08 Nisan 2020 10:52

Ahmet Murat Aytaç: Tekalif-i Milliye söylemi milliyetçi seferberlik için

Erdoğan’ın “Tekalif-i Milliye” açıklamalarını değerlendiren Siyaset Bilimci Ahmet Murat Aytaç "Kitle seferberliğinin milliyetçi ve militarist karakterini doğrudan açığa vuruyor" dedi.

Fotoğraf: Ahmet Murat Aytaç

Paylaş

Şerif KARATAŞ 
İstanbul 

Dünya ve Türkiye'nin koronavirüs salgınıyla mücadelesi sürüyor. Partili Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan salgına karşı başlattığı yardım kampanyasını Sakarya Savaşı’ndan önce M. Kemal tarafından ilan edilen ‘Tekalif-i Milliye’ye (ulusal yükümlülükler) benzetmesini ve Bilim Kurulu ile ilgili tartışmaları Siyaset Bilimci Ahmet Murat Aytaç ile konuştuk. 

Bilim Kurulunun halka tavsiye kararlarını açıklarken, hükümetin atması gereken adımlar konusunda öneri yapmadığı haliyle hükümetin almak istediği kararları meşrulaştıran bir organ haline gelebileceği eleştirileri de yapılıyor. Siz bu konuda neler diyeceksiniz?

10 Ocak 2020’de oluşturulan Bilim Kurulu, çalışmaya başladığı ilk günden itibaren değişik açılardan eleştiri aldı. En çok dillendirilen eleştiriler farklı uzmanlık alanlarının Kurul’a dahil edilmesi, “beyanat enflasyonu” yaratılmaması, ideolojik ve dini motiflerin Kurul açıklamalarına yansımaması gibi kaygılardan hareket ediyordu. Sizin belirttiğiniz eleştiri, yani Kurul’un siyasi iktidarın bir meşrulaştırım organına dönüşmesi riski konuyu farklı bir boyutuyla ele almamıza olanak tanıması açısından dikkate değer. Bilim Kurulu’nun hükümetin ideolojik payandası haline gelmemesi ve pandeminin gerçekten bilimsel ilkeler ışığında yönetilmesine dair endişeleri düşünme fırsatını sunuyor bize. Türkiye’de pandemi yönetimi konusunda yapılan çalışmaların yarattığı birikim 2019 yılında yayımlanan “Pandemik İnfluenza Ulusal Hazırlık Planı” başlıklı metinde bir araya getirilmişti. Bugün görev başında olan kurulun hangi anlayışla inşa edildiğini ve kuruldan hangi görevleri yerine getirmesinin beklendiğini bu metinden yola çıkarak anlayabiliriz diye umuyorum. 

Planda ne vardı? Bunu açar mısınız?

Planda bilim kurullarının, önceki salgınlara atıfla, “pandemi sırasında iyi işlev görmüş” olduğu belirtilmekte ve pandemi yönetimi sürecinin örgütsel yapısına Pandemi Ulusal Danışma Kurulu da dahil edilmektedir. Buna göre Danışma Kurulu, Sağlık Bakanlığı tarafından yönetilecek olan pandemi sürecinde Bakanlık Operasyon Merkezi bünyesinde görev yapacaktır. Kurul’un görevleri “bilimsel danışmanlık yapma”, “medya ve iletişim konusunda destek sağlama”, “risk iletişim birimi ile birlikte halka dönük bilgilendirme yapma” şeklinde sıralanmaktadır. Bilimsel danışmanlık göreviyse münhasıran vaka yönetim algoritmasının oluşturulması ve güncellenmesi gibi teknik konularla sınırlandırılmıştır. Bu sınırlar çerçevesinde Kurul, temel görevi danışmanlık yapma olan bir ad hoc komite olarak tasarlanmış gibi görünmektedir. Yetkileri, zaten başka türlüsü mümkün olmayan vaka yönetimi işini saymazsak, temel olarak “halkla ilişkiler” düzeyiyle sınırlandırılmış bir kurul söz konusu. Elbette karantina veya izolasyon gibi kararların belirlenmesinde Kurul’un görüşünün alınması beklenir. Nitekim bunun yapıldığı yönünde bazı iddialar da ileri sürülüyor. Ancak Kurul’un nasıl işlediği yahut kararların nasıl alındığı gibi konularda bir aleniyet olmadığı için, bunlar hep bir iddia düzeyinde gündeme gelebiliyor. Uygulamada Kurul, Bakan başkanlığında toplanıyor ve oradan çıkan sonuçlar Cumhurbaşkanı’na götürülüyor ve kararlar oradan halka duyuruluyor.

Böyle bakılınca Kurul “tedbir kararı” alınmasında etkili, önlem tavsiyeleri veren özerk bir yapıdan çok, devlet ile toplum arasındaki iletişimi kuran bir köprüyü, hükümetin aksayan siyasi tercihlerini bilimin saygınlığıyla destekleyen bir “koltuk değneğini” andırıyor. Bu durum onun hükümet için bir meşruluk kaynağına veya gerekirse sorumluluğu üstüne yıkabileceği bir dayanağa dönüşme riskiyle eleştirileri haklı gösteriyor. Ancak bunun sadece Bilim Kurulu ile sınırlı bir mesele olmadığını, durumun Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçişten sonra AKP’nin kamu yönetiminde yarattığı genel tahribatla ilgili olduğunu da göz önünde bulundurmamız gerekir. Yaşanan anayasal dönüşüm devlet örgütlenmesinin iyice yassılaşması, yani kamu kurumları arasındaki dikey ve yatay bağların gevşemesine, kamu görevlileri arasındaki sorumluluk ve yetki zincirinin de kopmasına yol açmıştır. Sonuçta memurlar işini yaparken “terörle iltisaklı” veya “kripto terörist” olma gibi suçlamalara maruz kalmamak adına “saray”dan gelecek tepkileri önceden hesaba katarak davranabilme yetisi geliştirmiş durumda. Türk memurunun evriminde vardığı son aşamadan bakılınca, çalıştığı kurum özerk olsun veya olmasın, aile sağlık merkezinde çalışan bir sağlık memurundan hava kuvvetlerindeki bir F16 pilotuna, Diyanet’te görev yapan bir imamdan adliyede görevli bir hakime kadar her düzeydeki kamu görevlisinin öncelikli işinin hükümet kararlarını meşrulaştırmak olduğunu söyleyebiliriz. Böyle davranmayan görevlilerin başına neler geldiğini hoşa gitmeyen kararlara imza atan yargıçların akibetinden görebiliyoruz. 

Salgın kontrolünün şu anki başarısızlığını, tabiri caizse “sokağa çıkma yasağının ekonomi politiği” üzerinden analiz etme eğilimi hakim. Ben bu analizin temelde doğru olduğunu düşünmekle beraber, Türkiye’nin de benimsediği risk temelli pandemi yönetimi stratejisi açısından yaklaşmanın anlayışımızı daha da derinleştireceğini düşünüyorum.

“RİSK YÖNETİMİNİ SADECE SAĞLIK ÜZERİNDEN YAPILMIYOR”

Koronavirüs salgınına karşı hükümetin halk sağlığı için günlük hayatı kısıtlamaya bir türlü uygulamaya geçmediğine dair eleştiriler yapılıyor. Bunun nedenini yorumlayacak olursanız neler belirtirsiniz?

Bazı iddialara göre Bilim Kurulu’nun gündelik hayatın kısıtlanması için hazırladığı üç aşamalı bir plan var: İlk aşamada karantina, ardından kısmı sokağa çıkma yasağı ve son aşamada da kesin sokağa çıkma yasağı uygulanacak. Birçok şehre girişi çıkışların yasaklanmasının ardından belli yaş gruplarına dönük sokağa çıkma yasağı uygulanması, sanki böyle bir planın varlığını doğrular gibi. Lakin bu uygulamalar hastalığın yayılma hızını düşüremeyince, kesin bir sokağa çıkma yasağı çoğu insana salgının kontrol altına alınması için zorunlu gözükmeye başladı. Eleştirmenler buradaki asıl meselenin uzun süreli ve katı ölçütlerle uygulanacak bir sokağa çıkma yasağının yaratacağı ekonomik ve sosyal maliyetlerin devlet tarafından karşılanamayacağı noktasında düğümlendiğini düşünüyor. Salgın kontrolünün şu anki başarısızlığını, tabiri caizse “sokağa çıkma yasağının ekonomi politiği” üzerinden analiz etme eğilimi hakim. Ben bu analizin temelde doğru olduğunu düşünmekle beraber, Türkiye’nin de benimsediği risk temelli pandemi yönetimi stratejisi açısından yaklaşmanın anlayışımızı daha da derinleştireceğini düşünüyorum. 

Risk yönetimi, her ülkenin halk sağlığı alanında risk değerlendirmesinden hareketle yapılandırılan bir stratejiye dayalıdır. Risk değerlendirmesi derken, enfeksiyondan korunma ve tedavi önlemlerinin etki ve verimliliğinin ölçülmesini anlatmak istiyorum. Bu tarz bir değerlendirme yapmak sadece sağlık sistemini değil, sağlığı destekleyen toplumsal ve ekonomik sistemleri de dikkate almayı gerektirir. Acil durum yönetiminde katı olmayan stratejilerin geliştirilmesi ve farklı ülkelerin kendi risk değerlendirmelerine göre esnek planlar uygulamaya koymaya teşvik edilmesi bu yüzdendir. Türkiye’de hükümet planına baktığımızda risk yönetimini sadece sağlık üzerinden değil ekonomik ve sosyal alanlardan kaynaklanan diğer riskleri de dikkate alarak gerçekleştirme iddiasında olduğunu görürüz. Oysa bütünsel risk yönetimi için gerekli olan temel parametreler uygulamada gözetilmediği için bu iddia sadece kağıt üzerinde iyi duruyor, ama hayata aktarılamıyor. Başka birçok konuda da olduğu gibi, uluslararası kuruluşların yayınlarında çevrilip yayınlanıyor ve aynen öyle kalıyor.

Peki nedir bu parametreler? 

İkisi de birbiriyle bağlantılı olan “tüm tehlikeler yaklaşımı” ile “bütün toplum yaklaşımı” şeklinde yanıtlayabiliriz bu soruyu. İlkinde riskleri yönetirken farklı kaynaklardan açığa çıkan tüm aciliyetleri göz önünde bulundurmanız gerektiği düşünülür. Yani bir deprem, bir savaş veya bir salgının sosyal ve insani sonuçlarıyla baş etmek için seferber edilecek kaynaklar aynı olduğu için bütünsel ve eşgüdümlü bir risk yönetiminin yapılması gerekir. İkinci parametre burada devreye girer ve iş dünyasının, toplumun ve devletin bütün unsurlarının risk yönetimi açısından önemli bir kapasiteye sahip olduğunu kabul etmeyi gerektirir. Salgın bütün toplumu etkileyeceği için hiçbir kuruluş veya örgüt, devlet dahi olsa, salgın kontrolünün gereklerini tek başına yerine getiremez. Mutlaka hükümet, ekonomi dünyası ve sivil toplum arasında insani ve maddi kaynakların topyekun seferberliği için işbirliği gerekir. Oysa Türkiye’de hükümet böylesi birçok sektörlü yaklaşımı reddettiği, STÖ’ler şöyle dursun hukuken devletin bir parçası olan yerel yönetimleri bile pasifize ettiği için, toplumsal hayata içkin olan kapasiteler ve yapılabilirlikler atıl bir konuma geçmektedir. Uzun süreli ve kesin bir sokağa çıkma yasağının uygulanması için çekilen kaynak sıkıntısına, bunun salgın kontrolüne verdiği zarara bir de bu açıdan bakmak lazım. 

“SİZDEN PARA İSTEYEN BİRİNDEN MADDİ BİR BEKLENTİNİZ KALMAZ”

Cumhurbaşkanı Erdoğan, koronavirüs ile mücadele adına başlattığı yardım kampanyasını Sakarya Savaşı’ndan önce Mustafa Kemal tarafından ilan edilen ‘Tekalif-i Milliye’ye benzeterek, kampanyayı eleştirenleri suçladı. Erdoğan’ın bu benzetmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

“Milli Dayanışma Kampanyası” adı altında yürütülen bağış kampanyası başkanlık sistemine geçildiğinden beri AKP-MHP blokunun hakim kıldığı yerli ve milli ideolojik sentezin yarattığı kitle seferberliklerinin bir örneği. “Biz bize yeteriz” türünden sloganlarla bir arada ele alındığında, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” inancının gizli yaralarını, insanımızın bu dünyada terkedilmiş olduğuna dair derin kaygılarının etkilerini görmemek mümkün değil. Kampanyada toplanan miktar sürekli değişiyor ve bildiğim kadarıyla 1.5 milyarı geçmiş durumda. Bağış yapanların içinde devlete ait iktisadi teşebbüsler de var; böyle bakınca para devletin bir cebinden çıkıyor diğer cebine giriyor, yani toplamda devletin bir kazancı olmuyor. Geriye kalanlar öngörülen harcanan bütçesi içinde (100 milyar) devede kulak misali (%1 kadar) ve doğrudan ekonomik katkısı çok fazla değil. Bana bu sebeplerden ötürü yürütülen kampanyayı milliyetçi bir kitle seferberliği olarak düşünmek daha doğru gibi görünüyor. 19. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı İmparatorluğu’nda böyle bağış kampanyaları düzenlendiğine tanık oluruz. Mesela Donanma Cemiyeti bunların en ünlülerinden biridir. Amacı devlete savaş gemisi almaktır ve zaten bir müddet sonra da Bahriye Nezareti’ne katılmıştır. Yine 1925-1936 arasında çeşitli il ve ilçelerin önde gelenlerinden toplanan paralarla devlete 300 civarında uçak bağışlanmıştır.

Erdoğan’ın “Tekalif-i Milliye” örneğiyle kampanyayı eleştirenlere cevap vermesi de zaten bugün yaratılmak istenen kitle seferberliğinin milliyetçi ve militarist karakterini doğrudan açığa vuruyor. Salgınla mücadelenin savaşa benzetilerek kitlelere ajitasyon yapılması, sadece Erdoğan’a özgü de değil. Bugünlerde Macron da koronavirüse karşı savaştan söz ederek prim toplama peşinde. Aslında tıbbi söylemde varolan ve bulaşıcı hastalık sorununu bir savaş biçiminde ele alan yaklaşım da bu anlayış için kullanışlı bir zemin sağlıyor. Salgınlarda enfeksiyon kaynağı olan mikroorganizmalar bir işgalci güç ve bağışıklık sistemi de onlara karşı mücadele veren bir savunma sistemi olarak tasarlanır. Bu söylem, salgının Erdoğan gibi liderler tarafından militarize edilmesine vesile yaratıyor. Zaten 15 Temmuz sonrasında bu türden kolektif eylem stratejileri grup tutumunu yaratmak ve taban konsolidasyonu açısından sık sık kullanılıyordu. Çünkü bu hareketlilikler sayesinde gerçekten bir şey yapıldığı yanılsaması geliştirilebiliyor. Böylelikle siyasi çaresizlik, kötü işleyen kamu yönetimi, işlevsizleşmiş sağlık sistemi gibi sorunlar görünmez kılınıyor. Eleştiriler gayri milli olmakla itham edilip ve vatan hainliği ilan edilince, belli bir ölçüde taban konsolidasyonu da sağlanmış oluyor. Son olarak, salgın bağlamında, şunu da eklemek isterim: Dünyanın her yerinde devletler vatandaşa ekonomik yardım paketleri açıklıyor. Bu çerçevede Erdoğan orta vadede dolaylı bir ekonomik katkı da elde etmiş oluyor. Sonuçta sizden para isteyen birinden maddi bir beklentiniz kalmaz. Mesaj sizce de açık değil mi?

ÖNCEKİ HABER

Maske ve eldiven atıkları ile ilgili "72 saat" genelgesi yayımlandı

SONRAKİ HABER

Dev Sağlık-İş: Şişli Etfal’de taşeron sağlık çalışanları işten atıldı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...