14 Temmuz 2019 00:10

Fransa’da kapitalizmin kâr hırsı yargılandı

France Telekom'a eski çalışanların açtığı dava, Almanya’da yoksulluk, İngiltere’de ırkçılık tartışmaları... İşte Avrupa'nın gündemleri...

Fotoğraf: Rüdiger Wölk/Wikimedia Commons (CC BY-SA 2.5)

Paylaş

Fransa’da “France Telekom” şirketi ülkenin tekelleri arasındaydı ve 1997’de anonim şirketine dönüşmeden önce kamu hizmeti sunan bir şirketti. Özelleştirildiği günden bu yana şirket en azami kar için her türlü yöntemlere başvurdu. İşçi ve emekçiler üzerindeki baskı öyle bir boyut aldı ki 2008-2011 arasında tam 19 isçi intihar etti. Bazıları iş yerinde intihar ederken, geriye şirketteki çalışma koşullarına vurgu yapan mektuplar bıraktı. Ayrıca 12 kişi intihar teşebbüsünde bulundu ve 8 kişi de doktor raporlarına göre “derin depresyon” geçirdi. Onlarca uyarıya rağmen yönetim, baskı sistemine son verilmedi.

Yıllar sonra 39 mağdur ve ailesinin şikayetleri üzerine France Telekom’un yöneticileri hakim karsısına çıkartıldılar. 6 Mayıs’tan bu yana süren dava, geçen perşembe bitti ve kapitalist kâr hırsının nelere yol açtığı 3 ay boyunca kamuoyunun gözleri önünde tartışılmış oldu. Humanite gazetesinden çevirdiğimiz makale, bu davanın tarihselliğine vurgu yapıyor.

ALMANYA’DA YOKSULLUK İNGİLTERE’DE IRKÇILIK TARTIŞMASI

Almanya’dan çevirdiğimiz makale ise resmi “yoksulluk haritası”nın yayınlanmasından sonra ortaya çıkan tabloya dikkat çekiyor. Junge Welt gazetesindeki makalede, bu durumun politikanın istenen sonucu olduğu belirtilerek değişim için herhangi bir adım atılmadığına dikkat çekiliyor.

İngiltere’de ise ana muhalefetteki İşçi Parti’sine saldırının merkezindeki “Yahudi aleyhtarlığı” iddiaları BBC’nin yeni bir araştırma-belgesel programıyla yeniden gündeme getirilirken, hükümetteki Muhafazakar Parti içindeki İslamofobiyi ortaya koyan kamuoyu araştırması ise gözardı ediliyor. Müslüman nüfusun hedef

alınmasının ana sebeplerinden biri olarak görünen ve medyanın körüklediği bu yaklaşım, ırkçılıkla mücadele çabasının ne kadar gerçekçi olduğunu sorgulatıyor. Yeni başbakan adayı Boris Johnson’un ırkçı söylemleri de önümüzdeki dönemde ırkçılığın daha yaygınlaşacağının bir göstergesi olarak görülüyor.


FRANCE TELEKOM: TARİH YAZAN BİR DAVA

Paule MASSON
Humanite

Sistemini çırılçıplak ortaya çıkaran bir sistemin davası. 2 aydır süren duruşmalarda France Telekom’un özelleştirilmesi her yönüyle inceleniyor. Duruşma bitti ve tarih, ülke borsası CAC 40’ın en büyüklerinden olan dev telekomünikasyon şirketinin yönetici ekibinin, kamu hizmetine karsı savaşta kendi kendini finanse edebilmek için önce tasarladıkları, daha sonra hayata geçirdikleri kitlesel yıkım mekanizmasını yazacaktır.

Mahkeme esnasından sunulan belgelere göre İnsan Kaynakları Yöneticisi Olivier Barberot, 2006’da “Crash (yıkım) programının hızlandıracağız… Egemen olan mantık business (işletme) mantığıdır” diye hareket etmiş. Kapitalizmin ultraliberal bir yüze büründüğü 2000’li yılların başlarında bu yöneticiler küstahça kendilerine çok güveniyorlardı. Oysa ki işçiler bu sistemin altında ne kadar ezildiklerini bas bas bağırıyorlardı, bugün aramızda olmayanlar açıkça ‘işimden dolayı intihar ediyorum’ diye yazmışlardı. Sendikalar bu istihdam kıyımının sonuçları konusunda uyarmaya çalışmış, bilirkişiler genel

bir istikrarsızlığa dikkat çekmişlerdi. Bunlara rağmen şirket yöneticileri görmezlikten geliyor ve bunu da inanarak yapıyordu. Hissedarların temsilcisi olarak Genel Müdür Didier Lombard ve yakın çevresi, “şirketin yeni yüzyıla uyum sağlamasını”, yani rekabete, mali pazara boyun eğmeye uyumu savunuyordu. 22 bin işçinin “ister kapı, isterse de pencereden” dışarı atılmasından bahsediyordu.

France Telekom şirketinde, kaba bir yeniden yapılanma eşsiz bir sosyal faciaya neden oldu. O günden bu yana, ki hâlâ başka şirketlerde de devam ediyor, şirket intiharlarla yüz yüze kaldı. İnsan utancının bu aysbergi iş dünyasının üzerine çöktü, fakat aynı sırada hissedarların kârlarına kâr kattı, ki bugün kimi hissedarın serveti birçok ülkenin milli gelirinden daha fazla olabildi. Didier Lombard’ın, bu kötülüğün bu kadar olağanlaşmasının hesabını vermesi gerekiyor, fakat bu dava ondan daha çok paranın iktidarının ve işçilere karşı patronun her an yürürlüğe soktuğu şiddetin davasıdır. Anlamlı olan da budur.


MUHAFAZAKAR PARTİ İÇİNDEKİ İSLAMAFOBİYE TEPKİ NEREDE?

Owen JONES
The Guardian

Muhafazakar Parti üyelerinin düşünceleri önemli, çünkü partileri hükümette. Yasa tasaralarında oy kullanan parlementer adayları daha sonra bakanlıklara atanıyor ve Muhafazakar Parti yerel mekanizmaları yoluyla parti üyeleri onlar üzerinde etkilerini kullanabiliyor. Yakında ülkenin başbakanını seçecekler. Dolayısıyla aralarında görünen ırkçılık ulusal bir skandala sebep olmalı.

Yeni yayınlanan bir YouGov kamuoyu yoklamasına göre Muhafazakar Parti üyelerinin yüzde 60’ı İslam’ın “genelde Batı medeniyetine bir tehdit unsuru” oluşturduğuna inanıyor ve sadece 5’te 1’i bu düşüncenin karşısında duruyor. Yüzde 54, “Britanya’da yaşam biçimine karşı tehdit unsuru” olduklarını söylerken yüzde 43’ü bir Müslüman’ın başbakan olmasını istemediğini belirtiyor. Üyelerin üçte ikisi ülkenin bazı bölgelerinin şeriat yasalarıyla işlediği yalanına inanıyor; yüzde 45’i ise Müslümanların giremeyeceği alanlar ırkçı saçmalığını gerçek sanıyor; yüzde 40’ı Britanya’da Müslüman nüfusun sınırlanmasını politikasını savunuyor. İnsanın kanını donduran sonuçlardan biri de üyelerin yüzde 42’sinin “değişik ve geniş ırklardan ve kültürel birikime” sahip insanların ülkede olmasının Britanya’da topluma zarar verdiğine inanması ve bunun karşıtı olan üye oranının yüzde 39’da kalması. Yani, Muhafazakar Parti üyeleri içerisinde etnik azınlıkların toplumumuza zarar verdiğini düşünenlerin sayısı düşünmeyenlerden fazla! Bu aşırı-sağcı yaklaşımlar hükümet partisi içerisinde yaygın.

Bu durum ulusal bir skandala sebep olmalı ama öyle değil. Ana sayfalarda büyük puntalarla yazılmıyor; haber bültenlerinde en üst sıralarda değil. Televizyon spikerleri durmaksızın bunu tartışmıyor; Muhafazakar Parti’den bıkkın istifalara yol açmıyor, Parti’nin hükümet olmaya uygun olmadığı yorumlarına yol açmıyor.

Amacım iğrenç bir ırkçılık olimpiyatında İslamofobiyi, Yahudi aleyhtarlığı karşısına koymak değil. Aslında Müslüman-karşıtı ırkçılığın aynı Yahudi aleyhtarlığı kadar ciddi ele alınması gerektiğini belirtmek. Tutarlı olmayan bir ırkçılık-karşıtlığı gerçekçi olamaz.

Televizyon tartışmalarında Yahudi aleyhtarlığını yeriyor; konuşmalarımızda kınıyor; sosyal medyada teşhir ediyoruz; İşçi Partisi’nden uzaklaştırmalar talep ediyor, partinin çok daha fazlasını yapmasını istiyoruz. Politik sağ için aynısı söylenebilir mi? Muhafazakar konuşmacılar çoğunlukla sessiz kalırken muhaliflerine karşı bir moral zaferi kazanmışlık edasıyla hareket ediyorlar. Eğer ırkçılığa karşıysanız sadece rakibinizin saflarında değil kendi içerinizde de eleştirmeniz gerekir.

Muhafazakar Parti siyasetçisi ve Müslüman Sayeeda Warsi, parti içi İslamofobinin “çok yaygın” olduğunu söylerken “tabandan en üst seviyelere” kadar ulaştığını açıklıyor. Ama, kimseden bir ses çıkmıyor. Asıl sebep İslamofobinin ana akım, kabul edilir ve saygı duyulur hale gelmiş olması. Bu ortamın oluşmasında medyanın bazı unsurlarının da payı oldu. Tabloid The Sun gazetesi “Müslümanların beşte biri cihatçılara sempati duyuyor” başlığı atarken The Times “Hristiyan çocuk zorla Müslüman bakıcı aileye verildi” tercihinde bulunuyor. Bu iki gazete de daha sonra düzeltme yapmak zorunda kaldılar ama olan olmuştu.  Bu hafta yayınlanan bir araştırma Müslümanlar hakkında medyada çıkan haberlerin yüzde 59’unun olumsuz olduğunu gösteriyor; bu oran Mail on Sunday gazetesinde inanılmaz bir şekilde yüzde 78’e yükseliyor. Halkın bakış açısında bunun önemli bir rolü olmalı: Britanya nüfusunun üçte birinden fazlası İslam’ı yaşam biçimlerine tehdit olarak görüyor. Batı ülkelerinin Müslüman ülkeleri işgal edip Müslümanları öldürdüğü sözde “teröre karşı savaş” da bunu hızlandırdı.

Toplumumuzun içerisindeki Müslüman gençlere, maruz kaldıkları nefreti göz ardı ederek ve normalleştirerek nasıl bir mesaj veriyoruz? İnsanlar ırkçılığı gerçekten ciddiye alıyor mu yoksa rakibine saldıracak bir sopa olarak mı görüyor? Ve iğrenç ırkçı dil kullanan bir adam ülkedeki en üst görevi almak üzereyken ne umudumuz olabilir?

(Çeviren: Haldun Sonkaynar)


ALMANYA’DA TOPLUMSAL BÖLÜNME ARTIYOR

Simon ZEISE
Junge Welt

Bir ülke parçalanıyor. Almanya’daki nüfusun yüzde dokuzdan fazlası sosyal yardıma muhtaç. Bunların yarısından fazlası Hartz IV denilen, uzun süreli işsizlere verilen yardımla yaşıyor. Federal Hükümet tarafından çarşamba günü açıklanan Almanya Atlas’ında Kuzey Ren Vestfalya eyaletindeki Ruhr Bölgesi gibi Doğu Almanya’nın birçok bölgesinin çok kötü durumda olduğu ortaya kondu. Bu sonuçlar gökten düşmedi, tam da tersi politik olarak böyle olması istendi. Borç freni ve zenginlere vergi kıyağı yoksullaşmada etkili oldu. İçişleri Bakanı Horst Seehofer (CSU) “başlangıç duasını” okudu: “Amaç insanlara vatanlarında yaşama fırsatı vermek. Bunun için Almanya’daki yapısal politikayı ve teşvik politikasını yeniden düzenlemeliyiz”. Farklı yaşam koşulları belli gruplara zarar veriyorsa siyaset müdahale etmek zorundadır. Yani top Berlin’e atılmış oldu. Ancak federal hükümet bu konuda daha fazla para harcamak istemiyor. Seehofer, bilinçli olarak, eşdeğerdeki yaşam koşullarının yaratılması için milyarlar harcanmayacağını vurguladı. Bu harcama her bakan tarafından kendi bakanlık bütçesi dahilinde yapılmak zorunda. Maliye Bakanı Olaf Scholz’un (SPD) bakanlara, ekonomik durumdan dolayı tasarruf yapmaları yönünde çağrıda bulunmasına bağlı olarak kötü bir şaka. Birinin sefaletiyle, başkalarının utanmazca zenginlikleri karşı karşıya. Uluslararası Para Fonu’nun çarşamba günü yaptığı açıklamada Almanya’da servetin özel sermayenin elinde korkunç boyutta yoğunlaştığı ortaya konuluyor. En zengin hanelerin yüzde 10’u toplam net servetin yüzde 60’ına sahip durumda ve bu servetin yüzde 40’ı tamamıyla özel girişimcilerin elinde. Tekel şefleri paralarını pençeleriyle topluyorlar. Emekçiler, hak ettikleri maaşlarını elde etmek için düzenli olarak mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Çarşamba günü Alman Ekonomik Araştırma Enstitüsü, 2017 yılında, hakları olmasına rağmen yaklaşık 1.8 milyon emekçinin asgari ücret al(a)madığını açıkladı. Bu, esas işyerinde çalışan 1.3 milyon ve ek yan işte çalışan yaklaşık 500 bin işçi için geçerlidir.

Asgari ücretten, özellikle konaklama endüstrisi, perakende satış, kişisel hizmetler ve taşeron firmalarda çalışan mahrum bırakılmaktadır. Asgari ücretin her alanda verilip verilmediğini belirlemek için yapılan kontroller, bu alanda yapılan tasarrufa bağlı olarak ortaya çıkan personel yetersizliği nedeniyle imkansızdır. Alman Sendikalar Birliği (DGB) bu gidişata son verilmesi çağrısında bulundu. DGB yönetim kurulu üyesi Stefan Körzell, Federal Hükümet’in tavsiyelerinin yeterli olmadığını, çünkü eyaletler, bölgeler ve belediyeler düzeyindeki yerel borçla nasıl başa çıkılacağı konusundaki kilit sorunun cevapsız kaldığını söyledi. Belediyelerin gelir tabanının genel olarak iyileştirilmesi gerektiğini belirten sendikacı, bu konuda miras ve servet vergisi reformu ile ticaret vergisinin belediye işletme vergisine çevrilmesinin uygun araçlar olduğunu söyledi. Alman Sendikalar Birliği’ne göre sosyal barışı tehlikeye atmak istemeyenler, özellikle kırsal alanlarda yaşam kalitesini artırmak için sağlık hizmetlerine, eğitime ve sürdürülebilir bir ulaşım altyapısına yatırım yapmak zorundadırlar. Bir kez daha Hristiyan Sosyal Birlik (CSU) şefi Markus Söder kendini sınıfının/burjuvazinin oğlu olarak sundu: “Almanya’da servetin kalıcı bir yeniden dağıtım sistemine gelmemek için özel çaba harcamalıyız”. Topluma güç veren unsurların güçlü bırakılması, zayıflatılmaması gerektiğine dikkat çeken Söder’e göre yoksulluk tartışmalarına bağlı olarak gündeme gelen servetin adil dağılımı talepleri rahatsız edici.

(Çeviren: Semra Çelik)

ÖNCEKİ HABER

2- Topraksız köylünün gösterişsiz yaşamındaki sahipsiz sefaleti

SONRAKİ HABER

ODTÜ öğrencileri: Rektörlük hükümetin temsilcisi gibi davranıyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa