20 Kasım 2019 23:31

Doç. Dr. Evren Balta: Güç politikası üzerinden dünyayı okumak son derece yanlış

Doç. Dr. Evren Balta ile yeni kitabı “Tedirginlik Çağı: Şiddet, Aidiyet ve Siyaset Üzerine” hakkında konuştuk.

Doç. Dr. Evren Balta | Fotoğraf: Evrensel

Paylaş

Şerif KARATAŞ
İstanbul

Dünyadaki dönüşüme işaret eden Doç. Dr. Evren Balta, Türkiye’yi yöneten siyasi elitlerin, Batının zayıfladığı, Asya’nın güçlendiği üzerinden dönüşümü okuduğuna işaret ederek “Güç politikası ve ittifaklar üzerinden dünyayı okumak son derece yanlış. Hangi ittifak içerisinde yer alırsanız alın, dünyayı mevcut güç dağılımı üzerinden okursanız kaybedersiniz” değerlendirmesinde bulundu. Özyeğin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Doç. Dr. Evren Balta ile yeni kitabı vesilesiyle görüştük. “Tedirginlik Çağı: Şiddet, Aidiyet ve Siyaset Üzerine” adlı kitap İletişim Yayınlarından çıktı. Balta, sorularımızı yanıtladı.

Yaşadığımız dönemi tedirginlik çağı olarak tanımlıyorsunuz. Neden tedirginlik çağı diyorsunuz?

Bildiğimiz anlamda dünya pek çok açıdan büyük bir dönüşümün içinden geçiyor. Ateşkes antlaşması ile biten savaşların, cephe ile cephe gerisinin, olağan ile olağanüstü arasındaki sınırların, güvenilir ve otoritelerin, üniversiteye gidersek iyi bir iş sahibi olabileceğimizi hayal edebildiğimiz bir dönemin sonuna geldik. Gelir dağılımı eşitsizliğinin olağanüstü arttığı, kültürel olarak ortak referans noktalarımızı yitirdiğimiz, toplumsal hayatı düzenleyen kurumların inandırıcılığını yitirdiği bir dönem bu. Böyle bir dönemin yükünün ve risklerinin de bireyler tarafından tek başına yüklenilmesi bekleniyor. Kolektif hayat sigortalarımız ne gerçekte varlar ne de hayal gücümüzde. Umut ilkesi ile var olmayan bir belirsizlik durumu bu. Bu döneme tedirginlik çağı dedim.

ARTAN EŞİTSİZLİK….

Peki, tedirginlik çağının nedenleri nedir sizce?

Tek bir nedeni yok elbette, pek çok farklı nedeni var. Son 30-40 yıldır piyasanın dizginlenmeyen genişlemesi toplumsal hayatta büyük bir tahribat yarattı. Fransız ekonomist Thomas Piketty, dünyadaki eşitsizlik düzeyinin 2007 yılında 1928 yılı oranlarına geri döndüğünü ve dünyanın en zengin yüzde birinin küresel gelirin çok büyük bir bölümüne sahip olduğunu göstermişti. Bu rakam basit bir istatistik değil, uzun yirminci yüzyıl boyunca orta ve alt sınıfların ekonomik anlamda elde ettikleri önemli kazanımların ve refahın ortadan kalktığı anlamına geliyor. Üstelik küresel gelirin önemlice bir bölümü sermaye hareketleri, vergi cennetleri, vergi karşıtı siyasi tercihlerin egemen hale gelmesi gibi nedenlerle artık vergilendirilemiyor. Dolayısıyla vergi üzerinden de yeniden bölüşümü sağlamak imkânsız hale geliyor. Artan eşitsizliğe ve kamunun çözülüşüne, piyasa dışında alternatif bir güvenlik ağı sağlayabilecek aile gibi kurumların aşınması ve hatta çözülmesi eşlik ediyor. Ortak kültürel referans noktalarımız da hızlı değer değişimi ile birlikte kayboluyor. Her anlamda büyük bir meşruiyet krizi ile karşı karşıyayız.  

Popülist hareketleri bu meşruiyet krizine yönelik bir tepki olarak düşünebilir miyiz?

Ebette bütün bu dönüşümler ciddi bir kaybedenler ve/veya öfkeliler grubu oluşturdu. Hem ekonomik olarak hem de kültürel olarak. Kültürel olarak son 30 yılda dünyada değerlerde çok büyük bir dönüşüm yaşandı ama bu değerler bütün gruplarda aynı hızda değişmedi. Örneğin kutuplaşma tam bu değişimin farklı gruplar nezdinde farklı hızlarda yaşanmasının ortaya çıkardığı bir süreç. Özellikle sağ popülizm, ekonomik olarak kaybeden grupların öfkesi ile kültürel farkın yarattığı gerilimi bir araya getiriyor. Öfkeyi çoğu zaman dışsallaştırıyor. Dışarıdan gelen göçmenlerin, fikirlerin, malların başımıza gelenlerden sorumlu olduğunu söylüyor. Aşınan kurumlar yerine belirli bir liderle duygusal bir bağ kurmayı öneriyor. O duygusal bağın tedirginlik çağında yegâne yol gösterici olabileceği hissini güçlendiriyor.

Bu hareketler bir çözüm olabilir mi?

Aslında tam da büyük toplumsal değişimlerin üzerinden atlayan, sorunların ortaya çıkardığı toplumsal yaraları iyileştirerek değil sürekli pansuman yaparak düzeltmeye çalışan hareketler bunlar. Hatta tam da kriz algısı/durumu kendi varlıklarını güçlendirdiği için, sürekli olarak kanayan o yaraya işaret ediyorlar. Krizi, belirsizliği ve ona eşlik eden tedirginliği itici bir güç olarak kullanıyorlar. Bunun sona ermesini değil sürekli bir kriz halinde yaşamamızı istiyorlar. Üstelik her zaman bir günah keçileri var. Sorumluluğu göçmenler, dış güçler gibi günah keçilerine yükleyerek kendi başarısızlıklarının üstünü örtüyorlar. Dolayısıyla sorunun çözümü olmak bir yana, sorunun kendisi olmuş durumdalar. Ama tam da bu, belki de sağ popülizmin olumlu yanı. Yani sorun çözücü, eşitlikçi, dahil edici politikaların uygulanabilmesi, geniş bir toplumsal uzlaşma gerektiriyor. Bu sağ popülist dalga ve onun yarattığı tahribat, bu uzlaşmanın belki de uzun dönemde kurulabilmesini mümkün kılacak. Nitekim Amerikan seçimlerinde Demokrat Parti adaylarına baktığınızda hemen tamamı ekonomik dâhil edilme talebini ana kampanya sloganları haline getirmiş durumda. ABD gibi sosyal devlet geleneğinin çok zayıf olduğu bir ülkede parasız eğitim ve sağlık gibi talepler ana akım haline geliyor. Sağ popülist siyasetler ve tabii Trump olmasaydı bu asla mümkün olamazdı.

Sağ ve sol popülist yaklaşımların sorunları çözüm konusunda yaklaşımları için neler ifade edersiniz?

Sağ ve sol popülizmin ortak özelliği toplumu iki kutuplu olarak görmesi ve halk ile elitler olarak ikiye ayırması. İkisinin de kendisini müesses nizama karşı tanımlaması. İkisinin en temel farkı ise ekonomi politikalarında. Sağ popülizm, kültürel fark anlatısını mobilize ediyor ve genellikle dış “kültürel” etkilere karşı içe kapanmacı politikaları savunuyor. Sol popülizm ise ekonomik olarak dahil edici, geliri yeniden dağıtıcı politikalara yöneliyor. Ama bence mevcut siyasetler üzerinden baktığımızda sağ ve sol popülizmin aynı kefeye konması çok sorunlu. Belki de siyaseten popülizm gibi şemsiye bir kavram kullanmayı bırakmamız ve bu hareketlere eklemlendikleri ideolojiler ile (yani gerçek adlarını koyarak) seslenmemiz gerekiyor. Faşist, aşırı sağ, sosyalist, milliyetçi, İslamcı gibi.

“İNSANLIĞIN VAROLUŞUNA DAİR DE ÖNEMLİ BİR EŞİKTEYİZ”

Sağ popülizmin yeni bir uzlaşma yaratabileceğini söylediniz, bu uzlaşma kapitalizme bir alternatif olarak da ortaya çıkabilir mi?

Tarihsel olarak kapitalizmin belki de en derin krizi yaşadığı dönemlerden birindeyiz ama paradoksal olarak kapitalizm siyasal olarak ilk kez bu kadar alternatifsiz. Branko Milanoviç, buna son kitabında “kapitalizm tek başına” adını vermişti. Milanoviç’e göre tam da bu başımıza gelenler, aslında kapitalizmin dizginsiz bir zafer ilan etmesi ile ilgili. Halihazırda iki türde kapitalizmin birbiri ile rekabetine tanıklık ediyoruz. Biri Çin’in öncülük ettiği otoriter kapitalist model, öteki ABD’nin öncülük ettiği liberal kapitalist model. Bunlardan hangisinin bu rekabeti kazanacağı büyük oranda geleceğimizi belirleyecek gibi gözüküyor. Öte yandan geleceğimiz bu rekabete bırakılırsa, sonumuz barbarlık. Nitekim iklim krizi belki de tam da bu rekabet üzerinden derinleşecek.  Dolayısıyla insanlığın varoluşuna dair de önemli bir eşikteyiz.

‘SORUNLARLA KARŞILAŞTIKÇA SADECE GÜNDELİK YANIT ÜRETİYORUZ’

Tedirginlik çağında Türkiye’nin durumuna ilişkin ne söyleyebilirsiniz?

Türkiye tekil ya da benzersiz bir örnek değil. Bütün bu küresel eğilimlerden etkileniyor. Ama tabii her ülke kendi tarihi, kültürü, toplumsal yapısı oranında bu dönüşümlerden etkileniyor ve karşılaştıkları sorunlara yanıt üretmeye çalışıyor. Ben açıkçası yanıt üretmekte son derece yetersiz kaldığımızı düşünüyorum. İki nedenden. İlki bu sorunlarla karşılaştıkça sadece gündelik yanıt üretiyoruz. Uzun dönemli bir stratejimiz yok. İkincisi Türkiye’yi yöneten siyasal elitler bu dönüşümü tamamen ‘Batı zayıflıyor, Asya güçleniyor’ gibi bir küresel karşıtlık ve güç politikası üzerinden okuyorlar. Güç politikası ve ittifaklar üzerinden dünyayı okumak son derece yanlış. Hangi ittifak içerisinde yer alırsanız alın, ister Batı ittifakında, ister Rusya, ister Çin, dünyayı mevcut güç dağılımı üzerinden okursanız kaybedersiniz.

Güç politikası dediniz, bunun dışında AKP iktidarının küresel ittifak stratejilerindeki dönüşümler ve yükselen Batı karşıtlığını nasıl açıklarsınız?

Özellikle 2007-2008’e kadar olan dönem, Türkiye’nin batı ittifakında yer edinmeye çalıştığı bir dönem. Bunun hem ulusal hem de uluslararası nedenleri var. Ulusal olarak Batı yönelimi AKP’ye ulusal alanda yer açtı, sermayeden Kürtlere farklı gruplarla uzlaşmasını ve askerlerle hesaplaşmasını sağladı. Uluslararası alanda da Batı koalisyonunun özellikle 11 Eylül sonrası güçlenmesi ve hâlâ çekiciliğini koruyan AB projesi önemliydi. Ancak uluslararası alanda üç kritik olay bunu değiştirdi. 2008 krizi, Batı’nın ekonomik gücünü ve modelini tartışmaya açtı, ABD’nin Ortadoğu’dan çekilme kararı Türkiye’nin bölgesel bir aktör olma hevesine imkân tanıdı, aşağı yukarı aynı dönemde başlayan Arap isyanları ve Suriye savaşı da bölgesel aktör olma hevesine gerçekçi bir zemin kazandırdı. Ulusal alanda ise Batı ile bozulan ilişkilerin iki kritik dönemeci var: Gezi olayları ve 15 Temmuz darbe girişimi. Gezi olaylarını yönetici elitler ulusal bir kalkışma olarak değil, Batı kaynaklı bir komplo olarak gördüler ve buna inandılar. 15 Temmuz da bu inançlarında haklı oldukları algısını pekiştirdi.  

15 Temmuz darbe girişimine giden süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kendisi gayrimeşru olsa da her darbe bir meşruiyet söylemi üzerinden ilerler. Dolayısıyla otoriterleşme, kutuplaşma darbelere mümbit bir iklim sağlar. Bütün literatür gösteriyor ki eğer işleyen bir demokrasiniz varsa hangi uluslararası aktör desteklerse desteklesin, hangi karanlık grup bunun arkasında olursa olsun darbe mümkün değil. Çoğulcu bir demokrasinin olduğu, siyasal eşitliğin olduğu, siyasal partilerin rekabetçi bir biçimde sözünü duyurabildiği ülkelerde darbenin olması, olursa da başarılı olması zaten imkânsız. Türkiye’de özellikle 2013’ten sonra çok ciddi bir kutuplaşma, otoriterleşme süreci var, iktidarın üzerindeki tüm denetim mekanizmalarının kaldırılmasına tanıklık ediyoruz. Dolayısıyla Türkiye’de 2013 ile birlikte giderek artan kutuplaşma ve de yükselen otoriterleşme eğilimi bu gayrimeşru girişimi yapanların kazanabileceklerine, halktan bir destek alabileceklerine dair bir inanç yaratmış olabilir. Şunu da söylemek isterim; biz siyaset biliminde uzun bir dönem bir otoriterlik formu olarak darbenin giderek azaldığını konuşuyorduk. Ancak küresel olarak artan kutuplaşma, popülist liderlik tarzları ve gücün merkezileşmesi eğilimleri, darbeyi bir otoriteryanizm formu olarak bütün dünyada geri getirdi. Latin Amerika da şu dönemde benzer sorunlarla ve darbe ile uğraşıyor nitekim.

“IŞİD, TEDİRGİNLİK ÇAĞININ AŞIRI BİR ÖRNEĞİ”

IŞİD TSK’nin Kuzeydoğu Suriye’ye yönelik askerî harekâtıyla birlikte gündemde. Siz de kitabınızda önemli bir başlık olarak IŞİD’i ele alıyorsunuz. Neler diyeceksiniz IŞİD’le ilgili?

IŞİD’i ABD’nin 11 Eylül sonrası ilan ettiği teröre karşı küresel savaş doktrininin epik başarısızlığının en iyi örneği olarak görüyorum. Teröre karşı savaş için harcanan milyonlarca dolara ve de terörle daha iyi savaşmak adına toplumsal kazanımları geriye götürerek değiştirilen onca şeye rağmen, tarihin gördüğü en geniş çaplı ve en kanlı terör eylemlerini gerçekleştiren bu örgüt ortaya çıkabildi. Buna epik başarısızlık demeyelim de ne diyelim? IŞİD 10 yılda neredeyse bir düdüklü tencereyi bombaya çevirerek nükleer silahlara sahip devletlerin en büyük güvenlik tehdidi haline geldi. Bunda hiç kuşkusuz benim kitabımın ana teması olan belirsizliğin payı büyük. Yani nereden, kimden ve nasıl geleceğini bilmediğiniz bir şiddet eylemi en korkutucu şiddet eylemidir. Devletler arası şiddet, kestirilebilir ve önlenebilir kalıplara sahip artık günümüz dünyasında. IŞİD gibi örgütlerin belirsiz ve dehşetengiz şiddeti, tedirginlik çağının en önemli özelliği. Kendi ölümüyle öldürmeyi göze alan bir şiddet eylemi bu.

IŞİD’in başarısı ise, daha spesifik olarak söylemem gerekirse, bence üç temel nedene bağlı. Sünni ezilmişliği anlatısı üzerinden muhalif bir kimliği küresel olarak inşa etme başarısı; bu ezilmişlik/mağdurluk anlatısının harekete geçirileceği liderlik, örgüt, iletişim ağları, finansal kaynaklar gibi maddi fırsatların varlığı ve son olarak da ABD’nin Irak’ı işgali ve Suriye iç savaşı ile birlikte ortaya çıkan yeni türde siyasal koşullar. Son olarak belki şunu söylemek lazım, IŞİD iş, umut ve gelecek vadeden yurttaşlık biçimleri ve ulus devletin bu yurttaşlığı gerçekleştirecek bir araç olduğu fikrinin paramparça olduğu tedirginlik çağının aşırı bir örneği. IŞİD, rayından çıkan bir dünyanın bizi nereye götürebileceğine dair bir işaret fişeği.

ÖNCEKİ HABER

Suruç Belediye Eş Başkanı Hatice Çevik tutuklandı

SONRAKİ HABER

Bakan Kurum: Piyasa ve internetten siyanür satışına yasak getiriyoruz

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa