir şey olurdu. “Hiçbir etkisi olmaz” diye bir şey söylemiyorum ama “iki milletin bir arada yaşaması Roboski’den sonra imkânsızdır” denecek bir şey yok. Kürt sorununu çok önemsiyorum. Zaten önemsememek diye bir durum söz konusu değil. Türkiye’nin geleceği, tamamen bu meseleyi ne yapacağına bağlı.
Kürt sorununu şiddetle çözmede ısrar etmenin sonuçları ne olur?
Askeri güçle, baskıyla, zorbalıkla bu meseleyi çözmüş olmazsınız, ancak yatıştırırsınız. Gerçekleri görmeyerek, kendi gerçeğimizle yüzleşmeyerek, onun yerine bir takım maskelerin ardına sığınarak yaşıyoruz. Bu, kendimizle yüzleşmemizi, hakiki insanlar olmamızı engelliyor. Yaptığımız hiçbir kabahati, kötülükleri kabul etmiyoruz. Kürt meselesi ile ilgili sadece karşı tarafı suçlayarak, yani sanki Türkiye Cumhuriyeti devleti hiç insan hakları ihlali yapmadı, köyleri, ormanları yakmadı, köyleri boşaltmadı, katliamlar yapmadı, katliamlar tertip etmedi, binlerce insanı failli meçhul cinayetlerde öldürtmedi, bunları tezgâhlamadı, karşı tarafta sadece devlet otoritesine isyan eden bir grup varmış gibi sunuluyor. İnsanlar kendi hayatlarını yalanlar üzerine kurdukları zaman, hayatın her alanında o yalanın etkileri kendisini gösterir. Alnın açık, yüzün ak hiçbir yerde dolaşamazsın, aynaya da bakamazsın.
Devletler için de böyledir. Yalanlarla bir problemi çözdüğünüz zaman, her suratta, her ruhta, her gözde o yalanın yansımasını görürsünüz. Dolayısıyla bu meseleyi nasıl çözeceğimiz önemli. Yani “biraz sıkıştıralım, iyice ezelim, ondan sonra daha çok taviz koparan bir anlaşma yapalım” filan, bunlar köylü kurnazlıkları. AKP’nin Kürt meselesinde yapmaya çalıştığı şey şu; evet bir çözüm olsun istiyor, ama “çözüm benim dediğim gibi olsun” diyor. Başbakan, tamamen kendi tayin ettiği çerçevede bir anlaşma öne sürüyor, her meselede olduğu gibi.
GERÇEK YÜZLEŞME EYLEMİN KENDİSİYLE YÜZLEŞMEKTİR
Bülent Arınç’ın “ben olsam dağa çıkardım” sözlerinden sonra empati yapma üzerine bolca yazılıp çizildi yine. Empati gerçekten yapılıyor mu?
Bir kere empatiyi doğru kullanmıyoruz. Empati kendini başkası yerine koymak değildir aslında. “Ben olsam ne yapardım?” empati değil. Çünkü sen oraya kendini götürüyorsun. Diyelim köpekten korkmayan bir insan, köpekten korkan biriyle empati yaptığını zannediyor. Aynı değilsin ki kendini onun yerine koyuyorsun. Onun bir tarihi var. O, üç yaşındayken bacağı köpek tarafından ısırılmış, dört hafta hastane yatmış. O geçmiş dolayısıyla korkuyor.
Senin köpekle ilgili bir korkun yok. “Ben olsam köpekten korkmam” demek, empati değil. Empati bir insanın tüm hayatını bilerek, tam onun gibi olarak onun yerine kendini koymak demek. Onunla özdeşleşip, onun duygusunu anlamaya çalışmak gerçek anlamda empatidir. Meslektaşlarım bile basitçe ve sıklıkla “kendini onun yerine koymak” diye zannediyor.
O zaman empatiden değil de anlamaya çalışmaktan soralım. Anlamaya çalışma çabası var mı?
Türkiye’deki en ciddi problemlerden biri bu. Türkiye’de en sık duyduğumuz laflardan biri “anlamıyorum” lafı. “Ben anlamıyorum neden böyle yapıyorlar?” Evet, öyle bakarsan anlamazsın. Her konuda kendisi son derece haklı ama mazlum, herkes ona karşı ama kendisinin herhangi bir konuda hiçbir zararı yok diye düşünüyor.
Mesela, “Tamam” diyor “Ermenileri göndermişiz ama niye yaptık?” Empati yapın, dediği şey de bu. “Biz onları boş yere göndermedik, ben bir dünya savaşı veriyorum, Ermenilerin Ruslarla işbirliği yapma ihtimali vardı, onları göndermek zorundaydık, kim olsa gönderirdi.” Böyle düşünülmesi isteniyor.
Güncel bir örnek olması bakımından patriotların sınıra yerleştirilmesinde olduğu gibi...
Evet. “Patriotları yerleştiriyorum çünkü Esad’ın ne yapacağı belli olmaz. Ben vatandaşımı korumak zorundayım.”
Yüzleşme konusu var bir de. Mesela Dersim Katliamı için özür dileniyor ama bu özrün hiçbir karşılığı olmadığı gibi siyaset malzemesi yapılıyor. Travmaların siyaseten kullanılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gerçek yüzleşme, eylemin kendisiyle yüzleşmektir. İnsanlara “köyleri, insanları bombalamak kabul edilebilir bir şey değildir” demektir. İnsanlar çeşitli gerekçelerle öfkelilerse, kızgınlarsa yapacak şey gidip onları bombalamak, onları mağaralarda kimyasal silahlarla öldürmek değildir. Hukuki bir yargılama olmadan katledilmeleri kabul edilebilecek bir şey değildir. Bu insanlıkla bağdaşmaz. Dolayısıyla gerçek yüzleşme, “bundan sonra böyle bir şey yapmayacağız” demektir aynı zamanda. Bir yandan benzer taktikleri, uygulamaları sürdür, öbür “yandan özür diliyoruz.” Anlamı yok ki. Gerçek bir yüzleşme, gerçek anlamda pişmanlık duygusuyla ve suçluluk hissetmeyle olur.
SAHTELİKLE MUTLULUK BİR ARADA OLAMAZ
Depresyona yol açan en önemli iki faktör yoksulluk ve şiddet. Her ikisi de ülkemizde kâfi miktarda var. Ve bu durum bize özgü bir şey değil. Çünkü küresel kriz, dünya nüfusunun büyük bölümünü etkiliyor...
Kriz, 30 yıldır ara vermiyor. Yani iki senede bir kronik bir kriz dönemindeyiz.
Dolayısıyla dünyaca depresyon içindeyiz...
Evet, ekonomilerde olduğu gibi insanlar da depresyondalar. Sürekli tekrarlayan krizler insanları daha temkinli, tedirgin yapar.
Dünya sağlık örgütü, 2030 yılında depresyon ilk sırayı alacak uyarısı yapıyor. Uzak bir zamandan söz etmiyoruz. Bu tablo bize ne anlatıyor?
Bir şeyler yapmamızı söylüyor.
Ne yapabiliriz?
Toplum sağlığının daha iyi olmasının adalet, barış dışında bir çözümü yok. Bir yandan olağanüstü sosyal uçurumlar, gelir adaletsizliği giderek büyüyecek, toplumun önemli bir bölümü sürekli açlık ve yoksulluk tehdidi altında olacak, yönetime katılma, katılımcı demokrasi doğrultusunda bir ilerleme olmayacak, bir takım güçlerin kontrol ettiği güçlü adamlar ülkelerini yönetecekler ve buna rağmen insanların ruh sağlığı gayet güzel, mükemmel olacak.
İmkânsız bir şey! Mutluluk için bir kere doğru düzgün bir ekonomik ortam şarttır. İnsanın barınma problemi varsa, beslenme ile ilgili problemi varsa, eğitim, sağlık gibi ihtiyaçlarını karşılamak gibi derdi varsa, buna rağmen mutlu olması çok, çok zordur. Yani ekonomik bir rahatlık duygusu olmadan kişinin ruh sağlığı yerinde olmaz.
Ama kapitalizm böyle anlatmıyor. Depresyondaysak bunun tamamen kendi beceriksizliğimizden kaynaklandığını söylüyor…
Tabii, ekonomiyi iyi hesap edemediğin için sen kabahatlisin. Her şeyden sen sorumlusun. Her şeyden ben sorumluyum da, ekonomik kriz olduğu zaman işsizlik yüzde 8’den 12’ye çıkıyor, insanlar işini kaybetmeseler bile yüzde 12’ye çıktığı zaman ciddi bir tehdide dönüşüyor işsizlik. İşsizlik arttıkça bizzat işsiz kalmaya da gerek yok. Onun verdiği huzursuzluk herkes için etkili olmaya başlar.
Kapitalizm depresyondan çıkış formülü olarak kişisel gelişim yollarını öneriyor. Dini öne çıkarıyor veya “herkes yoga yapsın” diyor. Tüm bunlardan kendimizi korumak ve hayatı anlamlandırmak, en başta konuştuğumuz beklentiyi diri tutmak için ne yapmalıyız?
İnsanların gerçek manada kendisini anlamlı hissedebilmesi için kendi kendine yalan söylemiyor olması önemli şeylerden bir tanesi. İnsanın kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesi ve onun gereğini yapması günümüzün önemli bir değeri gibi sunulsa da, aslında insan, açlar varken, evsizler varken, tecavüz, işkence, işgal, zulüm, haksızlıklar, yolsuzluklar, adaletsizlikler varken gerçek anlamda mutlu olamaz.
Çünkü ya onları görmezlikten gelecek ya da onlarla ilgili yalan söyleyecek, diyecek ki “hak ediyorlar.” Kendisini ikna edecek sahte bir dünya kurmak zorunda. Sahtelikle mutluluk bir arada olmaz. Dolayısıyla dünya bu kadar adaletsiz ve kötüyken bireysel anlamda mutlu olmanın imkânı yok. Tek yol şudur; insan elinden geleni yapar, daha iyi bir dünya için gayret edersiniz ama insanın gücü kısıtlıdır. Yani her şeyi değiştirmeye imkânınız yoktur.
Ama bir şey yapmıyor olmak mutsuz eder sizi. Elinizden geleni yaparsınız, olmayabileceğini de bilirsiniz ama “ben hiç değilse bu konuda çaba sarf ettim” dersiniz. İnandığınız doğrultuda bir şey yapıyor olmaktan başka insanın mutlu olacağı bir durum yoktur.
DOĞAN ŞAHİN
1983’te İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. 1983-1987 yılları arasında Antakya’da mecburi hizmetini yaptı. 1994’te İstanbul Tıp Fakültesi’nde psikiyatri ihtisasını tamamladı. 1999-2000 öğretim yılında New York Üniversitesi Travma Araştırmaları Programında misafir öğretim üyesi olarak çalıştı. 2001 de doçent, 2008 yılında profesör oldu. Şahin, kişilik bozuklukları, cinsellik, travma, sosyal psikiyatri, insan hakları ve etik alanlarında çalışmalar yapıyor.
Evrensel'i Takip Et