10 Ağustos 2020 00:35

Siyaset Bilimci Dr. Erçetin: Toplum geniş katılımcı süreçlerle kaderini belirlemeli

Siyaset Bilimci Dr. Tuğçe Erçetin: Popülist söylemi tercih eden siyasi aktörler krizleri araçsallaştırabilseler de uzun vadede toplumu etkileyen ekonomik kriz ve beklenmeyen sorunlar alanı daraltır.

Fotoğraf: Evrensel

Paylaş

Pandemi sürecinde ekonomik kriz giderek derinleşirken bir yandan da iktidarın antidemokratik hamleleri peş peşe geldi. Siyaset Bilimci Dr. Tuğçe Erçetin, tek adam yönetimine dikkat çekerek, yapılan hamlelerle demokratik siyasetin önünün kesildiğini belirtti. Yaşanan kötü gidişat karşısında sadece muhalefetin değil, toplumun da demokratik siyasete katılarak siyasetin önünü açması gerektiğini anlatan Erçetin, “Türkiye’deki tüm demokratik ve hukuksal açılımları ve atılımları sadece kendi mahallemiz için değil, toplumun geneli için istemeliyiz. Sıradanlaştırılmış hukuksuzluğa karşı çizgiyi böylece çekebiliriz. Ülkede siyasetin toplumu şekillediği, üstenci değil; yerelden, kadın hareketinden, gençlerden, emek kesiminden, akademiden kişilerin katılımıyla, özgür bir yaşamı hep beraber yaratmalıyız” ifadelerini kullandı.  

Son dönemde iktidardan, bekçilere polis yetkilerinin verilmesi, çoklu baronun yasalaşması ve İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışmaları gibi peş peşe antidemokratik hamleler görüyoruz. Bu hamleleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye uzun süredir bir yönetim kriziyle karşı karşıya. Her ne kadar popülist söylemi tercih eden siyasi aktörler krizleri araçsallaştırabilseler de uzun vadede toplumu etkileyen ekonomik kriz ve beklenmeyen sorunlar alanı gittikçe daraltır. İktidar açısından ‘Yönetememenin’ başlangıcı için pek çok tarih verebiliriz. Ancak bunun her geçen gün daha da ağır şekilde hissedilmeye başladığı tarih olarak, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilmesini almak gerekiyor. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından iktidarın önünde iki yol vardı. Birincisi o süreçte oluşan destekle ülkeyi daha demokratik bir alana götürmek. İkincisi ilerleyen günlerde dile getirildiği gibi bunu ‘Allah’ın lütfu olarak görüp’ muhalefeti tasfiye etmek için, demokrasinin önemli unsurları olan medyadan akademiye, sivil toplum kuruluşlarından sendikalara yargının da yardımıyla sindirme operasyonları yaparak, ‘beka, güvenlik’ söylemleriyle baskıcı yönetim kurmak. AKP ve lideri ikinci yolu tercih etti. MHP ile kurulan ittifakla; konjonktüre göre söylem sırası değişen, ‘İslamcı Türk’, ya da ‘Türk İslamcı’ anlayışla memleketi uzun süre yönetebileceğini zannetti. Cumhurbaşkanının 2017’nin nisan ayında yapılan referandumun ucu ucuna kazanılmasını ‘Atı alan Üsküdar’ı geçti’ diye tarif etmesi ve o günkü balkon konuşmasıyla bugün gelinen noktanın tezatlığı önemli. Erdoğan’ın o gün yaptığı konuşmanın en önemli cümlelerinden biri şuydu: “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte yürütme, yasama ve yargı erkleri birbirlerinden tamamen ayrılmıştır.” Aradan üç yıl geçti….

"MECLİS ADETA İŞLEVİNİ YİTİRDİ"

Bu cümleyi aradan geçen 3 yıllık süreçte şöyle okuyabiliriz. Yeni sistemle cumhurbaşkanı kararnameler ve kararlar yoluyla kendini Meclisten daha güçlü bir konuma getirirken, Meclis adeta işlevini yitirdi. Deutche Welle’nin bir çalışmasında, sistemin yürürlüğe girmesinden bu yana Meclisteki 600 milletvekili 1493 maddeyi görüşürken Cumhurbaşkanı tek başına 2 bin 229 maddeyi yürürlüğe koydu. Yargı ile ilgili durum ise ortada. Alınan kararların çoğunda ‘siyasi etki-baskı’ olduğu biliniyor. Bırakın dengeler arasındaki ayrışmayı, giderek tekleşen, tek kalan bir yönetim var. Siyasette topluma alan daraltırken aslında kendinizi de bir alana hapsetmiş olursunuz. O zaman daha çok güvenliğe ihtiyaç hissedilir, kuruluş amaçları şüphe uyandıran bekçiler sisteme alınır. Yargıda kalan son direk, avukatlar, bölünmeye çalışılarak hukuku tamamen ele geçirme endişesi oluşur. Ve toplumsal muhalefetin en önemli figürü kadın hareketi dert olur. Kendi döneminde çıkan İstanbul Sözleşmesi ile uğraşılır. Hakkını arayan kadınlara güvenlik güçleri saldırır. Ama tüm bunlar iktidarda kalmaya yetmiyor. Çünkü iktidarın tabanında da tavanında da İstanbul Sözleşmesi örneğinde gördüğümüz gibi kırılmalar var. Bugün alanı daralan iktidar partisinin, muhalefeti bölerek, toplumsal bölünmeler yaratacak retoriğe başvurarak, “biz ve onlar” ayrımıyla “iyi-kötü” inşa ederek ve muhalefete yönelik demokratik olmayan pratikleri izleyerek kendi geleceğinde bir çözülmenin önüne geçebileceği oldukça şüpheli. 

Kötü giden durum karşısında başta ana muhalefet olmak üzere Meclis içindeki ve dışındaki muhalefetin nasıl tutum alması gerektiğini düşünüyorsunuz?

Bir süredir muhalefet iktidarın düşmanlaştıran, kimilerini dışlayan ve grupları bölen söylemini yeniden üretmiyor. Ancak bu yeterli değil, bunun yerine alternatifin ne olduğu da somutlaştırılmalı. Tabii alternatifi de sadece siyasi partilere bırakmamak gerekiyor. Bir liderin tüm sorunlara çözüm getirmesi hep istenir. Bence öncelikle bunu aşmamız gerekiyor. Başta anayasa, özgürlükler, hepimizi ilgilendiren konularda daha talepkar daha katılımcı olmalıyız. Demokratik süreçlere katılmalıyız. Siyasetin önünü açmalıyız. Türkiye’deki tüm demokratik ve hukuksal açılımları ve atılımları sadece kendi mahallemiz için değil, toplumun geneli için istemeliyiz. Sıradanlaştırılmış hukuksuzluğa karşı çizgiyi böylece çekebiliriz. Ülkede siyasetin toplumu şekillediği, üstenci değil; yerelden, kadın hareketinden, gençlerden, emek kesiminden, akademiden kişilerin katılımıyla, özgür bir yaşamı hep beraber yaratmalıyız. Bundan amaç siyaseti, muhalefeti ve Meclisi değersizleştirmek değil. Tam tersine gerçek değerine kavuşturmak.  Daha geniş katılımcı süreçlerle kaderimize kendimizin karar vermesi.

"EKONOMİ SADECE KUR, FAİZ DEĞİL, ESAS OLAN, EMEK"

Pandemiyle birlikte ekonomideki kriz derinleşiyor. Döviz kurlarında ve altın fiyatında artış söz konusu. Buna dair neler diyeceksiniz?

Nisan 2018’de Türkiye erken seçime giderken Merkez Bankasının rezervleri 112 milyar dolardı. Haziran seçimleri sonrası rezerv 100 milyar dolara geriledi. Aynı yılın ağustosunda Türkiye ABD ile Rahip Brunson gerilimi-pazarlığı yaşadı. O sürecin sonunda rezervler 85 milyar dolara geriledi. 2019 yerel seçimlerine giderken Merkez Bankasının ihtiyaç akçesi harcandı. 30 Temmuz itibariyle Merkez Bankasının swaplar hariç net rezervi -9.4 milyar dolardı. Uzun süre 7 TL sınırını geçmemesi için kamu bankaları tarafından piyasaya satılan dövizi de hesaba katarsak ortada bir ekonomik başarısızlık ve bunun getirdiği ağır bir kriz var. Bağımsızlığını kaybetmiş Merkez Bankası, ‘Faiz sebeptir enflasyon sonuç’ retorikleri Türkiye’yi pandemi sürecine zaten ağır bir ekonomik hasar ile getirmişti, şimdi durum daha da ağırlaştı. Ama ekonomi sadece kur, faiz değil. Esas olan insan, emek. 1980 darbesi sonrası neoliberal politikaların uygulanması için sendikaları yok eden, sermayeyi önceleyen, çalışanı düşük ücrete mahkum eden anlayış bugün devam ediyor. Ücretsiz izin adı altında günde 39 TL’ye geçinmek zorunda bırakılanlardan resmi rakamlara göre bile gerçek işsizliğin yüzde 28’lere geldiği bir ülkeden bahsediyoruz. Ekonomiyi buzdolabı satışlarına indirgeyenlere sık gittiğim kahvede çalışan bir dosttan duyduğumu aktarmak istiyorum: “Bir buzdolabını bile çok görüyorlar o var da içi dolu değil ki…” (İstanbulEVRENSEL)

ÖNCEKİ HABER

"Genç mühendisler için asgari ücret hayal oldu"

SONRAKİ HABER

"Van’da hastaneler dolu, bireysel tedbirler yetmiyor"

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...