12 Aralık 2019 05:06

Operasyonların çıkmazı

Bulunduğumuz mevcut tabloya baktığımızda, içeride demokrasiyi esas alan, dışarıda da halkların iradesine saygı duyan ve barışı esas alan bir siyaset zorunludur.

Evrensel Gazetesi Yazarı Yusuf Karataş | Fotoğraf: Evrensel

Paylaş

Süleyman ATALAY

Diyarbakır

Ekim ayında yapılan “Barış Pınarı” operasyonu ve yol açtığı sonuçlar çeşitli yönleriyle tartışılmaya devam ediyor. Bunun üzerine operasyonun yarattığı sonuçları, sebepleriyle birlikte Evrensel gazetesi yazarı Yusuf Karataş ile değerlendirdik.

Operasyonun mevcut süreci nasıldı, nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’deki Erdoğan iktidarının Ekim ayı içinde yaptığı Barış Pınarı Operasyonu aslında uzun dönem hazırlığı yapılan bir operasyondu. Ancak bölgedeki dengeler içinde Türkiye’deki iktidarın oraya müdahalesi için uygun koşullar oluştuğunda başlayabildi. Uygun koşullar nasıl ortaya çıktı? Özellikle ABD ile bu konuda çeşitli görüşmeler yapıldı ve Trump Suriye Demokratik Güçleri’nin(SDG) denetimindeki Fırat’ın doğusundaki özerk bölgeden kendi askerlerinin çekilmesi konusunda bir karar aldı. Böylece Türkiye’deki iktidarın operasyon için önü açılmış oldu.

NEDEN OPERASYON YAPILDI?

Operasyonla ilgili önce şuna dikkat çekmek gerekiyor: Oradan Türkiye iktidarının iddia ettiği gibi Türkiye’ye yönelik fiili bir saldırı olduğu için, fiili bir tehdit olduğu için bu operasyon yapılmadı. Bu operasyonun yapılmasının nedeni Suriye’nin kuzeyinde Rojava’da Kürtlerin özerk bir statüye sahip olmasının Türkiye’deki Kürt sorunu bakımından bir tehdit olarak görünmesidir. Yani Türkiye’deki iktidarın sürekli bir tehdit vurgusu yapmasının nedeni asıl olarak Kürtlerin sınırların ötesinde belli bir kazanım sahibi olmasının ülke içinde iktidarın Kürt sorununda dayattığı politikanın uygulanmasını zorlaşacağından duyulan kaygıdandır.

Operasyon sürecinde özellikle Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) bütün dünyada tehlikeli bir terör örgütü olarak görülen IŞİD’e karşı mücadelede önemli bir rol olmasından kaynaklı olarak, Türkiye’nin oraya karşı müdahalesi karşısında dünyanın farklı ülkelerinden tepkiler geldi. Aslında Amerika içlerinden de tepkiler geldi. Çünkü Amerika IŞİD’le mücadele stratejisi adı altında uyguladığı strateji kapsamında Suriye Kürtleriyle iş birliği halindeydi. İş birliği içinde olduğu Suriye Kürtlerinin böyle bir operasyona maruz kalmasına göz yumması Trump yönetiminin, Amerika içi kamuoyu bakımından da ciddi bir tepkiye yol açtı. Daha sonra da Trump yönetimi baskılar karşısında kısmen geri adım atmak zorunda kaldı.

MÜTABAKATLARIN GERÇEK ANLAMI

Yapılan mutabakatlar sonucu ne değişti?

ABD Başkan Yardımcısı Pence Türkiye’ye geldi ve Erdoğan iktidarıyla Ankara’da ateşkes mutabakatı imzaladı. Mutabakatın kapsamı şuydu: Türkiye’de geçici bir ateşkes imzalanacak, SDG’nin de sınırdaki güçlerini çekecekti. Bu mutabakattan sonra SDG, Suriye yönetimi ve Rusya’yla anlaştı. Suriye’nin Fırat’ın doğusundaki sınır bölgelerini yani daha önce SDG’nin denetlediği sınır bölgelerini Suriye yönetimi ve Rusya’ya devrettiler. Rusya’nın garantörlüğünde Suriye yönetimi ve SDG arasında bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmaya bağlı olarak Türkiye’nin operasyonla ele geçirdiği Tel-Abyad ve Serêkaniyê (Resulayn) bölgelerinin dışındaki bölgeler Suriye yönetimi ve Rusya’nın eline geçmiş oldu. Zaten ondan sonra da Erdoğan, Soçi’de Rusya lideri Putin’le yine bir görüşme yapıp yeni bir mutabakat imzaladı. Soçi mutabakatına göre de Tel-Abyad ve Serêkaniyê dışındaki bölgelerin Suriye yönetimi ve Rusya’nın denetimine bırakılması kabul edildi. Sembolik olarak Türkiye ve Rusya’nın sınırda bir devriyesinin dolaşması gibi aslında etkisi olmayan bir karar alınmış oldu.

Erdoğan-Putin arasındaki Soçi mutabakatının en önemli noktalarından biri: Türkiye’nin daha önce 1999’da Türkiye ve Suriye arasında imzalanan Adana mutabakatını yeniden kabul etme noktasına gelmiş olmasıydı. Çünkü Türkiye’deki iktidar Adana mutabakatını kabul ederek aslında Suriye’de uzun zamandır tanımadığı, onu devirmek için cihatçı güçlerle iş birliği yaptığı Esad rejimini tanımak zorunda kaldı. Resmi olarak bugün görüşme yapmış olmasa da mutabakata imza atıp bunu kabul ederek Esad yönetimini tanıma noktasına geldi. Uzun vadede Türkiye’nin ele geçirdiği bölgelerde Suriye yönetiminin egemenlik haklarını yeniden gündeme getirerek oradaki güçlerin tutunmasının artık mümkün olmayacağı bir sürecin önünü açar.

Bu operasyonun yapılması kime yarıyor? Sonucunda kim ne kazandı? Bu durumun Türkiye’deki yansımaları neler?

Türkiye’nin iki hedefi vardı. Birincisi SDG’nin elindeki özerk bölgeyi ortadan kaldırmak, orada kendince 32 kilometre derinlikte bir güvenli bölge oluşturmak diye ifade edilmişti. Güvenli bölge diye tarif edilen politikanın diğer yüzünde de ele geçirilecek bölgelere yaklaşık 2 milyon Suriyeli mültecinin yerleştirme arayışı ve hedefi vardı. Şimdi bugünkü sonuca bakıyoruz, Tel-Abyad ve Serêkaniyê dışındaki bölgelerde Türkiye’nin istediği 32 kilometrelik bölge oluşmuş değil.

İkincisi, hedeflenen 2 milyon Suriyelinin yerleştirilmesi konusunda elde sadece Tel-Abyad ve Serêkaniyê var. Dolayısıyla bu kadar mültecinin yerleştirilmesi hedefinin gerçekleştirilmesi de mümkün gözükmüyor bu bakımdan. Demek ki “Türkiye bu operasyonda gerçekten kazandı mı?​” dersek hedeflerinin gerçekleşmediğini söyleyebiliriz. Üstelik belki de bu operasyon Suriye yönetimi ve SDG arasındaki görüşme sürecini, Rusya’nın garantörlüğündeki görüşme sürecini hızlandırarak o bölgede İdlib dışında çözüm bekleyen en önemli sorunun çözümünü hızlandırıcı bir rol de oynamıştır.

“SORUNLARI ÇÖZEBİLECEK BİR SİYASET YÜRÜTÜLMÜYOR”

İdlib burada tabi başka bir nokta. Türkiye’nin de özellikle Rusya ve Suriye yönetimiyle karşı karşıya gelmesinin kaçınılmaz olacağı bir bölge çünkü İdlib. Türkiye’nin orada barış gözlemcisi olarak bulunduğu ama cihatçı çetelerin özellikle büyük kısmı El-Nusra’nın devamcısı olan HTŞ’nin elinde bulunan bir kent durumunda. Suriye yönetimi ve Rusya oraya askeri bir operasyon yapmayı önünde sonunda gündeme getirecekler. Yani oradaki cihatçıları temizleme siyasetini izleyecekler. Bu siyaset hem Türkiye ile Rusya ve Suriye yönetimini karşı karşıya getirecek hem de on binlerce cihatçının ne olacağı sorusuyla Türkiye’yi karşı karşıya bırakacak.

Türkiye’deki iktidar bunu şuradan kazanım olarak görebilir kendisi için. AKP içinde belli bir kaynama olduğunu biliyoruz;  Davutoğlu ve Babacan’ın ayrı parti kurma üzerine attıkları adımlar, ekonomik krizin iktidara karşı emekçiler içinde ciddi bir tepkiye yol açmış olması… AKP’deki erime karşısında bu operasyon kısmi olarak yeniden -dünkü Afrin operasyonu kadar etkili olmasa da- iktidarın ülke içinde milliyetçilik rüzgarı üzerinden belli kesimleri yeniden etrafında yedeklenmesi için bir rol oynamış olabilir. İktidar açısından kısmen halk nezdindeki desteği arttırmış olabilir ama bu destek geçici bir destektir. Çünkü iktidar hem dışarıdaki hem de içerideki sorunları çözmeye muktedir ya da çözebilecek bir siyaset yürütmemektedir.

Tüm bu operasyonlar konusunda da AKP’nin bir ısrarı söz konusu, AKP operasyonlarda neden bu kadar ısrarcı?

Türkiye’deki iktidarın operasyon ısrarını anlamak için 2011’de öncülüğüne soyunduğu Suriye’ye müdahale politikasına dönüp bakmak gerekiyor. Hedefi neydi? Suriye yönetimini devirecek, yeni Osmanlıcı hayallerle Sunni islamın liderliğini elde edecekti. Dediğim gibi yeni Osmanlıcılık diye tanımladığımız Osmanlının o bölgede etkili olduğu dönemi yeniden canlandırma emellerine denk gelen bir politikaydı. Bu arayış kapsamında AKP-Erdoğan iktidarı bugün İdlib’e sıkışan ve yine son Barış Pınarı Operasyonu’nda kullandığı Suriye Milli Ordusu adını verdiği ÖSO’nun büyük bölümünü oluşturan cihatçı çeteleri destekledi.

Öte yandan hatırlanırsa Türkiye’deki iktidar ülke içinde 2013-2015 yılları arasında Öcalan’la belli bir görüşme süreci yürütmüştü. Bu görüşme sürecinde Kürtleri kendi müdahale politikasına yedeklemeye çalışıyordu. Yani hem ülke içindeki, hem de Suriye’deki Kürtleri bu siyasette kazanmak ve aslında yedek güç haline getirmek istiyordu. Bu başarılamayınca mesele giderek bugünkü Kürtlerin kazanımlarını ortadan kaldırmaya döndü. Suriye rejiminin devrilmesinin mümkün olmadığı bir noktada Türkiye’deki iktidarın önceliği Suriye Kürtlerinin orada 2012’den sonra elde ettiği özerk yapıyı parçalamak oldu. Bunu parçalamak için ilk atılan adım İŞİD’le birlikte Kobani saldırısının bir biçimde desteklenmesiydi -ki, bu başarılmayınca Rusya’nın desteğinde Fırat Kalkanı Operasyonu başlatıldı. Bu operasyon görünüşte İŞİD’e karşıydı çünkü Cerablus bölgesi İŞİD’in elindeydi. Ancak operasyonun amacı iki Kürt kantonunun birleşmesini engellemekti. Yani Afrin ile Kobani kantonlarının birleşmesini engellemekti. Bu operasyondan sonra orada bir tampon oluştu.

ABD VE RUSYA’NIN ÇEKİŞMESİ

İkinci hedef Fırat’ın batısında daha önce Rusya’nın sınır bölgelerinde yer aldığı Afrin bölgesine müdahale oldu. Tıpkı Barış Pınarı Operasyonu’nda Amerikan askerlerinin çekilmesi gibi Rusya Afrin operasyonu sürecinde sınırdaki askerlerini çekti ve Türkiye’nin operasyonunun önünü açtı. Rusya’nın buradaki hedefi de Türkiye ile ABD’yi, yani iki NATO üyesini Suriye’de daha fazla karşı karşıya getirmekti. Kürtleri destekleyen ABD ile Türkiye’yi karşı karşıya getirmek ve bölgedeki rakibi ABD’nin politikasını engellemek için Türkiye’ye izin verdi.

Şimdi tam tersinden: Son operasyonda ABD, Türkiye’yi Rusya ile daha fazla karşı karşıya bırakacak bir siyaset izliyor. Bunun sonuçları açısından Türkiye bu operasyonlar için hareket alanı buldukça bunları sürdürmek istiyor.

İKTİDAR NEDEN GERİ ADIM ATTI?

Öbür taraftan da Türkiye’deki iktidarın sınır ötesinde başka toprakları ele geçirme hedefi olan, yayılmacı emelleri olan bir iktidar olduğunu unutmayalım. Bu yayılmacı emeller Türkiye’nin Suriye’de, Irak’ta, başka bölgelerde çeşitli alanları ele geçirme siyasetini sürdürmesinin de önünü açıyor. İktidar bunu kendisi için gerekli bir siyaset olarak görüyor. “Türkiye’deki iktidarın siyaseti değişmiş midir?​” diye sorarsak, siyasetin değişmediğini görürüz. Bugün eğer geri adım atmak zorunda kalmışsa sahadaki dengeler ona daha fazla hareket alanı yaratmadığı içindir.

İktidar, ülkeyi ciddi tehditlerle karşı karşıya bırakmak pahasına bu siyaseti sürdürüyor. Nedir bu tehditler? Bu müdahale politikası emperyalistlerin Türkiye’nin Kürtler üzerinden yürüttüğü müdahale siyasetini birbirlerine karşı kullanmasına, yani Kürt sorunu ve yayılmacı politika üzerinden iktidara daha fazla müdahale edeceği ve daha fazla kullanabileceği bir siyasete yol açıyor. Dolayısıyla bunlar iktidarın başarısı gibi gözükse de arka planında emperyalistlerin birbirlerine karşı egemenlik kurma siyasetinin bir uzantısı olma anlamı taşımaktadır. Türkiye’ye de bir şey kazandırmamaktadır. Aksine bölgede daha ciddi sorunlarla karşı karşıya bırakacak bir siyasettir.

“İÇERİDE DEMOKRASİ, DIŞARIDA BARIŞ ESAS ALINMALI”

Son olarak bu süreçten sonra iktidarın nasıl bir yol izlemesi gerekir?

 İzlenmesi gereken politika, tek adam iktidarının aklına bile getirmek istemediği; sorunların ülke içinde demokrasi ve bölgede barışçıl temelde çözümüdür. Çünkü mesela Kürt sorununu müdahale/operasyon ile çözme siyaseti sorunu çözmediği gibi daha çok bölgesel, uluslararası bir sorun haline getirmekte çözümünü zorlaştırmaktadır. Kürtleri muhatap alarak onlarla çözmek yerine müdahaleyle çözmek çok daha fazla aktörün bu soruna taraf olmasını ve çözümün zorlaştırılmasına yol açmaktadır. Bu siyaset çıkmaz yoldur. Demek ki birinci olarak yapılacak olan şeylerden biri tek adam rejiminin ortadan kalkması ve demokratik bir Türkiye’nin kurulmasıdır.

İkincisi, sınır ötesindeki müdahale siyaseti, emperyalistlerin Türkiye’ye daha fazla müdahale edebileceği ve dolayısıyla emperyalistlere bağımlılığı derinleştirmekte. Yani Türkiye’ye bir şey kazandırmamaktadır. Türkiye burjuvazisi yayılmacı emeller, Suriye’deki tampon bölgelerde inşaat ihaleleri üzerinden kendine bazı paylar biçme arayışı içinde olabilir. Ama Türkiye burjuvazisinin orada pastadan pay kapmak için ülkeyi tehlikeye sokması halka bir şey kazandırmaz. Dolayısıyla bütün olarak bu tabloyu düşündüğümüzde, içeride demokrasiyi esas alan, dışarıda da halkların iradesine saygı duyan ve barışı esas alan bir siyaset zorunludur. Suriye’den elbette ki Türkiye çekilmelidir ama sadece Türkiye değil tüm dış güçlerin çekilmesi ve Suriye’nin geleceğinin oradaki halklar tarafından belirlenmesi gibi bir ihtiyaç söz konusudur. Bize düşen içeride demokrasi ve dışarıda barış mücadelesinin aslında tarihinde olmadığı kadar iç içe geçtiği böylesi bir tabloda geleceğimizi kazanmak için mücadeleyi büyütmektir.

ÖNCEKİ HABER

Talat Atilla: Kaynağım, 'O bilgi Kılıçdaroğlu'na da gitti' dedi

SONRAKİ HABER

MUN ile tanışıyor musunuz?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...