4 Aralık 2012 08:34

“Kötü kadın” varsa onlarla birlikte olan erkekler ne?

Hülya ZENGİ

 

Belgeseli konuşmadan önce biraz senin hayatından bahsedelim. Kendi hayatında kadın olmaya dair neler deneyimledin? Seni başka kadınların hayatına bakmaya iten ne oldu?
Ben, kendisinden 30 yaş büyük bir adamla evlendirilen, çocuk gelin olmuş bir annenin ilk çocuğuyum. Muş’un Varto denilen küçük bir ilçesindeydim. Burada eğitim yadırganan bir şey değildi. Ama babama sürekli şunu söyleyen birileri de vardı; “Kız çocuğu okutulmaz!”. İlkokulu bitirdikten sonra, babam bir yıl boyunca okula göndermedi beni bu yüzden. Kur’an kursuna gittim ama devam edemeyeceğimi anladığımda çevremdeki bütün kadınları, annemi ikna etmesi için örgütledim. Çabaladım, ağladım, çırpındım. Annem ikna olduktan sonra amcam velim oldu, beni okula yazdırdı. İlkokulu ve ortaokulu Varto’da okudum. Doğu’da “ailenin büyük kızı annenin hizmetçisidir” algısı vardır. Annemin hizmetçisi olmamam gerektiğini fark ettim. Kendi isteğimle yatılı bölge okulu sınavlarına girdim, liseyi okudum, eğitim fakültesine gittim, el sanatları öğretmeni olarak çalıştım.
 

Çok trajik, çok üzücü ve çok komik... Hepsini kapsıyor aslında. Dedem arkadaşını memnun etmek için en küçük, en sevdiği ve en güzel kızını arkadaşına, yani babama hediye veriyor. Annem evlendirileceğini  bilmiyor. Akrabalardan birinin en küçük parmağının ölçüsüyle gidip ona yüzük alıyorlar.  Bu kadar küçük bir çocuğun kendisinden 30 yaş büyük biriyle evlenmesi o dönemin koşullarında bile reddedilmiş. Annem şimdi 60 yaşında, ama halen içinde yaşanmamış bir aşk heyecanı var. Halen “acaba insanın eşi genç olsa ne hissederdi?​” diye düşünür. Bir yandan da anlatıp güldüğü şeyler vardır. Ben bebekken, elime çabuk bitmeyen bir şey verirmiş, ben onu emerken, annem yaşıtı  bütün kızları toplar, saatlerce evcilik oynarlarmış, ip atlarlarmış. Annem ikinci çocuğu olana kadar her gün sürekli dua ediyormuş “tanrım ne olur kocamın ölüm haberini alsam, trafik kazası geçirse, zehirlense, kalp krizi geçirse...”. Düşünebiliyor musun bu kadının yaşadığı travmayı?  Sonra ikinci çocuğunu doğurduğunda “ilk kez ona karşı içimde bir his oluştu” diye anlatır. Belki de bir bağlanma, bir baba şefkati, bir dostluk yada bir mecburiyet hissi....

Bedensiz Ruhlar filmini çekme fikri nasıl oluştu peki?
Tanık olduğum hikayeler oldu, örneğin bir genç kız sırf bir erkek arkadaşı var diye sanki çok büyük bir ahlaksızlık yapmış gibi cezalandırıldı, hemen tesettür giydirildi, günlerce gözleri bile kapatılarak mahkemeye gidip geldi. Ve o güzelim kız o ilçeden gönderildi ve bir daha geriye dönmedi. Bu bende çok derin izler bıraktı. Çok yakın bir arkadaşım eşiyle yaşadığı sorunlar nedeniyle iki kızıyla birlikte trenin önüne atlayarak intihar etti. Yine beni çok derinden etkileyen bir olay; evli bir kadın bir başka erkekle kaçıyor, kızın ailesi “kesinlikle bu bir namus davasıdır” diyor ve erkek tarafının istediği cezayı verebileceğini söylüyorlar. Kadının kaçtığı erkeğin babası bunları ihbar ediyor. erkek tarafı kızı buluyor, aile meclisi toplanıyor kızı tanınmayacak hale gelene kadar önce dövüyorlar ardından öldürüyorlar. Kaçtığı çocuk serbest bırakılıyor. Yani biz İran’daki recmi eleştiriyoruz ama benzeri bizde yaşanıyor. Ben de bir kadındım, çok etkilendim, sonra düşündüm. Bu kadar acı niye? Kadın oldukları için mi, o kadınları ölüme götüren erkek aynı suçu işlemiyor muydu? Ya da her ilçede kötü kadın diye damgalanan bir kadın varsa bunlarla birlikte olan erkekler kim? O köyün namuslu diye görünen erkekleri değil mi? Peki neden onlara bir şey olmuyor da kadınlara oluyor? Aslında ben bu filmle erkeği deşifre ettim. Ben kadının dramını anlatmak istemedim, kadının dramı zaten ortada. O dramı yaşatan erkektir, bunu anlatmak istedim. Ben erkeğin iki yüzlülüğünü açığa çıkarmak istedim. Biz kadını neden yargılayalım ki? Adam gidiyor, canı istediği zaman bir kadınla birlikte oluyor, tamam hadi o kadına “kötü kadın” damgasını vuralım, o adam dönüp evine gittiğinde, namuslu maskesini taktığında o neden “iyi adam” oluyor? Bu çelişkiler benim çok ağırıma gidiyordu. Bu çekimler sırasında çok büyük travmalar yaşadım. Filmde oynayan kızlardan birisi hamileydi, ben de o dönem hamileydim. Ben el bebek gül bebek, her şeyin en iyisini yiyip, en iyisini satın alırken bu kızla karşılaştım. Bana “24 saattir yemek yemedim” dedi. Beraber yemek yedik, “çocuğu doğurduğunda ne yapacaksın?​” diye sordum. Dedi ki “yetiştirme yurduna vereceğim”. 3 ay sonra kızla tekrar metroda karşılaştık, çocuğunu sordum, yurda verdiğini söylediğinde günlerce ağladım.çok zor bir hayatın dile dökülmesi...

“Bu ülkede kadın demek anne demek, yaşam demek, doğurganlık demek... O kadar çok yol kadında birleşiyor ki! Bu kadar merkezi bir varlığın güçlü olması gerekiyor. Yani kadın güçlü olmayınca ona bağlı bütün damarlar güçsüz oluyor. Peki neden devlet kadını halen erkeğe bağlı kılıyor, neden kadına 3 çocuğa zorluyor, neden kürtaj hakkını elinden alıyor? Bütün geri kalmış ülkelerde maalesef durum böyle. Aynı ülkede yaşayıp, aynı çarkın içinde dönüp, aynı havayı soluyan iki cinsin biri bu kadar rahatken neden diğeri bu kadar ağır bedeller ödüyor? Bunların hepsi bir çelişkidir aslında. Kör bir kadın, dünyadan bihaber bir kadın “erkeğin özgürlüğü” anlamına kalıyor çok acayip bir şekilde. Bu toplumda kadın o küçücük dünyasında oturacak, evine çocuklarına bakacak, misafirini ağırlayacak, çamaşırını yıkayacak, eşinin ailesini kotaracak,  ama söz erkeğin olacak. Erkekle iktidarı paylaşmak isteyecek, sorgulayacak, yargılayacak, hesap soracak kadını istemiyor erkekler. Bizde içi dışı birbirinden farklı pek çok “güçlü” görünen kadın var; toplumda oynadığı rol farklı, içinde yaşadıkları farklı. Toplumda hangi renk baskınsa kadın o yönde şekilleniyor, mesela şu an dini bir söylem daha baskın, milyonlarca kadın o yüzden başı örtülü çünkü kendisi olmanın ne demek olduğunu bilmiyor, daha da güçsüz kılınmak istemiyor”. 

FİLM, GERÇEKLERİN KONUŞULMASINA VESİLE OLDU

Film, Altın Portakal Film Festivali’nde de ödül aldı. Bu kadar emek verdiğin bir işin ödüllendirilmesi de çok mutluluk vericidir herhalde?
Ödülle birlikte bu konu çok gündeme geldi. Üniversitelerde gösterimler yaptık. Birinde üzücü bir olay yaşadım. Film bitti, tartışmalar başladı. Bir erkek öğrenci söz aldı “ben de çocukken tecavüze uğramıştım” dedi. Bunu o salonda söyleme ihtiyacı hissetti, ben de çok büyük bir sorumluluk üstlendiğimi hissettim. Çünkü çok hassas bir konuyu ele almıştım. Günlerce bu genci düşündüm “acaba okulda sonra nasıl tepkiler aldı, akşam eve gidince ne hissetti, o salonda onu söyletme hali neydi?​”. Bu film için birçok büyük kanala, kadın programlarına mailler attım, özellikle 8 mart öncesi konunun hassasiyetini bildirdim. İlgilenmediler. Çünkü onlara göre basit bir konuydu.

GÜÇLÜ KADIN SESLERİNE İHTİYACIMIZ VAR

Tanık olduğun bu kadar kadın hikayesini düşündüğünde son dönemde gündeme gelen kürtaj tartışmalarına ilişkin ne dersin?
Kürtajyasağı aslında gizli bir namus kavramını herkese dayatmak anlamına geliyor. Kürtajı yasaklayarak kadına ne kadar büyük bir zulmettiklerinin farkında değiller. Kadına 3 çocuğu dayatırken o üç çocuğa süt bulamadığı için intihar eden anneye ne diyeceksin? Eskişehir’de 2 çocuğu ile nehre atlayan anne nasıl rahat uyutacak bu kanun koyucuları?Eğer fark yaratmak istiyorsak daha güçlü ses çıkarmalıyız. Töreden, namustan, dinden, yoksulluktan, baskıdan, eşitsizlikten ne derseniz deyin herhangi bir sebepten sesi çıkmayan ama gerçekte bir umut ışığı bekleyen onlarca kadın var bu ülkede. Güçlü bir ses çıkarırsak o sessiz kalanların da sesi katılacaktır.

 

 

ÇALINAN HAYATLARA İNAT…

Gülşah İMREK

Kocaeli Üniversitesi’nde geçtiğimiz günlerde bir söyleşi yapıldı. Ders Siyasi Düşünce Kuramları… O gün dersin bir konuğu vardı. Ayşe Tükrükçü…  O 2.5 yıl boyunca genelevlerde çalıştırılmış, insanlığın hiç uğramadığı yerlerde yaşam savaşı vermek zorunda kalmış bir kadın.  
“Bana soru sorarken rahat olun lütfen” diyor gülümseyerek “Çünkü sizin en zor sorunuz benim en kolay cevabım”. “Erkeklere düşman değilim” diyor bir de yaşadıklarını anlatmaya başlamadan evvel. “Çünkü biliyorum benim çalınan hayatımın sorumlusu ‘Devlet’ti”.  5 çocuklu ailenin kara kızı Ayşe, 9 yaşında amcasının tecavüzünü ailesine söylemesine rağmen onları inandıramamış. Ve bu işkencenin 3.5 ay boyunca sürmüş. Yutkunuyor sık sık. Annesi inanmış sonunda ama ailesi onu kabul etmemiş ve sokağa atmış. Kimse ona tecavüz edeni yargılamamış, aksine o yargılanmış. Hakikaten 9 yaşında bir çocuk cinselliği nereden bilsin? Evlendiği adam tarafından geneleve satıldığını, oralarda bir sürü kadının insanlık dışı muamelelere maruz kaldığını anlatıyor. “Gözümün önünde bir kadının kafasını balta ile kestiler”. Ötesi var mı? Yok.
Anlattıklarını sınıfta oturan herkes o anda öğreniyor, eminim. Yüz ifadelerinden anlıyorum basbayağı. Bayramlarda, kandillerde, maç olduğu geceler, asker eğlenceleri olduğu zamanlarda genelevler dolup taşarmış. Kutlama yapıyorlar ya… Birbirlerine ısmarlıyorlarmış çoğu zaman hatta. “Eminim her erkek hayatında bir defa da olsa gitmiştir, esas onların yüzleşmesi gerek” diyor. Kocası onu sattığında, “Ne olur beni memleketim olan Adıyaman’da satma. Çünkü benimle birlikte olan yeğenim, eniştem, akrabam olur diye çok korkuyorum” demiş. Dinledikçe kanı çekiliyor insanın.  Bir günde 43 kişiye satılmak... Adetliyken , kürtaj olduktan yarım saat sonra  birlikteliğe zorlanmak…
O her seferinde “beni korumayan, bize bunları yapan da yaptıran da devletti” diyor. Dinleyicilerden biri “Biz ileride bu devletin kurumlarında yönetici olacağız. Bizi etkilemeniz doğru mu?​” diyor. Yani bizi devlete düşman etmeye mi çalışıyorsunuz diyor. Hepimizin kanı çekildiği o anda Ayşe gülümseyerek cevap veriyor: Peki sence sorumlu kim? 60 tane genelevin olduğu bir ülkede 16 tane sığınma evi varsa, genelevde çalıştırılan kadınların oy kullanma hakkı yoksa, fuhuş yasasını koyup, öldükten 40 yıl sonra vesikasını kaldırıyorsa bir de her birinden utanmadan %8 vergi alıyorsa  bu devlet, sence kim suçlu?
Ayşe Tükrükçü 1996 yılında genelevden çıkmış, hem de “müşterisiyle” evlenerek. “Başka çarem yoktu” diyor. 5 yıl boyunca onun da şiddetine, tacizine, tecavüzüne maruz kaldıktan sonra onun da kendisini satmak için evlendiğini anlıyor. Yine mi?
“Annelik hakkım elimden alındı” diyor. Genelevde çalışan kadınlar kimsesizler mezarlığına gömülüyorlarmış , ama Ayşe’nin babası ondan af dilemiş ölmeden evvel. Aile mezarlığında ona da bir yer ayırmış. “En azından oraya gömüleceğim diye mutluyum” diyor... Böyle masum istekler kalmış mıydı dünyada? “Tecavüzcünüzü öldürmeyi düşündünüz mü hiç?​” diye sorulduğunda, “hadım edilmesini isterdim ki başkalarına yapmasın” diyor. “Çünkü onu da bu hale getiren sistemin ta kendisi. Örneğin Türkiye’de eğitim paralı olmasaydı ve benim annem parasız bir biçimde eğitim alabilseydi, belki de bana sahip çıkardı”.
Ayşe’nin hikayesi gerçek bir direniş hikayesi aslında. 2007’de Bağımsız milletvekili adayı olmuş. Bedensiz Ruhlar filmine yardımcı olmuş. Direncine , sabrına hayran kalıyoruz. Evet empati kurmanın tam da vakti. O kadar çok ‘Hayatı Çalınmış Ayşe’ var ki bu memlekette , şiddetin en ağır halini yaşayan.. Ayşe Tükrükçü’nün  tüm yaşadıklarını birleştirmiş bir kitapta. ‘Hayatsız Kadın Ayşe’. Alper Uruş’un kaleminden loş ışıkların altında kadınların verdiği yaşam mücadelesi.  Belki de bu kitabı okumaktan başlayabiliriz işe... Ne dersiniz?