22 Nisan 2020 20:53
Son Güncellenme Tarihi: 23 Nisan 2020 11:15

AKP Meclisi işlevsizleştirdi milletvekillini notere dönüştürdü

Meclisin 100’üncü yılını geride bırakırken, ilk Meclisten günümüze kadar Meclisin seyrini Siyaset Bilimci Ömer Turan ile konuştuk.

Fotoğraf: Kayhan Özer/AA

Paylaş

Şerif KARATAŞ 
İstanbul 

Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) 100 yılı geride bıraktı. Meclis ve Meclisin üstlendiği denge ve denetim mekanizmalarının, demokrasi için kilit önemde olduğuna vurgu yapan Siyaset Bilimci Ömer Turan, OHAL sürerken 2017’de yapılan referandumun demokratik meşruiyetinin şüpheli olduğunu hatırlatarak, “Bu anayasa değişikliği demokrasinin temel ilkesi olan kuvvetler ayrılığı ilkesini ciddi biçimde zedeledi” dedi. Yargının da cumhurbaşkanına tabi kılındığını belirten Turan, tek adam rejimiyle Meclisin denge ve denetim mekanizmasını da yok edildiğine vurgu yaptı. Milletvekillerinin imza atan noter konumuna indirgendiğini söyleyen Turan, yaşanan otoriterleşmeye dikkat çekti. 

Meclisin 100’üncü yılını geride bırakırken, ilk Meclisten günümüze kadar Meclisin seyrini İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi, Öğretim Üyesi ve Lund Üniversitesi, Ortadoğu Çalışmaları Merkezi, Misafir Araştırmacı Ömer Turan ile konuştuk. 

Bu yıl Ankara’da Millet Meclisinin açılışının 100’üncü yılı kutlanıyor. Son yıllarda ulusun egemenliği çok tartışılıyor. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle birlikte Meclis’in tümden baypas edildiği yönünde gelen eleştiriler var. Bu bağlamda sizin değerlendirmeniz nedir?

Türkiye’de 100 yılı aşan bir Meclis deneyimi var. 1877-1878 deneyimi, yani Birinci Meşrutiyet diye bildiğimiz dönem, kısa sürmüş bir deneyim. Ama 1908’de yeniden açılan Meclisi Mebûsan oldukça önemli bir deneyim. Osmanlı’daki Meclisi Mebûsan ve Meclisi Ayan tutanaklarını okuduğumuzda epey kapsamlı tartışmaların yapıldığını görürüz. Tam 100 yıl önce Ankara’da açılan BMM, yani Birinci Meclis, 23 Nisan 1920’den Nisan 1923’e kadar görev yaptı. Çok ilginç bir süreç Birinci Meclis. Sonraki yıllarda göreceğimiz tek-parti dönemi meclislerinden çok farklı. Müslüman olmayanları kapsamıyor ama Müslümanlar arasındaki farklı görüşleri yansıtan bir bileşimi var. Adına da dikkat çekmek lazım. BMM olarak açılıyor Meclis, yani Türkiye yok başında, Büyük Millet Meclisi adı tercih edilmiş. Bunun amacı Kürt seçkinlerini işgal güçlerine karşı başlatılan mücadele içinde Ankara hükümetinin yanında tutmak.

Sık sık karşımıza çıkan bir yaklaşımdır; çoğu kişi demokratik çoğulculuğun sorun çözmek için kötü bir yol olduğunu düşünür. Tek adam yönetimi varsa sorunlar, olağanüstü durumlar daha kolay atlatır görüşü yaygındır. Oysa Birinci Meclis bunun tersi. İçinde İslamcılar ve Kürtler de var. Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından kurulan Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Grubu ile bu grubun politikalarını eleştiren İkinci Grup arasında ciddi bir mücadele yaşanıyor. Bu iki grup arasındaki farkı da şöyle özetleyebiliriz: Mustafa Kemal’in görüşü, olağanüstü durumun, yani yürütülen savaşın, olağanüstü tedbirler gerektirdiği yöünde. Buna karşın İkinci Grup’ta yer alan Hüseyin Avni, Ali Şükrü Bey gibi isimlerse “İhtilalin de hukuku vardır. Olağanüstülüğün de hukuku vardır” görüşünü savunuyorlar. Mesela Başkumandanlık Yasası’na ilişkin tartışmalara bakın Birinci Meclis’te. Epey etkin olmuş bir muhalefet görürsünüz. Meclis’te yetkilerin Mustafa Kemal’e devredilmesine dair hararetli tartışmalar yapılır. Şunu da söylemek gerek. Birinci Mecliste bir yandan eski İttihatçı Kara Vasıf da yer alır. Ama genel denkleme baktığımızda Mustafa Kemal ve ekibinin İttihatçıların yönetme tarzının dışında bir tarzla Kurtuluş Savaşı yürütmeye karar verdiklerini görürüz. Talat ve Enver Paşalar çetecilik pratiğine yakın bir kapalı tarzla karar alma süreçleri yürütmüşlerdi. Buna karşın Birinci Meclis’te egemen olan aleni siyasetti. 

“KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİ CİDDİ BİÇİMDE ZEDELENDİ”

Peki sonrasında Mecliste denge ve denetim mekanizmalarına dair neler yaşandı?

Meclis ve meclisin üstlendiği denge ve denetim mekanizmaları demokrasi için kilit önemde. Meclisin sağladığı temsil mekanizması demokrasinin birincil koşulu. Meclisin 100 yılına baktığımızda bir sürü demokrasi ihlali fotoğrafı karşımıza çıkıyor. Darbeler, kürsüde konuşan TİP milletvekili Çetin Altan’ın gözünün kör edilmesi, 12 Mart döneminde idam cezalarına verilen onay, Leyla Zana, Orhan Doğan ve Hatip Dicle’nin meclisin önüne gözaltına alınması… Bu fotoğrafları çoğaltmak mümkün. Fakat Türkiye’de Meclisin önemli bir siyaset ve mücadele mecrası olduğunu da hatırlamak lazım. Yani 100 yıllık tarihe baktığımızda Meclisin denge ve denetim mekanizması olarak devreye girdiğine dair örnekler de görüyoruz. Mesela 1950’ye, kurucu parti CHP’nin iktidarı kaybettiği dönemdeki Meclise bakalım. DP Diyarbakır milletvekili Mustafa Ekinci gibi bir figür çıkıyor karşımıza. Ekinci Kürt siyaseti için önemli bir isim. Ve o dönemde Ekinci meclis zeminini kullanarak tek-parti dönemindeki iki katliamı, iki yargısız infazı gündeme taşıyor. Bunlardan biri Van, Özalp’taki 33 Kurşun hadisesi. 1942’deki 33 Kurşun Ahmed Arif şiiri üzerinden epey bilinir. Diğeri Diyarbakır’ın Karaköprü mevkiinde yapılan infaz. Karaköprü Hadisesi diye geçer, ama 103 köylünün yargısız infaz ile öldürülmesini katliam diye anmak daha uygun olur. Mustafa Ekinci milletvekili olarak iki katliamın da üzerine gider, sorumluların yargılanması için uğraşır.  33 Kurşun’un faili Mustafa Muğlalı mahkûm olur. Karaköprü Katliamı için de Meclis’te tahkikat komisyonu kurulur. Ama Ekinci’nin çabaları akamete uğrar.

1950’lerin başında Meclis bu türden bir denge ve denetim işlevini görürken, filmi hızla ileri sarıp günümüze gelelim. Bugünkü başkanlık sisteminde Meclis’in denge ve denetleme gücü nedir? 2015’ten itibaren, yani Çözüm Sürecinin çökmesi sonrasında Meclis zemini etkisizleşmişti. 2017 Referandumu ile yapılan değişikliklere de yakından bakmamız lazım. Önce şunun altını çizelim: OHAL sürerken yapılan referandumun demokratik meşruiyeti şüphelidir. Bu anayasa değişikliği demokrasinin temel ilkesi olan kuvvetler ayrılığı ilkesini ciddi biçimde zedeledi. Ne demek kuvvetler ayrılığı? Yargı, yasama ve yürütme birbirlerinin sahalarına belirlenmiş kurallar çerçevesinde etki edecek ve belirli bir özerklikleri olacak. Bu üç kuvvet birbirlerini karşılıklı olarak dengeleyecekler. 2017’de AKP öncelikle HSK’da dengeleri seçilmiş siyasetçilerin lehine değiştirerek yargı erkini neredeyse Cumhurbaşkanı’na tabi kıldı.

Bugün Meclis odaklı konuşuyoruz, o nedenle başkanlık sistemi ile Meclis’in eski gücünü nasıl yitirdiğine de değinmemiz gerek. Başkanlık sistemi parlamentoyu mutlaka güçsüzleştirir diye bir genel kuraldan söz edilemez. Mesela çoğu örnekte başkanlık seçimi ile parlamento seçimi ayrı zamanlarda yapılır. AKP-MHP tasarımı başkanlık sistemi ise “TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri beş yılda bir aynı günde yapılır” hükmünü anayasaya koydu. Böylelikle Meclis dengesinin Cumhurbaşkanlığı seçim dinamiklerinden ayrışması engellendi. Yeni sistem, meclisin gensoru mekanizmasıyla yürütme üzerinde denetim yapma imkânını kaldırdı. Verilen önergeler de Meclis Başkanlığı tarafından olmayacak bahanelerle iade ediliyor. Mesela HDP’li vekiller Maraş Katliamı hakkında önerge verdiklerinde, önergenin içinde katliam kelimesi olduğu söylenerek iade ediliyor.  

MİLLETVEKİLLERİ İMZA ATAN NOTER KONUMUNA İNDİRGENDİ

AKP-MHP’nin getirdiği Başkanlık sistemi Meclisin yetkilerine yansıması nasıl oldu?

AKP-MHP koalisyonunun getirdiği başkanlık sisteminin ruhunu en iyi Meclisin bütçe konusundaki yetkisinin sınırlandırmasında görüyoruz. Anayasaya şu hükmü koydular: “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Genel Kurulda kamu idare bütçeleri hakkında düşüncelerini her bütçenin görüşülmesi sırasında açıklarlar, gider artırıcı veya gelirleri azaltıcı önerilerde bulunamazlar.” Bu milletvekillerini imza atan noter konumuna indirgemektir. Milletvekilleri öneride bulunamaz diye anayasa maddesi mi olur? Ama açın bakın 161. madde tastamam bunu yazıyor. Bunun anlamı şu: Meclis bütçeyi ya önerildiği şekilde kabul eder ya da reddeder. Bu durumda da yeni sistem bir önceki yıl için kabul edilmiş olan bütçenin yeniden değerleme oranında arttırılarak geçerli olacağını öngörüyor.

Bütçe konusu çok önemli. Meclisin temel görevi çoğunlukla yasa yapmak olarak düşünülür. Bu eksik bir tanım olur. Oysa Meclis’in iki temel görevi vardır. Bunlar yasa yapmak ve yıllık bütçeyi kararlaştırmaktır. Kuvvetler ayrımı bütçe hakkını hükümete değil meclise vererek denge ve denetimi tesis eder. Bir nevi parayı harcayacak olanla bütçeyi yapanı ayrıştırır. İşte Türkiye’deki başkanlık sistemi bu temel ilkeyi görmezden geliyor. Bu nedenle AKP-MHP koalisyonunun tasarımı başkanlık sistemi kuvvetler ayrımını, yani demokrasiyi zayıflatmakta. 

“OTORİTERLEŞME, DEMOKRASİNİN ZAYIFLATILMASI SÜRECİ”

18’inci yılını geride bırakan AKP iktidarları dönemini devlet demokrasisi bağlamında bir değerlendirme yapacak olursanız neler dersiniz?

Bazı AKP muhalifleri zaman zaman kısa ve genellemeci yorumlar yaparak bu 18 yılın tamamının aynı kefeye koyuyorlar. Bence bu bir hata. Siyasi pozisyon olarak da verimli değil, ayrıca analiz olarak da hatalı. Dünyada 11 Eylül sonrası bağlam, Türkiye’de ise 28 Şubat sonrası bağlam geçerliyken kuruldu AKP. Türkiye bağlamının dünyada İslâmcı olmayı zorlaştıran bağlamla örtüşmesiyle AKP kurucuları söylem ve programlarında demokrasi vurgusunu öne çıkardılar. Meclis’te anamuhalefetin de desteği ile önemli yasal düzenlemeler yapıldı. 2007’ye kadar demokrasi yönünde adımlar atıldı. Sonraki süreci biliyorsunuz. Otoriterleşme, demokrasinin zayıflatılması süreci.

Az önce konuştuğumuz 2017 Anayasa değişikliği işin epey geç bir aşaması. Otoriterleşmenin anayasal mevzuata girişi. Çoğu yorumcu bu 18 yılı nasıl dönemselleştireceğimiz sorusuna yanıt arıyor kimi zamandır. 2007’de AKP’nin yaptığı Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu değişikliğini AKP’nin demokrasi ve insan hakları vurgusundan dümen kırması olarak görenler var. Elbette önemli bir milat 2010’daki referandum ile yapılan HSYK değişiklikleri. Elbette 2013 Gezi süreci önemli bir milat. Fakat burada esas zorluk 2013-2015 Çözüm Süreci’ni yorumlamak. Otoriterleşme eğilimleri belirginleşmiş AKP hükümeti Kürt sorunun askeri değil, siyasi çözümü yönünde adım attı. Eğer başarıya ulaşsaydı Türkiye demokrasisi adına önemli bir eşik atlanmış olurdu. Yakın dönemin demokrasi muhasebesini yaparken, Çözüm Süreci’nin önemini vurgulamak lazım. Gezi direnişini düşünelim. Bence Çözüm Süreci’nde yakalanmış olan çatışmasızlık hâli, Gezi direnişini mümkün kılmıştır. Sürecin 2015’te çökmesiyle ve 2016’da ilan edilen OHAL ile demokrasi ve hukuk devleti topyekûn geriledi.   

AKP’nin 18 yıllık öyküsü attıkları adımları geri sarma örnekleri ile dolu. Mesela 2009’da TRT’de Kürtçe televizyon yayınına başladılar. Önemli bir adımdı. Ondan 10 yıl önce 1999’da Ahmet Kaya Kürtçe klip olsun dediğinde başına gelenleri hatırlayın. TRT’de Kürtçe yayın önemliydi. Sonra 2016’da Kürtçe çocuk kanalını KHK ile kapattılar. Kürt sorununun militarist perspektifle çözülemeyeceğini söylediler. Sonra tamamen militarist mantıkla, Kürt şehirlerinde yıkım yaptılar. HDP’lileri hukuku ihlal ederek tutukladılar.

Tabii bir de AKP döneminin bilançosuna bakarken AKP’nin takip ettiği “şirket devlet” modelinin demokrasiyle çelişkisinden söz etmek gerek. Bir kez bu model benimsendiğinde ne yönetimde katılımcılık kalıyor ne de yetkileri paylaşmak. Nasıl bir yönetici şirketini yönetirse, bu model ülkenin de aynı şekilde, kurumsal denge ve denetim mekanizmaları olmadan yönetilmesini öngörüyor. Yurttaşları da hakkı olan insanlardan, müşteri konumunda geriletiyor bu bakış. Yani insanlar ancak tükettikleri kadar, gelirleri oranında talepte bulunabiliyorlar. “Ben bu ülkenin anonim şirket gibi yönetilmesini istiyorum” diyen Tayyip Erdoğan dillendirdiği Türk tipi başkanlık denetimsiz bir yürütme öngörüyor. 

“TEK ADAM REJİMİ SÜRDÜRÜLEMEZ”

Koronavirüs salgını sürecinde Meclis ve krizin yönetiminde tek adam konusu da çok gündeme geldi. Bu konuda neler belirtebilirsiniz?

Pandemi günleri tek adam rejimin sürdürülemez olduğunu da ortaya çıkarıyor.  Yetki devri yapmaksızın ülkeyi olması gerektiği gibi yönetmek mümkün değil. Parti içinde Sağlık Bakanı’nın öne çıkmasından rahatsızlık duyanlar olduğu konuşuldu. Ve tabii Soylu’nun istifa süreci var. Soylu ilk açıklamasında 10 Nisan Cuma akşamı sokağa çıkma yasağının geç duyurulmasının nedeni olarak Cumhurbaşkanı’nın talimatını göstermişti. Sonra bakanlığının inisiyatifi olduğunu ve Erdoğan’a hep sadık olacağını söyledi. Soylu’nun istifa çıkışı ve Erdoğan’ın onu övgülerle görevde tutmak durumunda kalması mevcut tek adam rejiminin kaldıracağı bir şey değil.

Türkiye’nin geldiği noktadaki demokrasi eksikliğini anlatırken parti-devlet bütünleşmesini de vurgulamak lazım. AKP iktidarı devletin partiler arası rekabette doğrudan taraf olması gerektiğini düşünüyor. Pandemi günlerinde AKP’nin muhalif belediyelerin faaliyetlerine getirdiği engellemeler parti-devlet bütünleşmesinin örneği. Hatırlayalım hükümet Ankara ve İstanbul büyükşehir belediyelerinin bağış hesaplarını bloke etti. Hem de Belediyeler Kanunu’nda bağışla ilgili madde olmasına karşın. Genelgeye dayandırıyorlar. Siz zaten genelgeyi kanunun üzerine koyuyorsanız, hukukun normlar hiyerarşisi ortadan kalkmış demektir. Anayasa ile kanun, kanun ile genelge arasında hiyerarşi olmadan hukuktan söz edemezsiniz. Belediyelerin aşevleri için açtıkları bağış hesaplarına bile bloke koydular. AKP’li belediyeler, mesela Kayseri Büyükşehir, mesela Elbistan Belediyesi ekmek dağıtımı yapıyor. CHP’li belediyelerin ise ekmek dağıtması yasak. Bu çifte standart parti-devlet anlayışının hüküm sürdüğü anlamına geliyor. Muhalif belediyeler sürekli olarak terör ile ilişkilendiriliyor. Paralel yapı deniyor. Bölücü oldukları suçlaması getiriliyor. Ağrı’da dayanışma kolisi dağıtan HDP’liler gözaltına alındı. Pandemi günlerinde bile HDP’li belediyelere kayyum atamaları devam etti. Bu müthiş bir demokrasi erozyonu demek.

ÖNCEKİ HABER

Koronavirüs sebebiyle son 24 saatte 117 kişi yaşamını yitirdi

SONRAKİ HABER

İİSŞP Dönem Sözcüsü: 1 Mayıs öncesi hiçbir gerekçe ayrışmayı izah edemez

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...