17 Nisan 2011 10:09

O, bir ‘Köy Enstitülü’ idi

Anadolu bozkırında yalnızlıkta açan kır çiçeklerinin, Enstitülü öğretmenlerimin anısına…Annemin öldüğü gün, ardına gizlendiği hüzün perdesini "Elli yıllık yol arkadaşımdı." sözü ile aralamıştı… Gölgelenen yüzü konuştukça ışıdı.  "Ne &cc

O, bir ‘Köy Enstitülü’ idi
Paylaş
HASAN OĞUZ BİLGEN

Anadolu bozkırında yalnızlıkta açan kır çiçeklerinin, Enstitülü öğretmenlerimin anısına…

Annemin öldüğü gün, ardına gizlendiği hüzün perdesini "Elli yıllık yol arkadaşımdı." sözü ile aralamıştı… Gölgelenen yüzü konuştukça ışıdı.  "Ne çok şey paylaştık. O, bana omuz                                vermeseydi, köy yollarında ardım sıra el sallayan mutlu, umutlu gözleri çakmak çakmak, üretken çocuklar bırakamazdım." Böyle demişti dertlenir gibi. Onca eğitimciliğine, deneyimlerine, hayat insanı oluşuna karşın, uçmak için yuvadan yenice düşmüş, titreyen bir yavru kuşa benzetmiştim onu ilk günler. Acısının dayanılmazlığı karşısında, durgun ve ulu bir göl gibi olabildiğince dingindi.
 "Elli yıllık yol arkadaşını" ıslak bir ekim günü çıkarmıştık son yolculuğuna. Başımızın üzerinde toplaşıp öbekleşen mavi kara, yüklü bulutlar… Omuzlarımızdaki yükün ve acının her geçen dakika ağırlaştığı yarım yamalak bir aydınlıkta ilerliyorduk. Anlam veremeyeceğiniz bir ağırlık ve ciddiyetle ilerleyen konvoyun üzerinde aman vermeyen bir sağanak… Gömü yerine vardığımızda, hava nasıl da aniden açıvermişti. Az önce çatık kaşları ile çalım satan, tehditkar bulutların aniden işimizi kolaylaştırmak için sağa sola dağılıvermesi, suskun başların ilgisini çekmekten oldukça uzaktı.
 "Fikri Hoca"nın eğitim hasatına, üretkenliğine omuz vermiş yoldaşını bir başına kendi halinde bırakıp, oradan ayrılma zamanı geldiğinde yağmur yine başlamıştı.   Babam da, yüklü bulutlar gibi doluydu.  Acısını daha ilk bakışta ele veriyordu.  Olup bitenin en küçük karesinin ayırtındaydım. Salt ikimiz vardık orada. Bir de hemen ardımızda çoktan derin uykulara yatmış yaşlı kadın… Hemen omuz başındaydım ve onu çok iyi tanıyordum.  O, nasıl olmuşsa olmuş saklı kalmış belgesellerden, yazılan anı romanlardan öğrenilen Köy Enstitüleri'nin havasını solumanın, ekmeğini yemenin ayrıcalığını yaşıyordu…Bense, Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'sını yine onun önerisi ile okumuş olmanın hiç eksilmeyen sevincini…
O gün, orada iki yaşlı emekli de uzaktan uzağa tanığımızdı. Her ikisi de, işle eğitimin birlikte, uygulamalı olarak yürütüldüğü aynı okulun, Kızılçullu Köy Enstitüsü'nün ağırbaşlı yoksul öğrencilerindendi. Ellerinde ekmek çıkınları ile aynı gün okula gelmişler, aynı gün birbirlerinin başlarında kümelenen bitleri ayıklamışlardı. Ta başından, mezun oldukları güne dek mutlu, umutlu ve dirençliydiler. Özgüven, inanç ve sevgi doluydular.  Şimdi kalabalığın biraz uzağında, şahince izlemeye almışlardı Fikri Hoca'yı. Hani oracıkta yığılıverecek olsa, insanların omuz başlarından fırlayıp, daha yere düşmeden kollarıyla sarıvereceklermiş gibi bir gergin ve çevik duruşları vardı.  Bir garip andı… İnsanları oradan bir an önce ayrılıp gitme duygusu sarmışken, biz saniyelerin yoğunluğunu yaşıyorduk.
Onu ele veren nemli yeşil gözleriydi. Bir de, üşümüş gibi sürekli avuç içlerinin ve parmaklarını ovaladığı elleri. Yaşamı boyu edindiği bilgi birikimini, onca beceri ve yeteneğini çocuklarla, köylülerle paylaşan insan, o an, oracıkta acısını paylaşmada nasıl da bencildi?  Karanlık bulutlar tarafından kuşatılmıştık… Onun çapar gözleri, eski gömütlüğün az ötesinde yağmur altında ıslanan, çitlembik yüklü bir karaağacın yaşlı gövdesine takılı kalmıştı. Yaşlı belleği ise, yüksek dallarından birinde, yalınayak köy çocuklarının hayvan koşumlarından aşırdıkları urganla kurdukları salıncağa… Çığlık çığlığaydı her biri, salıncak sırası beklemede sabırsız.  İçlerinden bıyıkları yenice terlemiş yeniyetme bıçkınları, kendilerini izleyen utangaç köy kızlarına caka satma yarışında…
Onu, yorulma, yakınma, pes etmek bilmeyen o köy öğretmenini çok iyi tanıyordum. An geldi, sıkıntı sona erdi. Hava durulmuş, kara bulutlar dağılmıştı. Ardından güneş açtı. İlkyazdı… Pırıl pırıl bir on yedi nisan günü  "Bizler Enstitü'de ne öğrendiysek yaparak öğrendik, öğrendiklerimizi de hayatla sınadık." diyordu. " İlk görev yaptığım köyde sene 1943'dü. Tavuklarımız, keçilerimiz vardı. Suyu bahçedeki tulumbadan çekerdik. Yumurtalar kırmızı içliydi, taze soğanın kokusundan geçilmezdi. Ben çocuklara, çalışkanlığın, üretken olmanın yüceliğinden söz ederdim. Sadece okuma yazma, matematik değil, düşünmeyi, soru sormayı, karşı çıkabilmeyi, özgüven sahibi olmayı da öğrettim. Kul değil yurttaş olmaları için çabaladım. Soruşturmalar, aydın olmanın, henüz benimsenmemiş, yeni olandan söz etmenin bedeliydi."  Kısa aralıklarla soluklandıktan sonra sürdürüyordu konuşmasını " Ben sizi de böyle yetiştirmeye çalıştım."
O, kendine de başkalarına da saygılı bir insandı. Sakalı uzamış halini gören yoktur. Son günlerinde üniversite hastanesinde yatarken, doktorlar gelmeden tıraşını yetiştirdiğimde, nasıl rahatladığını, mutlu olduğunu hala anımsarım. Kullanıp özenle ambalajına yerleştirdiği "jilet bıçakları" benim için değer biçilmesi olanaksız birer hatıradır.
Güzel yazı yazardı. Günlük ders planlarını bile yaparken titizdi. Plan defterinde tek bir harf hatası, en küçük bir silinti yoktur. İleriyi görür, geleceği tasarlardı. Yorum yapar, sorgular, sorgulatırdı. Ona, yurttaş olmanın bilinç ve sorumluluğu fazlasıyla verilmişti.
Geceler boyu özenerek ders planlarını yazdığı dolmakalemi ne büyük mirastır. Saklarım.
Üretken bir insan olmanın huzuru ile yaşadı. El yazısı gibi sözleri de güzeldir; Ancak ölüler üretici değildir!..  İçindeki ışığı dışına da yansıttı, yol gösterdi. O üretken ve çalışkan haliyle gitti. Tornavidasıyla kerpeteni takım çantamda durur. Onları yitirmek onu yitirmektir. Bundan ödüm kopar.
Yaşamı boyunca hiç otomobil kullanmamış; bugün birçoğumuzun kolayca edinip, cebinde çantasında kimlik olarak taşıdığı bir sürücü belgesine sahip olamamıştı. Bizler gibi bir sürücü değildi; ama tozlu bağ yollarında iddialı bisiklet kullanırdı. Kullandığı eşyayı         onarmasını bilenlerdendi. Burada da bizlerden ayrılırdı. Bana da öğrettiğini anımsarım; bisiklet lastiğinin nasıl yamanacağını, zincirinin hangi biçimde yağlanıp, hangi alet ve yöntemle takılacağını… " Benim bir adım önümde ol, bizlerin yaşayamadıklarını yaşa, yapamadıklarını yap. Arabana bin, insanların yararına da kullanmayı unutmadan."
. . .
17 Nisan 1940 tarihinde din, dil, ırk, renk, cinsiyet, inanç, kültür, bölge ayırımı gözetilmeksizin Anadolu toprağına ekilen tohum, yirmi bir diyarda birden sürgün verdi.
Yıl 1940… Ülke, kız öğrenci ile erkek öğrencinin aynı sırada oturduğu karma, çağdaş eğitimi gördü… Gelecek dolu genç beyinler Dünya Klasikleri ile tanıştı…Uygarlığa hoşgörü, barış ve demokrasi ile ulaşılabileceği, kalkınmanın ise, ancak bağımsız, özgür ve kardeşçe yaşanan topraklar üzerinde üretim ile, çalışma ile olası olduğu kanıtlandı.
Yıl 1940…Ülke tarihinde ilk kez, öğrenciler bir anfi-tiyatro yapar; orada saz, keman, piyano konserleri verir, Cehov'un, Moliere'nin, Gogol'un oyunlarını sergiler. Hafta sonları, okul alanında müdüründen aşçısına herkesin katıldığı tartışma, eleştiri, değerlendirme toplantıları yapılır.                                                                             
Yıl 2011…Diyanete ayrılan dev ödeneklerle tarikat eksenli örümceklenme genç beyinlere yerleşiyor. Kız öğrencilerin cetvelle etekleri ölçülüyor. Öğrenciler, ticarethaneye dönüştürülen okullarda birbirleriyle yarıştırılıyor. Şifrelerle umutları, gelecekleri çalınıyor.  
Yıl 2011…Ülke çalışmaya, üretime yabancılaştırılıyor, tüketime koşullandırılıyor. İş isteyenler azarlanıyor, barış isteyenler ötekileştiriliyor… İncilik üssünü kullanan uçakların yükünü, devletin zirvesi dahil kimse bilmiyor…
Yıl 2011...70 yıl önce sevginin, barışın, üretimin çiçeklerini yeşerten topraklar, bu gün ölüm tarlalarına, asit kuyularına dönüşmüş, kemik, silah, patlayıcı, yanmış insan giysileri ve derin devletin resmi belgelerini, toplu mezarlarını kusuyor.

ÖNCEKİ HABER

Bakan Günay, fuarda protesto edildi

SONRAKİ HABER

Baskılara karşı mücadele çağrısı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...