10 Kasım 2012 08:26

Ölümden arta kalan günler filme dönüşüyor

Erkan ARAZ

Türkiye tarihinde ilk ölüm orucu 1982’de yapıldı. Daha sonraları 1996 yılında tek tip elbiseye karşı yapıldı ve kazanımla sonuçlandı. 20 Ekim 2000 yılında F tipi hücre hapishanelerinin kapatılması, 3713 sayılı anti-terör yasası’nın tüm sonuçlarıyla kaldırılması, üçlü protokol’ün iptal edilmesi ve DGM’lerin kapatılması gibi taleplerle başlatılan açlık grevi ve sonrasındaki ölüm oruçlarına ise devlet müdahale etti. “Hayata Dönüş Operasyonu” adıyla yapılan müdahale sonrası birçok insan hayatını kayberken birçoğu da yaralandı. Konuyla ilgili olarak uzmanların yaptığı açıklamalara bakacak olursak ölüm orucunu sürdüren bir kişiye B1 vitamininden bağımsız verilen şekerli su, onun kontrol merkezini paramparça ediyor. İşte bu duyu kaybı, bellek kaybı, görme kaybı ve bütün sinirsel merkezin harabiyeti anlamına geliyor. “Wernicke Korsakoff” hastalığı olarak da bilinen bu durum, “hayata dönüş” ironisinin ne anlama geldiğini açıklıyor.

Senaryosunu Okşan Dede’nin hazırladığı “Ölümden Kalma” filmi, işte bu gerçekliği gün yüzüne çıkarmak için verilen bir çabanın ürünü. Ocak ayında çekimlerine başlanacak olan film, Dolunay Soysert’in canlandıracağı “Behrem” karakteri üzerinden Wernicke Korsakoff hastalarının gerçekliğine dikkat çekmeyi amaçlıyor. Kısacası ölümden arda kalan günler beyaz perdeye taşınmış oluyor.

Aslında açlık grevlerine değil, sonrasına dair film “Ölümden Kalma”... Önce Behrem karakterine değinelim... Kimdir Behrem?
Behrem, filmin kendisi aslında. Filimin ana karakteri. Diğer karakterlerin hepsi Behrem’in çevresinde devinen insanlar. Yani Behrem yalnız çizemeyeceğim için, herhangi bir yere yanlış konuşlandıramayacağım için kurduğum karakterler. Kuzeniyle yaşaması, doktor bir arkadaşının olması, Behrem’in durumuyla alakalı motiflediğim karakterler. Bunların özelde ne yaptıklarına dair hiçbir bilgi yoktur filmin içinde. Behrem nerdeyse onlar ordalar.

HAYATTAN KOPMUŞ DEĞİLLER

Açlık grevinden kalan pek çok Wernicke Korsakoff’lu var. Ne yapıyorlar şimdi? Nasıl hayata tutunuyorlar?

Onlar bizden daha dirayetli diyebilirim. Dünyayı sırtlayan insanlar diyorum ben onlara. Çok klişe de olsa gerçekten yerini bulan bir cümledir bu tanımla. Pek çoğu çalışıyor. Gazetelerin arşivlerinde çalışanlar bile var. Şaşkınlık verici bir durum. Çünkü nerdeyse konuşamıyorlar, yürüyemiyorlar. Onları zorlayacak işlere de hiç gözlerini kırpmadan girebiliyorlar. Çok sosyal aktiviteleri mevcut. “Çeliğe Su Verenler” diye bir dayanışma evleri açıldı onların. Her yıl kamplar düzenliyorlar, söyleşiler yapıyorlar, konserler düzenliyorlar. Özgür Üniversite’de de yer alıyorlar. Birçoğu akademik eğitimin peşini bırakmış değil. Akademik olarak kendini geliştiriyorlar, görmeyen gözlerine rağmen okuyorlar ve hiçbiri de kendini hayattan tecrit etmiş değil. Bu karakterler de benim Behrem’i yaratmamda ön ayak oldu diyebilirim.

Ayrıntı vermeyelim, ama filmde “kadın meselesi” de önemli bir yer tutuyor. “Ölüm oruçları”nı böyle bir tema üzerinden anlatma fikri nasıl doğdu?

Ölümden Kalma filminin yüzde 49’u politik, yüzde 51’i ise kadın hikayesidir. Kadınlık kanımca zaten zor bir zanaattır. O anatominin sistematik olarak bize dayattığı şeyler de var. Bir de varolan sistemin bize dayattığı bir kadın tipolojisi de var. Bunlar üst üste eklenince bir devrimci de olsan başına bir şekilde mutlaka bir şeyler geliyor. Yani parasal anlamda güzel bile olsan kadınlık böyle bir şey. Kadınlık bir şekilde ötekileştirmenin başladığı yer. Bırakın etnik kimlikleri falan, kadın erkek ayrımıyla başlıyor bu ötekileştirme. O yüzden kadın hikayesi üzerinden gittim.

“Ölüm orucu” konusunu seçmek iki yönlü de olumsuz tepkiyi göze almak demek biraz. Şimdiden tepkiler gelmeye başladı mı? Çekinmiyor musunuz?

Hiçbir şeyden çekinmiyorum. Bunu bağırarak söylüyorum. Film sürecinde yurt dışından destek bulurken bu ülkemin fonlarından zerrece bir şey alamadım. Onun dışında hikayemdeki kadını “Alzheimer hastası yap, o zaman destek verelim” gibi şeylerle karşılaştım. Sponsorlarım geri adım attılar. Ona rağmen hiçbir şekilde geri adım atmadım. Bundan vazgeçmiyoruz. Çıktığımız yolda devam ediyoruz. Belki o insanlar kadar cesur değilim, ölüme yatacak kadar ama onların aktarıcısı olacak kadar cesurum.

Filmin üretim süreci ne aşamada? Ne zaman motor diyorsunuz, biz ne zaman izleyebileceğiz?

Aralık ayında motor demeyi planlıyorduk. Teknik aksaklıklar nedeniyle Ocak ayına sarktı. Ama ocakta motor diyeceğiz. Bir yıl sonra da festivalleri dolandıktan sonra vizyona girecek.


APOLİTİK BİR İNSANIN DÖNÜŞÜM SÜRECİ ETKİLEYİCİ

Behrem için Dolunay Soysert tercihi nasıl oldu?

Dürüst olmak gerekirse Dolunay benim de hiç aklıma gelmezdi. İnsan aklından birilerini geçirir bir karakter yarattığında ama benim aklımdan geçen bir isim değildi. Ama sonrasında sevgili Emre Karayel ön ayak oldu. Tanıştık, görüştük. Dolunay’ın bu işe olan alakası, hevesi beni çok heyecanlandırdı. Her türlü fedakarlığı yapıyor. Şu an 44 kiloya düştü. Saçlarını koyulaştırdı. Şu an iki nörolog ve bir psikiyatr ile çalışıyor. Kendini kapatmış durumda tamamen. Yani bu şeyi belki birçok oyuncu gösterirdi ama Dolunay gibi apolitk bir insanın ve konformist bir yaşamın lüksleriyle yaşamış bir insanın göstermesi ayrıca önemli. Süreci de bilmiyor ama araştırıyor, insanlarla görüşüyor, avukatlar konuşuyor... Apolitik bir insanın bu dönüşüm süreci beni çok etkiliyor.


WERNİCKE-KORSAKOFF NEDİR?

Korsakoff hastaları bilinç ve hafıza kaybına uğruyor. Kendi kendilerine ihtiyaçlarını karşılayamıyorlar. Yemeklerini başkası yediriyor, tuvalete yardımcı eşliğinde gidebiliyorlar. Wernicke-Korsakoff Sendromu: Uzun süreli açlıklar sonucu görülen, beyinin çeşitli faaliyetlerinin ortadan kalkmasıyla seyreden bir hastalık. Bu hastalıkta özellikle akli melekelerde kayıp olur. Hafızada, yer, zaman, kendine ait bilgilerle ilgili olarak kayıpları görülür. Eğer yaşamsal fonksiyonlar da bozukluk varsa, bu hastaların bakımı çok güçtür . Örneğin; kendi kendine yemek yiyememe, kendi kendine tuvalete gidememe ve benzeri gibi durumlar ortaya çıkar. Hasta 0-5 yaş arası bir çocuk gibi başkasının bakım ve ilgisine muhtaç hale gelir.


80 SONRASI KUŞAĞIN ÇOĞU POLİTİK SİNEMA YAPIYOR

Biraz da, “hikayeleriyle patladı” denilen yeni dönem Türkiye sinemasından söz edelim. 1980 sonrası doğan, yeni kuşak yönetmenlerin ortak özelliği ne sizce?

Benim böyle bir yazı dizim de var zaten. 80 sonrası darbe çocuklarının kadrajı diye. Aslında 80 doğumlular bayağı bir sinema salonlarını zapt eylemiş durumda. Bizi çok izole, çok apolitik, çok güdümlü bir jenerasyon gibi görürler. Disko kültürüyle yetiştiler gibi tanımlamalar yaptılar. Doksanların ortası zaten post-endüstriyel bir çağ, yavaş yavaş teknolojinin geliştiği ve bizi de cezbettiği bir dönem. Ama ona rağmen sinema salonlarına bakacak olursak 80 sonrası doğanların yüzde 70’i politik sinema yapıyor.
Buna şu an benim yapımcım Caner Erzincan da dahildir. 82 doğumludur ve güneydoğudaki fakirliği Vanlı bir salyangoz toplayıcısının üzerinden anlatmıştır. Onun dışında Erdem Tepegöz, Zerre filmiyle Antalya Altın Portakal’da bu sene en iyi yönetmen ödülünü aldı. 82 doğumludur ve işçi bir kadının mücadelesini anlattı.
Güzelliğin On Par Etmez filmiyle sevgili Hüseyin Tabak, Antalya Altın Portakal’da altı ödül birden aldı. 81 doğumlu ve ilk defa ötekileştirmeyi Kürt, Türk, Alman üzerinden ekseninde anlattı.
Tayfur Aydın İzreç 1981 doğumludur. O da kendi doğduğu topraklardan sürgün edilmiş Batmanlı bir ananın öyküsünü anlattı. O da politik bir öyküydü.
Ali Adnan Özgür 82 doğumludur. O da kapatılan Köy Enstitülerini anlatan bir filmi yönetti. Anlaşılacağı üzere 80 sonrası kuşak hep politik işler yapıyor. Ben de onlardan biri olacağım.


AĞLATMAK DEĞİL DÜŞÜNDÜRMEK İSTİYORUZ

Senaryoda, “epik bir anlatım” ve “Brechtyen yabancılaştırma etmenleri”ni kullandığınızı söylemişsiniz. Tiyatro eğitiminiz, sinemada nasıl bir etki sağlıyor?

Brechtyen tiyatro taraftarıyım. Brecht’in yabancılaştırma etmenleri vardı, çünkü propogandist tiyatro yapıyordu. Üçüncü duvarı kaldırıp, seyirciyi oyuna dahil edip, seyircinin duyguya girdiği anda o duyguyu kırmak için araya nesneler, objeler veya başka bir konu koyuyordu. Benim oluşturduğum senaryodaki epizodlarda Behrem’in unutmaları bir yabancılaştırma etmenidir aslında. Çünkü en can alıcı noktalarda bile seyirciyi eğer Behrem’e doğru yaklaştırırsam ona doğru bir empoze sağlarsam ağlarlar. Ağladıkları vakit de biz amacımıza ulaşamayız. Biz düşündürtmek istiyoruz. Ağlatmak istemiyoruz. O yüzden bu epik tiyatronun nüvelerini sinemaya aktarıyorum.


ÜLKEMİZİN TARİHİ DEJAVULARDAN İBARET

Siz filmi çekerken yeni ve oldukça kapsamlı bir açlık grevi süreci yaşanıyor. 5 Kasım itibariyle 10 bin tutsak açlık grevinde... Sizce bu “tesadüf” neyin göstergesi?

Bu tesadüf çok kanatıcı bir şey bir kere bunu söyleyeyim. Bundan pragmatist ve faydacı bir şey çıkartamayız. Çıkartırsak kendi vicdanlarımıza bir fener tutmamız gerekiyor. İnsanlığın kendini yok etmesinden söz ediyoruz tabiri caizse. Demek ki bizim ülkemizin tarihi hakikaten dejavulardan ibaret. Bunu bir yerde daha sordular niye bitmiyor bu diye. Anti demokratik uygulamalar, baskılar, zulümler bittimi ki insanların bu türlü eylemlere başvurması bitsin. Bunlar etki tepki meselesidir. Bu insanları dinlemeleri gerekiyor. Dinlemiyorsan da bırak müdahale etme, sakat bırakma o insanları, yapma bunu. Yani Behrem üzerinden benim anlatmaya çalıştığım da o olacak aslında.

Evrensel'i Takip Et