17 Ekim 2020 23:45

"Bizler, birbirini tanımadan aynı salıncaktan göğe bakan çocuklardık"

Salıncak romanının yazarı Cenk Mutluyakalı Kıbrıs’ın çok dilli ve renkli sokaklarının üzerine düşen kamuflaj gölgelerinin altından sesleniyor okura…

Fotoğraf: Cenk Mutluyakalı'nın arşivinden

Paylaş

Cenk KOLÇAK

Gazeteci ve Yazar Cenk Mutluyakalı’nın ilk romanı “Salıncak”, geçen aylarda Kor Kitap etiketiyle raflardaki yerini aldı. Yazar, Kıbrıs’ın çok dilli ve renkli sokaklarının üzerine düşen kamuflaj gölgelerinin altından sesleniyor okura… Anıları ve çocukluğu çalınan Alexia’nın, geçmişine doğru çıktığı uzun yolculuğu anlatarak.  

Mutluyakalı’yla yeni kitabı Salıncak’ı konuştuk. Kıbrıs’ı, Alexia’yı, yüzleşmeyi… Yüzsüzleşme karşısında yüzleşmeyi denediğini söyleyen Mutluyakalı, “Bizler Kıbrıs’ta birbirini tanımadan aynı salıncaktan göğe bakan çocuklar olduk. Ne savaşan ne de barışan bir kuşağız. Kayıp değiliz ama kaybedilen bir kuşağın çocuklarıyız” diyor.

“Salıncak” romanınızı bir “yüzleşme kitabı” olarak tanımlıyorum. Sizi bu yüzleşmeye iten şeyler nelerdi? 

Yaralı, acılı, çatışmalı toplumlarda hep yanıt arayan sorudur: Yüzleşmek yaralarımızı tedavi ediyor mu? Toplumları gerçekten iyileştiriyor mu? Bunu tam kestiremiyorum. Yüzleşmeyi önemsiyorum ama bir başına yeterli olduğunu düşünmüyorum. Yüzleşmenin yanına hesaplaşmayı da koyabilirsek, belki iyileştirici bir etkisi olabilir. Bir de bunu samimiyet ve sahicilikle bütünleştirebilirsek.

Czeslaw Milosz “Yaraların belleğinden başka bir bellek yoktur” demişti. Psikiyatr-Yazar Kemal Sayar, Ölümden Önce Bir Hayat Vardır kitabında “Kim olduğumuzu sadece yaralarımızı kendimize tanık tutarak tayin edersek, yolumuz intikam ve hıncın sokaklarına çıkmaz mı?​” diye sormuştu. O nedenle yüzleşirken düşmanlıkların dar odalarından da çıkmak gerekiyor. İntikam ve affetmek arasına sıkışmadan, ancak adalet ve açıklıkla iyileşebiliriz.

Milliyetçiliğin kendini sürekli çoğalttığı bir zamanda yüzleşmek daha zor oluyor. Coğrafya ile etnik milliyetçilik arasına sıkışılmış bir yerde, kimi zaman yüzleşmek, sadece anılar merasimine dönüşüyor. Yüzleşmenin üzerine sürekli bir mağduriyet anlatısı eklenerek, inkar ve meşrulaştırma eylemine girişiliyor. İyice utandığım, aslında yüzleşmediğimizi, sanki yüzleşirmiş gibi yaptığımızı anladığım zaman edebiyata yaslandım. Yüzsüzleşme karşısında yüzleşmeyi denedim. O utanç duygusunu iyice hissetmem bu yüzleşmeyi geciktirdi, belki de...

"OYUNCAKLARINI KIRDIĞIMIZ ÇOCUKLARA ÖZRÜMDÜR"

“Salıncak” bir ilk roman. Daha önce düzyazılarınızdan oluşan kitaplarınız yayımlandı. İlk kurgusal eseriniz Salıncak’ı nasıl anlatırsınız?

Gazeteci olmanın alışkanlığıyla, olabildiğince gözlem yaptım, sorguladım, dinledim, anlamaya çalıştım yazarken. Kitapta yitik bir aşk, yitik bir yurdun yükünü sırtlıyor. Pek çok yarım var ve hepsi bütüne varmayı özlüyor. İnsanlar, sokaklar, evler kendini anlatıyor. Uzakla yakın yüzleşiyor yeniden... Eskiyle yeni hesaplaşıyor... Evinden ve şehrinden kovulan insanların sızısını hissederek ve birkaç farklı kuşağın kaygılarını yaşayarak yazmaya çalıştım. Toprakta kalmış köklerin ya da o köklerin üzerine yapışan toprağın kokusunu soluyarak. 

Çocukların sesi yükseliyor sokak aralarından, savaşın, göçün, kalleşliğin sesi yankılanıyor. Gençliğini o sokaklarda yitiren yıllanmış bedenlerin yoksunluğu, yalnızlığı ve yorgunluğu uyanıyor, esir kampları kendini güncelliyor öksüz zamanlarda. Kabuk bağlamış yaralarını kanatmak pahasına kendi hayatlarına geri yürüyen insanlarla okuru dürtmek istedim.

Kendi kitabımı değerlendirmek çok kolay değil. Bir yazar ya da edebiyatçı iddiam olmadığını söyledim her daim, gazeteciyim. Bu kitap bir yurtseverin, umut yorgunu ve düş kırgını bir adaya vicdan borcudur. Çocuklarını yitirmiş sokaklara ağıdımdır belki. Oyuncaklarını kırdığımız çocuklara özrümdür. Bir yurtsever yolculuğu bu. İnsana, toprağa, çocukluğa ve sınırsızlığa dair bir yolculuk.

Dünyanın gözü önünde kanayan bir yarayı kaleme alırken çekinceleriniz oldu mu? 

Dünyanın gözü önünde çok daha büyük yaralar var. Çoğu da sarılmamış. Kanıyor halen. İnsanlık, eğer çok yakınında kan kokusu yoksa dönüp bakmıyor. Kıbrıs’a dair yaklaşım da böyle gelişiyor. ‘Artık kan akmıyor’ diyorlar. On binlerce insanın zorunlu göçünün, kimlik yitiminin, kaybettiği anıların, gelecek belirsizliğinin ya da kendi yurduna yabancılaşmanın başkaları için pek bir anlamı yok.

“Biz mağduruz, onlar suçlu” resmi ezberine itirazım var. Yarım hakikatler dinlediğimiz yeter artık. Ölümlerin, kayıpların, katillerin, göçlerin yarısını hatırlamakla bir yurt bütünleşmiyor. İşte bu itiraz üzerinden Salıncak iki tarafa da söz hakkı veriyor, suçlamadan, yargılamadan, cezalandırmadan... Bir annenin, çocukken sallandığı salıncakta, çocuğunu sallayabilme umuduna saygı duruşudur bu kitap. Göçmen ya da mülteci dramının kuşaktan kuşağa yansıyan öyküsüdür. Buralarda herkes bir ötekinin yurtsuzudur ve bunu anlatmak önemlidir. O nedenle yazarken bir çekincem olmadı, hiç olmadı. İnsani bir yükümlükle hınca tutsak olmadan ve kendi yalanlarımıza sığınmadan daha güzel bir ülke kurabilme hayaline sarıldım. 

Alexia, işgali yaşayan kuşağının karşılaştığı zorlukları, baskıları ve bölünmüşlüğü açıkça dile getiriyor. Peki sizin kuşağınız ve genç kuşaklar yakın tarihi nasıl değerlendiriyor? 

Bizler Kıbrıs’ta birbirini tanımadan aynı salıncaktan göğe bakan çocuklar olduk. Ne savaşan ne de barışan bir kuşağız. Kayıp değiliz ama kaybedilen bir kuşağın çocuklarıyız. Hepimize hınç, intikam, nefret, güvensizlik dayattılar. Milliyetçilik öncesi zamanları bilmiyoruz. Şimdiki kuşaklar çok başka bir Kıbrıs buldu. Bölük pörçük. Hiç savaşmadılar. En son kurşunun ardından doğanlar 40 yaşını devirdi. Çoğu barikatlara doğdu, bu ülkeyi hiçbir zaman bütün olarak bilemedi. Kendileri için döşenen etnik milliyetçilik yoluna koşuldu çocuklar. Geleceğe dair belirsizlikten yoruldu. Çok da anlamlandıramadıkları bir kavganın ortasında hem kaygılı hem umarsız dolanıyorlar. Hayatlarının dört bir yanında ‘öteki mahalleler’ var. Kıbrıs ikiye bölünmüş değil sadece, bölünen coğrafyanın bir de kendi bölünmüşlükleri var ve yeni kuşaklar iyice bocalıyorlar. Her yerin, hiçbir yere dönüştüğü bir belirsizlik var, yeni kuşakların önünde…

"TEMEL DÜRTÜM, DÜŞMAN DENEN KAVRAMA BAŞKALDIRMAKTI"

İlgimi çeken bir husus da romandaki diyaloglar… Karakterlerinizin bilge bir dili var. Karakterlerinizi yaratırken nelere dikkat ettiniz? 

Kıbrıs’ın yitik umudunu, bölük pörçük bir coğrafyayı, yarım hakikatlerle örülmüş bir tarihi, bir yokluğu anlatıyor Salıncak. Sözümü hissimle sarmalamak ve olabildiğince yalın söylemek istedim, sesin uyumunu tarihin uyumsuzluğuna katık yaptım. Tanıdık insanların çevresinde ördüm öykümü... “Çocukların ellerinden sokaklarını alıyorlar ve o sokaklara, kurban ettikleri başka çocukların adlarını veriyorlar” diyorum. Bu kadar yalın anlatmayı deniyorum savaşı. Sözü çok dolandırmadan anlatıyorum.

Hepsi yaşadığım yerlerden, dinlediklerimden, gözlemlerinden, çocukluğumda çoğalan seslerden... Ya da düşümden, hasretimden. Üstelik çok zor bir iş denedim. Çünkü ataerkil bir çemberin içinden çıkarak bir kadının gözünden hayata bakmaya çalıştım. Yetmezmiş gibi “öteki” toplumun gözünden bunu yapmak için çabaladım. Çünkü temel dürtüm, düşman denen kavrama başkaldırmaktı. 

"ŞAİRLERİ ÇOK KISKANIYORUM"

Gerek epigraf şeklinde gerekse metin içinde alıntıladığınız dizelere rastlamak, bir okur olarak beni metne daha çok yakınlaştırdı. “Salıncak” anlatınızla ve hikayenizle özdeşleştirdiğiniz bir şiir varsa bizimle paylaşır mısınız?

Şairleri çok kıskanıyorum. Sözün ustası onlar. Cemal Süreya’nın “Aynı şehirde; Sen varsın, Ben varım, Biz yokuz” sözleri örneğin tam da anlatıyor içimizdeki yabancılaşmayı. O kadar öz, o kadar etkin. Neşe Yaşın’ın “Baktığın yerden / İçimdeki denizi göremiyorsun” duygusu. Hakkı Zariç’in “Bir çift dudağın dokunuşuyla iyileşir kimi yaralar” diyen Zona’sı. Keşke bu şairlerin birkaç dizesi kadar uçsuz olabilse, onlarca sayfa. Şiir de gücünü buradan alıyor sanırım. Ama en fazla da Fikret Demirağ. “Daha dündü, buralardan, yarasından kanlar akarak bir yaz geçti” diyen şair. Kitabın finalinde o var: “Kök topraktan sökülürken acı çeker/ Aynı acıyı duyar kökten ayrılan toprak/ Ve bir et-kemik tragedyası çıkar bundan;/ Ne kadar silkinse bir parça kalır kökte/ Zorla sökülüp çıkarıldığı topraktan,/ Ve toprakta kılcal damarlar kalır kökten.”

ÖNCEKİ HABER

İHD İskenderun Şubesi: Hatay’daki orman yangınına geç müdahale edildi

SONRAKİ HABER

Sezgin Tanrıkulu’ndan cezaevi raporu: Kovid-19 baskı kurma aracına döndü

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...