02 Nisan 2020 23:29

Beyaz perdeyle yaşamak: “Belki şehre bir film gelir”

Oya Yağcı filmleşmesini istediği romanı, Şenay Aydemir sinema eleştirisine başlamasını sağlayan filmi, Elif Çongur ise dizelerden yola çıkarak çekmek istediği filmleri kaleme aldı.

Fotoğraf: Pixabay

Paylaş

İsmail AFACAN
İstanbul

Sinema hayatımızı renklendiren en önemli sanat dallarından biri… Güzel sanatlar tarihinde yedinci sanat olarak anılsa da bugün açısından yeri ilk sıralarda… Bu nedenle herkesin bir film anısı vardır muhakkak… İzlediği filmden etkilenerek yaşamına şekil vermiştir kimimiz. Ya da sevgilimizle ilk buluşmanın adresi olmuştur sinema… Bazen de okuduğumuz bir kitabın keşke filmi çekilse demiş ve onun beyaz perdeye yansıyan halini hayal etmişizdir. Sinema tüm büyüsüyle yaşamımızın hep bir yerlerinde oldu, hep bir yerlerinde olmaya devam edecek.

Biz de Akademisyen-Yazar Oya Yağcı, Sinema Eleştirmeni Şenay Aydemir ve Akademisyen-Yazar Elif Çongur’dan sinema yazıları istedik ama biraz farklı…  Yağcı, filmleşmesini istediği bir romanı anlattı, ismi “Biri, Hiçbiri, Binlercesi”… Aydemir sinema eleştirmenliğine başlamasını sağlayan “Protesto” filmini kaleme aldı. Filmi 24 yıl sonra ‘ilk yazı niyetine’ okurlarımıza aktardı. Çongur ise dizelerden yola çıkarak beyaz perdeye taşımak istediği filmler yarattı. Yazarlarımızı, Kemal Burkay’ın şu dizeleriyle okumaya başlayalım: “Belki şehre bir film gelir/ Bir güzel orman olur yazılarda/ İklim değişir, Akdeniz olur, gülümse.”


24 YIL SONRA GELEN ‘İLK YAZI’: PROTESTO

Şenay AYDEMİR

1996 yılı ekim ayı ve yanlış hatırlamıyorsam Mithatpaşa Sineması olmalı. Yaz tatilinin ardından okulların açılmasıyla yeniden Ankara’ya dönmüş, Mülkiyenin alt kantininde devam eden eğitimimize başlamıştık!

Bir akşam üstü izlediğim bir filmin hayatımda bu kadar önemli olacağını düşünmezdim. Mathieu Kassovitz’in henüz 28 yaşında yazıp yönettiği (Ve maalesef bir daha bu düzeyi tutturamadığı) “Protesto” (La Haine) söz konusu film. Düşen bir adamın hikayesini anlatıyor gibi görünse de aslında düşmekte olan bir toplumu ele alır film. Filmde 50 katlı bir binadan düşen adamın hikayesi anlatılır. Her katta kendini rahatlatmak için şunu tekrar eder: “Şimdiye kadar her şey yolunda, şimdiye kadar her şey yolunda. Önemli olan düşüş değil, yere çarpıştır.”

Gerçekten de dünyanın yere çarpıp darmadağın olduğu bu günlerde “Protesto” bambaşka anlamlar ifade edebilir. Film ’90’lı yılların başında Paris banliyölerindeki gösterilerin görüntüleri ve Bob Marley’in “Burnin and Lootin” şarkısı eşliğinde açılır. Sorguda bir genç yoğun şiddete maruz kalır ve komaya girer, bir polis silahı kaybolur, banliyölerde kazan kaynamaya, şiddet tırmanmaya, isyan ateşi yükselmeye başlar. Kamera, Vingz (Yahudi), Said (Arap) ve Hubert’i (siyah) takip edecektir artık. Evet Yahudi, Arap ve siyahı bir araya getirmek klişe görünse de film buna izin vermez. Bu üç gencin kimliğinde yoksulluk, ayrımcılık ve ırkçılık gösterilirken, polis şiddetine karşı banliyölerde yükselen öfkenin köklerine doğru bir yolculuğa çıkarır bizi yönetmen.

“Protesto”, çekildikten on yıl sonra 2005’te bir kez daha gündeme gelmişti. O dönem Paris banliyölerinde patlayan büyük isyanı öngördüğü için… Bugün de birçok salgın/distopik yapım geleceği öngördükleri gerekçesiyle öne çıkarılıyor. “Protesto”yu farklı kılan, geleceği değil aslında çağını öngörmüş olmasıydı. Hızla düşen bir toplumun, yere nasıl çakılacağını ve sonuçlarının çok ağır olacağını… Geleceğe değil, kendi zamanına bakıyordu aslında ve  bugün bütün alametleri ayan beyan ortaya saçılan “Neoliberalizmin yarattığı hayal kırıklığını” en güçlü zamanında fısıldıyordu kulaklara.

Filmde görünen silah hikayenin doğası gereği finalde hiç ummadığımız bir elde hiç ummadığımız bir şekilde patladığında koltuğa çakılıp kaldığımı, bir süre hareket edemediğimi ve filmden çıkmakta zorlandığımı hatırlıyorum. O güne kadar ‘izleyici’ olarak bağ kurduğum sinema ile yeni bir aşamaya geçme hissi geldi arkasından… İlk kez bir film hakkında yazma ihtiyacı hissettim. Eve gidip notlar aldım… O yazı hiç yayımlanmadı ama bir film hakkında kaleme aldığım ilk yazıydı…

Tuhaftır “Protesto” hakkında kaleme aldığım ve yayımlanan ilk yazım da bu oldu. 24 yıl sonra gelen bir ‘ilk yazı’ niyetine!


BİRİ, HİÇBİRİ, BİNLERCESİ

Oya YAĞCI

Romanların sinemada tüketimine karşı olmadığımı belirterek başlayayım. Aksine uyarlamaların (Başarısız olduklarında dahi) hayal gücümüzü işletmek açısından işlevsel olduğuna inanırım; gölge yazar-yönetmenliğe soyunuruz farkında olmadan. Filmleşmesini isteyebileceğim pek çok roman olsa da zorunlu ev günlerinin bana en çok anımsattığı, Luigi Pirandello’nun Biri, Hiçbiri, Binlercesi adlı romanı oldu. Virüs salgını günlerinde, kibirli kapitalist yaşamın yerle bir olan imgesini yeniden düşünmemi sağlayan, mizahi tonu ve uyumsuzluğu (Uyumu reddeden ve saçma ilan edileni olumlayan) ölçüsünde radikal bir kitap.Biri, Hiçbiri, Binlercesi, kahramanımız Vitangelo Moscarda’nın burnunun şekliyle karısı sayesinde yüzleştiği ayna deneyimi ile başlıyor ve bir kurgu olan -için-öznelin- tümüyle parçalanarak özgürleşmesi ile son buluyor. Roman boyunca, birinci ve üçüncü tekil şahsın birbirine karışarak belirsizleşmesine ve bu belirsizlik aracılığıyla kimlik yanılsamasının tüm kurucu unsurlarının yerle bir edildiğine tanık oluyoruz. ‘Kim’likten, ‘hiç kimse’liğe ve herkese (binlercesi) dönüşmenin özgürleştirici yanı, romanın radikal reddini ortaya çıkaran mizahi tonla derinleştiriliyor.

Biri, Hiçbiri, Binlercesi’nin sinemanın temsil/gerçeklik/kimlik sorunsalına yoğunlaşmış modern auteur perspektifinden nasıl yorumlanacağını merak ettim. Radikalliği ölçüsünde eğlenceli bir deneme olabilir. Pedro Almodóvar kimliğe bakışındaki çok katmanlılığı Pirandello’nun yadırgatıcı radikalliğine taşısa nasıl olurdu? Fena gelmiyor kulağa...

Çağ geçişinin nabzını tutan, politik/ ulusal- birlik ile modernitenin parçalayıcı gücü arasında öznenin bütünlüğü tasarımının boşa çıkışını sezen Pirandello (1867-1936) İtalya’nın Kuzey/Güney çelişkisini, ulusal birlik sorununu birinci elden deneyimlerken aynı zamanda 19. yüzyılın 20. yüzyıla evrildiği kavşakta öznenin tüm gerilimlerinin nabzını tutmuş bir yazardır. İtalyan birliğinin ulus devlet formunda dikiş tutmayan niteliği ve bu dikişsizliği açığa vuran Sicilya, ekonomi politiğin yarattığı Kuzey/Güney çelişkisi ve moderniteye karşı mesafelenen modern bilinç, Pirandello’nun edebiyat/tiyatro serüveninde izleri takip edilebilen belirleyicilerdir.

Özne/birey kurgusunun alt üst olduğu bir çağ dönümü krizinde Pirandello, bakışı öznele odakladığı yerde nesnelin belirleyici, yanılsama ve gizemleştirmeye dayalı kurgusunu yapı bozuma uğratır.

Biri, Hiçbiri, Binlercesi de tamamlanmayı vaaz eden bir kriz ortamında tamamlanmanın ideolojik içerimlerini ve uyumsuzluğunu açığa vuran bir parçalama girişimidir. Tamlık birlikte ve birliğin verdiği sanılan kimlikte değil, hiç kimseliğin ve binlercenin gerçekliğinde aranmalıdır...

Gerçekliği ve temsili, belirsizliğin uçurumunda ve mizahla zorlayan, uyumsuzluğunu açığa vuran, kimliğin zırhını aşındıran keyifli bir roman Biri, Hiçbiri, Binlercesi. Kimlikler ve kesinlikler üzerine zekice ve mizahla yüklü müstehzi bir bakış atan roman, korona günlerinin binlerceye dönüştürdüğü bizlerin, illa ki “biri” olma algımızla felsefi bir alay niteliğinde. Binlerceden ne anladığımızı da sorgulamış olurduk sinematografik bir çerçevede...


DİZELERİN FİLMLERİ: YANILMAKTASIN Kİ ÇOK

Elif ÇONGUR

Bazı filmlerin repliklerinin, replik değil şiirden kaçmış dizeler olduğuna eminim. Bu iddiama “Yanılmaktasın ki çok” repliğini -ki bence bir replik değildir bu, şiirden kaçmış bir dizedir düpedüz- örnek verip geçeyim. Meselem bu değil bu yazıda zaten. Tam tersi.

Bazı dizeler, şiirlerden kaçıp film olsalar nasıl olurdu diye bakmaya çalışacağım bu defa.

Şiirle aramda kırk yıldır kapanmayan mesafenin ilk vesilesi Nâzım Hikmet’le başlıyorum o halde. “Dünyanın en iyi kadını,/dünyanın en güzel kadını./Benim karım./Bu bahiste realite umrumda değil…” dizeleri başlı başına bir senaryo mesela bence. Bu yazıda da yönetmen ben olduğum için filmimin başrollerinde Hümeyra ve Kadir İnanır’ı oynatıyorum. Çünkü muazzam bir taşra filmi olan Kırık Bir Aşk Hikâyesi’nde uyduğu gibi uyuyor kimyaları bu dizelere. Çünkü bu dizeler Kadir İnanır’ın edasına çok yakışır ve Hümeyra bu ülkenin müziğine ve sinemasına bir armağandır. Bu bahiste herhangi bir tartışmaya da girmeyeceğimdir. Ayrıca biraz bağlam dışı olsa da şunu da söylemem lazım. Mine ve Kırık Bir Aşk Hikâyesi filmleri birbirinin devamı, birbirinin tamamlayıcısı gibidir. Birinin bittiği yerden başlar sanki diğeri. Türkiye sinemasının iki taşra destanıdır. Ah Güzel İstanbul mesela, Vesikalı Yarim’in devamı gibidir. Metin Erksan’dan sonra Ömer Lütfi ve Ömer Kavur olmasaydı aşkın başka başka hallerine böyle bakamayacaktık. Ne şanslıyız esasında.

Ahmet Erhan’ın hangi şiirinden hangi dize kaçsa film olur. Hepsi de birer başyapıt olur. Ama en çok “Ben öleyim ücralarda/ Ey şehir uleması/ Siz tıpış tıpış yaşayın” dizeleri. Ciğerini şiirinin orta yerine koyduğu bambaşka bir şeydir bu dizeler. O yalnızlığı, o isyanı, o kesik süt gibi bir türlü akamayan acıyı oynasa oynasa Timuçin Esen oynar.

Yılmaz Odabaşı’nın “Herkes bilir gitmesini/ Bir zaman öğrenirsin gideni sırtından öpmesini” dizleri bir film olsa seksenleri ve doksanları tuhaf biçimde bir arada kucaklar. Haluk Bilginer ve Zuhal Olcay’ındır başroller. Bir öyle gidecek diğeri de gidişi hazmedecek. Muazzam film.

Met-Üst’ün “ikinci dünya savaşı/sırasında/ ahırda gübre içinde/ boğma rakı yaparken/ahırı havaya uçuran/ bir deden varmış/ senin” dizelerinin filminde yıllardır hasret kaldığımız komedi oyunculuğunu, dizelerin hazin tarafıyla harmanlayacak biçimde Şener Şen oynasın isterim.

“Dudaklarımda zehirli bir ıslık koşuyor şimdi/ Öpersem ölürsün.” Ersin Ergün’ün 12 Eylül tabutluklarına ağıdıdır. Ben bu dizelerin filminde bambaşka çağrışımlarla Salih Kırmızı’yı oynatırdım. Benim için Salih Kırmızı seksenlerin jönü olmak için biçilmiş kaftandır çünkü. Alın Yazım filminde mesela nasıl esaslı bir dolmuş şoförüydü. Taytlı ve kürklü Hülya Avşar'ı severdi. Kadir Savun’un oğluydu. Nasıl deri ceketli, nasıl bıyıklı, nasıl sahiciydi. Söylemiştim yönetmen benim.

“Tövbeler olsun” demek yerine şu şahane dizeleri yazmıştır Birhan Keskin: “Kalbimin kenarında atını durduranlar için/ akrep beslemekteyim.” Aynı şair “Sen yürür gidersin de ben asfalta yapışırım, kimse kazıyamaz” demek yerine şöyle yazmıştır: “Bu dünyada insan dediğin ikiye ayrılır jospi./ bir: ayrılıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi/ davranan medeniler. bir: atlarına davranan/ barbarlar. onlar atlarını çöle topuğunu dikene sürerler.” Bu dizelerin filminin kadın oyuncusu elbet Türkan Şoray’dır ve acısının sebebi de dermanı da İzzet Günay’dır.

“Tırnakları uzuyor İstanbul’un/ Kirli bir masmavi/ Ama ne kadar yaraşıyor yarabbi/ Bu tırnaklar bu deli parmaklara” dizelerini Can Yücel, bana kalırsa İstanbul ve kendisiyle hem aşk yaşayıp hem kavga eden Fatih Al oynasın diye yazmıştır. Oynasa öyle bir oynar ki şaşar kalırız.

“Artık büyü diyorlar bana/ Ekmeğini salatanın suyuna banma” derken Didem Madak, bence İstanbul sokaklarında Müşfik Kenter için bir senaryo yazmıştır. Bu filmde başkasının oynaması mümkünsüzdür.

Lorca, Bilge Karasu’nun muazzam çevirisindeki “Öldüğümde gömün beni/ Meydanın kumlarına/ Yanımdaki sazımla.” dizelerini bir Ahmet Kaya filmi için yazmıştır. Benim defteri kimileri tarafından dürülmüş şarkıların, başka kimseler tarafından söylenemeyeceği gibi tamamen kişisel bir tutumum vardır. Ahmet Kaya, bu katılık listemin en başındadır. Bu dizelerin filminde yalnız o söylemeli, yalnız o görünmelidir, Yusuf Hayaloğlu arkadan el etmelidir bazı bazı. Filmin ana müziği “Merhaba” olmalıdır. Şarkının 2. dakika 20. saniyesine bir bakın derim. Hem selamlaşma hem veda. Hem cüret hem utanma. Hem zafer hem heder. Olmaz böyle şey. Zaten, Lorca’nın duende dediği bu galiba. Zaten Ahmet Kaya baştan ayağa duende galiba.

Resim yapan herkesin ressam olmadığı gibi ben de yazdığım üç beş dize için şair olmuyorum elbette. Ama madem ki yazının yönetmeni benim kendime yazdığım şu dizelerin filminde memleketin en büyük kadın oyuncularından biri olan Esra Bezen Bilgin oynasın: “Vesikalı Yarim filmini ne vakit görse seyrederdi/ patlıcan zebzesini çiğ bile severdi/ düğünlerde siyah, cenazelerde muhakkak beyaz giyerdi/ iki kilo barbunu bi oturuşta yerdi.” Dizelerin gidişatına bakarsak ben ortalarda yokum, o halde filmimi Eylem Akın yapsın, Filiz Alpgezmen yönetsin. Fonda muhakkak Kazım Koyuncu çalsın.

ÖNCEKİ HABER

Zeliha Yıldırım, yüzde 76 engelli otizimli oğlunu darbeden şahsın tahliyesine tepkili

SONRAKİ HABER

Sağlık-İş İstanbul Şubesi: Sağlık ekip işidir, ek ödemeler işçilere de yapılsın

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...