09 Eylül 2020 23:46

Hıdır Murat Doğan: Yazdığım ilk paragraf beni hikayemi anlatmaya götürdü

Yazar Hıdır Murat Doğan, 2020 Sennur Sezer Emek-Direniş Öykü Ödülü’nü alarak kitaplaşan “Biraz Ormanda Saklanacağım”ı anlattı.

Fotoğraf: Hıdır Murat Doğan 

Paylaş

Hakan UNUTMAZ

İlk iki öykü kitabı “Kütürt” ve “Soğuk Masal”dan sonra takibe aldığım öykücülerden oldu Hıdır Murat Doğan. Yazarın yakın zamanda ise “Biraz Ormanda Saklanacağım” adlı dosyası 2020 Sennur Sezer Emek-Direniş Öykü Ödülü’nü alarak kitaplaştı. Kendisiyle bu kitaptan yola çıkarak ’90’lı yılların çocukluğunu, yazın gelen gurbetçi akrabaları, anne ölümünü ve baba memuriyetini konuştuk.

Kitabın “Piyonlar Çapraz Yer” adlı öyküyle başlıyor ve anlatımının nasıl olacağını bu öyküden hemen kestirebiliyoruz. Önceki iki kitabında görmüş olduğum “an olayı” yerine bunda daha çok içsel geçişli öyküler var. Tarihler yakın olsa da bir yazın açısı değişikliği göze çarpıyor. Bu değişimi senden de dinlemek istiyorum. Önceki kitaplarla Biraz Ormanda Saklanacağım arasında geçen sürede öykü anlayışında, hayat tutumunda ne gibi değişiklikler oldu?

Çiçero, MÖ 45 yılında “İyi ve Kötünün Uç Sınırları” adında bir kitap yazdı. Bu kitap 1500’lü yıllarda basıldı, Rönesans’la birlikte popüler oldu. Çiçero kitapta “Acıyı seven, arayan ve ona sahip olmak isteyen hiç kimse yoktur. Nedeni basit. Çünkü o acıdır.” diyor. Bugün, yani Çiçero’dan yirmi asır kadar sonra, çağlar ve sınırlar dönüşmüşken, savaşlar ve barışlar yapılmışken, devrimler olmuş, makineler günbegün insanlığı ele geçirmişken, yerküre üzerinde değişmeyen tek şey acı.

Hayat devimsel biçimde akıp gidiyor. Üstelik hâlâ acıyı sevmiyoruz, aramıyoruz ve ona sahip olmak istemiyoruz. Güldüğümüz de oluyor elbette ama ilkel beynimiz en çok acıyı tutuyor içinde. Göz bebekleri mesela, yaşamın ağır sarsıntılarını kaydeden yegane organlardan biri, bilirsin. Her seferinde retinada siyah ve küçücük bir leke kaldığı söyleniyor. Yaşam da böyle biraz. Her seferinde küçük bir leke kalıyor her şeyden.

İster istemez yazdıklarımız, yazın biçimimiz de akıp giden hayatın içinde değişiyor, dönüşüyor. Bir tek acı değişmiyor. Aslında yazdıklarımda değişen şey sadece kendi hikayeme biraz daha yaklaşmak sanırım. Devlet derslerinde öykünün tanımı, gerçek veya tasarlanmış olayları anlatan düzyazı türü olarak yapılıyor. Sanırım bu kez tasarlamak yerine dosyaya yazdığım ilk paragraf beni kendi hikayemi anlatmaya götürdü. Kendi siyah ve küçük lekelerimi göstermeye…

Ödül, Sennur Sezer adına verilince salt bir toplumcu beklenti olabiliyor. Açıkçası bende oldu. Ancak kitabı okuduğumda toplumsal olayların direkt olarak içinde bulunan karakterler yerine bunları (Ör. Madımak Oteli Katliamı, Ankara Garı patlaması) dışarıdan gözlemleyen bir çocuk görüyorum. Bu bağlamda kendi öykünü nasıl tanımlıyorsun? Toplumcu, bireyci, modernist?

Politik anlamda hareketli bir ailede büyüdüm. Mücadele veren, bedel ödeyen insanlar gözümün önünde duruyordu. Madımak Katliamı’yla ilgili öykü mesela. Birebir tanık olduğum için yazdım yalnızca. Hatırladığım kadarını yazdım. Orada da söylediğim gibi belki de kötülükle tanıştığım ilk günlerdi o günler. Gördüklerim kasıtsız biçimde yazdıklarıma da yansıyor. Senin de bildiğin gibi çocukluğumuzun geçtiği dönemler üniversite hareketlerinin, yakılan köylerin, naklen katliamların dönemiydi. Gerçi ne, ne kadar değişti bu da ayrı bir konu ama ben kendi adıma gördüğüm manzarayı anlatmaya çalıştım. Dünya ikinci sınıf aşk hikayelerinden ibaret değildi çünkü. İnsana vicdan da lazım. Acı var çünkü yerkürenin üzerinde. Ekmek ve özgürlük kavgası var. Zulüm var. Ölüm var.

Bu açıdan kendime toplumcu diyebilir miyim bilemiyorum. Ahkam kesmek kolay şeydir çünkü. Ancak bu olayları da görmezden gelmek, anlamamak ve anlatmamak insanın vicdanına sığmamalıydı. Zaten aslında yaşamın her anı için geçerli bu. Rüzgarların ortasında kalmış küçük kulübemizdeyiz hepimiz. Bütün hayatımızı gülerek, yokmuş gibi davranarak geçiremeyiz. Kendinizi pamuklarla sarmalayabilirsiniz, pencerelerinizi kapatıp sessizce bekleyebilirsiniz ancak görmezden geldiğiniz fırtına bir gün sizin pencerenize de vuracaktır.

Kendimi modernist olarak da tanımlayamıyorum aslında. Elbette çağdan bağımsız hareket etmek her anlamda zor ancak çağa ayak uydurmak isterken değerlerimi de yazınsal anlamda niteliğimi de kaybetmek istiyorum.

Tüm bunlarla birlikte aslında herkes ve doğal olarak her insan az da olsa bireycidir. Ondan kaçmak çok mümkün görünmüyor bana. Çağımız bizi evlerimize, ofislerimize ve fabrikalarımıza hapsetti baksana. Yani bireysel kaygılarımızla dolu duvarların arasındayız artık. Yani öyle ya da böyle penceremizin arkasındayız. Nasıl ki bu durum bugün insan ilişkilerimize yansıyorsa yazdıklarımıza da yansıyor.

Siyasi memur ebeveynler, gurbetten gelen akrabalar, anne ölümü ve nine-dede evlerinde geçen sürgün yazlar… Çocukluğunu şehirle tarla arasında geçirmiş ve yakın şeyler yaşamış ’90’lı yılların çocukları için ilgi çekici konular bunlar. Belli ki hepsinin de yaşanmışlığı var. Aynı dönem doğmuş biri olarak sormak istiyorum; öyküsü yazılacak kadar büyüdük, yaşlandık mı biz?

Ne yazık ki evet. Büyüdük. Yaşlandık hatta. Baksana sokaklarda artık çocuk cıvıltısı yok. Pandemiden önce de zaten Yeni Çağ rehin almıştı hepsini. Bizim için durum biraz farklıydı. İnsanın burasına kadar gelmek diye bir deyim var. Oraya kadar geldi. Artık anlatılmalı. Bizler öyle veya böyle çok şey gördük. Retinamız simsiyah.

Genellikle alışılagelmiş öykü kitaplarına kıyasla Biraz Ormanda Saklanacağım sanki parçalanmış bir roman gibi göründü bana. Öyküler arasında ciddi bir bağlantı görülüyor. Oysaki çoğu öykücü eserlerini kitaplaştırmadan önce dergilerde vs. görünüp oradaki ürünleri arasından bir dosya oluşturuyor. Merak ediyorum, sana göre öykü ve roman arasındaki ayrımın keskinliği nasıl olmalı? Ayrıca dergiler demişken; eserlerini çeşitli mecralarda paylaşmada ne gibi kolaylıklar/zorluklar yaşıyorsun?

Hayat aslında uzun bir trene benziyor bence. Başka renklerde başka hikayeleri taşıyan vagonları olan uzun bir tren. Bu trenin her vagonunda başka şeyler yaşıyoruz, başka şeyler görebiliyoruz, başka insanlar tanıyabiliyoruz. Ancak hepsi aynı yöne doğru gidiyor. Aynı yere. Bir tren sizi dünyanın en eşsiz coğrafyalarına da taşıyabilir ama vagonlardan biri devrilmeyegörsün, diğerini çeker, bir başkası bir başkasını…

Aslında roman ve öyküyü birbirinden ayıramıyorum ben. İkisi de insandan besleniyor çünkü. İkisi de o trenden besleniyor. Romanı bir tren, öyküyü bir vagon olarak da değerlendirebiliriz belki. Sonuç değişmiyor. O trene biniyoruz yine de. Biraz Ormanda Saklanacağım’da aslında belki de bunu anlatmaya çalıştım. Hikayelerimiz birbirine vagonlar gibi kenetli çünkü. Bu bağlamda buradaki öyküleri herhangi bir yerde yayımlamak istemedim. Aslında fazlasıyla sabırsız bir insanım ama bu öyküleri birbirinden ayıramadım.

Dergiler veya mecralarla ilgili söyleyebileceğim şey şu ki, elbette olumlu tavırlarla da olumsuz tavırlarla da karşılaşmak mümkün. Sonuçta yayın politikası diye ortaya çıkan doğal tutumla birlikte, ticari kaygılar, insan egoları ve hatta niyet-art niyet gibi kişisel durumlar dahi belirleyici olabiliyor. İnsanın olduğu her yerde zorluk vardır, bilirsin.

ÖNCEKİ HABER

Hediye Levent: Lübnan’da Fransa’nın müdahalesi ehven-i şer olarak görülüyor

SONRAKİ HABER

ETHA çalışanlarının duruşması ertelendi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...