23 Şubat 2020 00:20

Dijital modernite ve Teknopolis

Ayşegül Tözeren Evrensel Pazar için hazırladığı yazısında, Mustafa Arslantunalı’nın “Teknopolis” kitabı üzerinden yapay zeka, dijitalleşme gibi kavramları irdeledi.

"Teknopolis" kapağı | Arkaplan fotoğrafı: Pixabay

Paylaş

Ayşegül Tözeren

Web sitelerine giriş yaparken, Can Batukan’ın Robotizm başlıklı kitabında vurguladığı gibi “Robot değilim” tikini işaretliyoruz ve bu işareti zorunlu tutan sitelerin sayısı günden güne artıyor. Aslında, her çevrimiçi oluşta, insanlığımızı onaylamak zorunda kalıyoruz. Doğal zeka ile yapay zekanın, sayborg ile insanın arasındaki sınır belirsizleştikçe “post-human” bir çağa doğru ilerliyoruz. Yanı sıra, Murathan Mungan’ın ironik biçimde belirttiği gibi, yapay zekayı konuştuğumuz bu çağda, doğal zekaya ihtiyacımız daha da artıyor.

Teknolojinin insanlığı değişime zorladığı, son zamanlarda, Mustafa Arslantunalı’nın “Teknopolis” isimli kitabı, “Akıllı Makineler, Dağınık Zihinler” alt başlığı ile çağın getirdiklerini bir kez daha düşünmemiz gerektiğini anımsatıyor. Netflix gibi popülerliği giderek yükselen kanallarda, distopik dizileri izliyoruz, bir dizenin söylediği gibi, çaresizlik eğrisi yükselirken, distopyaya karşı duygumuz da tuhaf bir hazza karışıyor, o distopik diziler yoksa izleyenler için bir çaresiz pornosuna mı dönüşüyor?

Arslantunalı da, çağın getirdiği değişimi sorgulayarak, “Teknopolis”e giriş yapıyor. Ütopyasız bir değişimin içinde olduğumuzu vurguluyor: “‘Hiçbir şeyin değişmemesi’ için her şeyi değiştirmek isteyen fırsatçıların günü.” Bugüne gelirken, teknoloji tarihinden söz ediyor. Sıçramalı olarak ilerlerken, tökezlemelerimizden, “fenni sünnet”ten… “Bugün sünnet, yarın Batı”nın pek mümkün olmadığından ve her şeyin başlangıcı, aynı zamanda da sonu olan doksanlardan… “Hemen ardından “Tarihin bittiği” ilan olundu. Biletlerimiz yanmıştı. Çekirdek çitleyerek kalelerimize, küçük burjuva evlerimize döndük.” Biletler yandıktan sonra adım adım ilerlediğimiz “dijital modernite”deki dünyayı ise, asansör metaforuyla anlatıyor. Kapısını istediğimiz zaman kapatabilmemiz için tasarlanan asansör düğmelerinden… Fakat işlevsiz olan o düğmelerden. Kurgu olanla gerçekliğin sınırları belirsizleşirken, yalan itibarsız bir şey olmamaya başlayıp, hakikat itibarını yitirirken, etkileşim de kocaman bir balon mu? “Teknopolis”i okurken, insan ister istemez kendisine soruyor.

Arslantunalı’nın belirttiği gibi, asansör düğmelerinin sayısının artışı bizi çocuksulaştırıyor mu? Yoğunlaşmayı ve dinlemeyi beceremeyen, sürekli eğlendirilmek isteyen bireylere mi dönüşüyor dijital modernler? Alan Kirby’den alıntıyla, “modernizmin elitizmi ve nevrozlarından, postmodernizmin narsisizminden sonra; popülizmin şaha kalktığı, dinsel fanatizmin canlandığı, sıradanlığın cool, cehaletin antielitizm, nefret söyleminin cesaret yerine geçtiği” dijimodernizm, insanları kültürel bir çöle mi çeviriyor? Yoksa bu sorular endişeli dijital modernlerin, alışamayışından mı ileri geliyor? Douglas Adam’ın “Kuşkucu Somon” adlı kitabında yazdığı gibi, otuz beş yaşı geçtikten sonra icat edilen her şey doğanın düzenine aykırı gibi mi geliyor?

Bilim insanları ilk insan-maymun kimerasını, nakillerde organ sağlayabilmek için Çin’de oluşturmuş, ardından da etik tartışmaların ardı kesilmemişti. Ancak teknoloji dünyası, insan-hayvan kimeralarının ötesini hayal ediyor. Donna Haraway’ın Siborg Manifestosu’ndan Arslantunalı alıntı yapıyor: “ihlal edilmiş sınırlar, kudretli kaynaşmalar ve tehlikeli ihtimaller” yoksa mümkün mü, diye soruyor. Bir başka deyişle, makine-insan-hayvan melezliği mümkün mü? İnsanlar bu soruları sorarken, tıp teknolojisindeki büyük gelişmelerin verdiği öz güvenle akla sığınıyor. Ancak aynı dönemde dogmalara inanç ve köktencilik de yükseliyor. Bu zıtlığın birliğini ya da OrtaÇağ’laşmayı, Arslantunalı şöyle açıklıyor: “Ortaçağlar görüntünün uygarlığıydı, katedral taştan büyük bir kitaptı ve aslında reklamdı.” Poz çağı ya da dijimodernizm de, Orta Çağ’da olduğu gibi görüntüler zamanı değil mi? Yürünen sokaklardan çok, Instagram’da yaşamıyor mu insanlar? Yeni iletişim biçimlerinin icat edildiği bu dönemde, Instagram ya da yazarın ifade ettiği gibi “aynalı gökdelenler”den narsistçe kendimizi izliyoruz. Yarattığımız kültürel çöle rağmen.

Temellerini Charles Baudelaire’nin attığı, Walter Benjamin’in kavramsallaştırdığı flanörlük de artık değişiyor, en azından artık kaplumbağa hızında olmayan başka bir türünden söz edebiliriz. Teknopolis’te de bu anlatılıyor: Siberflanörlük. Bir siteden öbürüne ya da ağacın dallarını daha iyi bir meyve için dolaşan insanın hazzı bir mi acaba?

Zihnimiz bu koşuşturma içinde tökezleyip, sakatlanabiliyor da. Bu sakatlanmanın sonrasında, başka bir kavramdan söz etmek gerekiyor, “dijital amnezi.” Arama motorlarındaki bilgileri neden hatırlayalım ki? Aslında yüz yıllardır, muletanın ötesinde bir protez ile birlikte yaşıyoruz. Okumak ve yazmak. Bu yüzden Walter Ong’un yazdığı gibi, “Yapaylık insanın doğal bir parçası.”

Mustafa Arslantunalı, “Teknopolis”te, internet, yapay zeka ve teknolojiden bir kolaj denemesi yapıyor, ama bunu kolajdan çok, okuyanı düşünmeye çağırmasıyla yapboza da benzetebiliriz. Bitimsiz, üzerine uzun uzun tartışmamız gereken bir yapboza…

ÖNCEKİ HABER

8'inci Halkevleri Basın, Yayın ve Dayanışma Ödülleri: Evrensel'e 2 ödül

SONRAKİ HABER

Konya'da 4.5 büyüklüğünde deprem

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...