09 Nisan 2011 13:15

Zaman acının ilacı değil demidir

Bakırköy Özgürlük Meydanı’nda BDP’lilerin kurduğu çadırın yanından geçerken, etraftaki vatandaşların, halay çeken Kürtleri, küfürlerle bezeli büyük bir öfkeyle nasıl izlediklerini anlatırken kendi öfkesini de gizleyemiyordu; Jaklin Çelik. Fotoğraflarını çekmek ve iki lafın belini

Zaman acının ilacı değil demidir
Paylaş
Devrim Büyükacaroğlu

Jaklin Çelik’in yeni kitabı Öfkenin Şenliği, 1915’ten sonra yaşamış üç kuşak kadının, bir tarih olan 1915’i, içlerinde nasıl yaşattıklarını, kendilerini ve dünyayı nereye ve nasıl koyduklarını sorguluyor. Tarih anlatmadan, tarihin insanda nasıl kanlı canlı yaşadığını; 1915’in yarattığı travmanın, kuşaktan kuşağa kendisini nasıl devrettiğini anlamamızı sağlıyor. Çelik, Ermeni kimliğini romanına malzeme etmeden, ölenin ölmüşlüğünü bir kenara bırakıp öldürenin vicdanına sızmayı başarıyor. Romanın Ermeni karakterleri; Mari ve Şake, Ramela’nın iki kızı. Şake, Ayşe adıyla yeniden vaftiz edilen bir dönme. Şake ve Ayşe aynı bedende birbiriyle mücadele içinde yaşayan iki karakter yani. Şake’nin çocuğu olmazken Mari ise kendinden olmayana, ona bir çocuk doğurarak tabi oluyor. Mari dönmüyor ama kendini öldürüyor, Şake ise Ayşe’nin bedeninde ölüyor. Doğuran, doğuramayan iki kız kardeş, ancak anneleri Ramela’nın rüyalarında buluşuyor. 1915’ten sonra doğan kuşağı temsil eden Mari ve Şake için yaşamak ‘Ölümden beter’…

İstanbul’a, yıllardır uğramadığı sokağına ve evine eski bir hayaleti gömmeye dönen isimsiz roman kahramanımızın ise cebinde; Harput’ta annesinden ve kardeşlerinden koparılmış küçük bir Ermeni çocuğun, sahibine ve toprağına dönmek isteyen, bir tutam saçı var. Geçmişinden ve tarihinden miras kalan evi şimdi sıçanlar yuva edinmiş…

Jaklin Çelik, üç kuşak kadının hikayesini iç içe ilerleyen bir ağıt, yükselen bir çığlık gibi anlatıyor. Romanın esas kahramanı diyebileceğimiz sıçanların çığlıkları da bu üç kadının çığlığına karışıyor.

Resmi siyaset, ezberi dayatsa da, hakikatin unutulmasını sağlayamıyor. Hakikat, Allah’a şükür, siyasetten daha güçlü. Ölen de öldüren de hiçbir şeyi unutmuyor ama herkes unutmuş gibi davranabiliyor pekala. Bakırköy Özgürlük Meydanı’ndaki öfkeli izleyiciler de Kürtlerin, hakikati unutarak hareket etmiyor oluşlarına öfkeliler aslında… Yoksa ne bu şiddet ne bu celal, öyle değil mi!


Çok trajik zamanlarla ilgili “kahramanın” olmadığı bir hikaye var elimizde. “Abartılı” bir acı tarifi  yok... Acıyı taşımak, hatta “pazarlamak” isteyen değil ama ondan gerçekten kurtulmak isteyen insanların hikayesi var karşımızda... Bir gelecekten bahsedebilmek için acıdan kurtulmak mı lazım?

Abartılı bir acı tarifinin olmadığına katılıyorum ama o trajik zamanların kahramanının olmadığına katılmıyorum. Çünkü aslında o trajik zamanın kendisi de bir kahraman. Her şeyin üzerinde şekillendiği, ölümlerin gerçekleştiği ve bunun sonucunda kendini başka başka şekillerde var eden ve türlü şekillerde yorumlanmaya açık yaşayan bir organizma. Durum böyle olunca acıdan kurtulmak da pek mümkün olmuyor. Burada asıl acı, bireylerle günümüze taşınıyormuş gibi gözüken ama aslında bir karakter haline gelen o “trajik zamanın” her an kendini hissettiren varlığı. Şake, dünü deneyimleyen karakterlerden sadece biri. O aynı zamanda ırk ve din değiştiren, eski dini ve ırkı içinde bir iç ses haline gelen, yeni kimliğiyle beraber adı Ayşe olan bir dönme. Onda değişmeyen tek kimlik kadınlığı.

‘Dünü deneyimleyen’ derken?

Dün gerçekleşen acıdan bahsediyorum. Oysa o, Ayşe olarak acıyı zamana devretti. Acıyı, iç ve dış ses olarak tanımladığımızda hangisi önce susar ve birer acı olarak tarif ettiğimizde onları, hangisi önce diner? Elbette Şake. Ayşe hem kendisi hem de acısı zamana devredendir. Bu yüzden onun acıdan kurtulması pek mümkün değil. Burada kurtulmak kelimesi de uygun mu bilemiyorum. Çünkü bir süre sonra bu durumdan kurtulamayacağını anlayıp elindeki acıyla ne yapacağını bilemeyen karakterlere bürünüyor. Bu ne yapacağını bilememe hali karşıdakine, kendine ilişkin sorular sorduruyor, acının kaynağına ilişkin. Burada bahsedilen, bir acının görünür olmasından ziyade paylaşılan bir şey haline gelmiş olması. Aynı tür insanlar arasında zamanın zemin olduğu empati üzerinden bir paylaşım.  

‘Bize miras kalan şey ölülerin acılı ruhlarıydı ve onlardan kaçış yoktu. Bu yüzden zaman eskimiyordu’… ‘Tıpkı ağa yakalanmış bir balık gibi zamana yakalanmak’…. Zaman her şeyin ilacı değil miydi? Oysa zaman, sizin hikayenizde şifa edici hiçbir rol oynamayan bir kavram…

Zaman her şeyin ilacı derken insanı fiziken ve ruhen ikiye ayırmak gerekiyor. Fiziki bir iyileşmenin tanımı olabilir. Ama her türlü ruhi çekişmenin iyileşmesi için geçerli bir tanım değil elbette. Özellikle gerçekleşen katliamları, uzun süreli savaşları düşünecek olursak… Kaldı ki mekanlar var, sürekli hatırlatmada bulunan. Önceki soruda anlatmaya çalıştığım acılı bir kahramanın olmadığı acılı zamanların varlığıydı. Bu sadece geçmiş zaman değil, gelecekte de kendini var etmeyi vaadeden bir zaman. Kaldı ki romanda; zaman da bir karakter, toprak da, tanrı da. Ama zamana ille de bir atıfta bulunmak gerekirse zaman bu anlatı içerisinde olsa olsa acının demidir.

TOPRAK, ONU TUTANIN ELİNE BULAŞAN KANLI BİR PARÇA

‘Toprak denen şey insanın içinde vatanlaşıyor?​’ diyor, ‘Zihni ve yüreği vatansızlaştırmak’tan bahsediyor romandaki karakter…

Tüm savaşlara baktığımızda bir şeyi elde etmek üzerine gerçekleşiyor hepsi. Bu alışverişin çok temel öğelerinden biri toprak. Savaşlar sürekli üzerine insan kanı dökülmüş toprakların sınırlarını değiştiriyor. Döken, döktüğü için o toprak parçasını vatanlaştırıyor, dökülenin ise elinde kininden gayrı vatanlaştıracağı bir yer yok. O halde vatan denilen şey toprakla insan ilişkisinden doğan sorunlu bir çocuk. Hiçbir zaman temizlenmeyen, onu tutanın eline bulaşan kanlı bir parça. Burada bir toprak parçası üzerinde huzurlu yaşamak için belki de bu tür tariflerden kaçınmak gerekir. Romandaki karakter bunu çözümlemiş kendi içinde. Bunun çözümsüz bir durum olduğunun farkına vardığı için vatansızlaşmak istiyor. Onun için lazım gelen aidiyet oldukça zararlı. Vatanlaştırdığı kini, geçmiş zamanın ona yüklediği mirasla gittiği yerlerde ondan somut toprak arayışına girmesini isteyecek. Bunun farkında olduğu için iki yolun da önünü kesmeye çalışıyor.

KAZANAN DA KAYBEDEN DE BELLEK

‘Bellekle hummalı bir savaşa girmek’ten bahsediyor karakteriniz. Bu savaşın kazanan veya kaybedeni olur mu?

Karakter kendi belleğiyle bir savaşa giriyor. Kendi geçmişi üzerinden girilmiş bir savaş bu. Burada ne kaybeden ne de kazanan taraf var. Ama böyle bakacak olursak yani ille de taraflara ayıracak olursak kaybeden de kazanan da belleğin kendisi...

Sıradanlaşmış, gündelik bir şiddet var üç kuşak kadının hikayesinde, şiddet nasıl bir evrim geçiriyor zaman geçtikçe?

Romanın hikayesi ırklar üzerinden şekilleniyorsa da onlar uzun bir zaman dilimini kapsayan bir hikayenin anlatımını kolaylaştıran birer araç. Çünkü asıl anlatmak istediğim, üzerine vurgu yapmak istediğim şey; insanların birbirlerine uyguladıkları şiddet. Toprak için, ırkı için, milliyeti, inancı için... Bütün bunların içinde şekillendiği topyekün kimliği için. Ve bu yapılan şeyin gündelik yaşam içerisinde rutin bir hal alarak etkisini kısa bir süre sonra kaybetmesi. Bir yanda çılgınca gelişen bir dünya, ama değişmeyen öldürme içgüdüsü. O zaman bütün bu gelişmeler niye? Birbirimizi daha iyi öldürebilmek için mi?

HER ŞEY DOĞASINA ÇOK UYGUN BİR ŞEKİLDE VAHŞİ

‘Öteki’ kavramı giderek ötelemeyi meşrulaştıran bir mecra izliyor gibi geliyor bana. Ne dersiniz?

Sizinle hemfikirim bu konuda. “Öteki” diye tanımlanan her şey meşru bir iteleme. Ve bir kez itelendiğinde bir daha kurtuluşu olamıyor. Kurtarmaya çalıştıkça -varsayalım ki böyle bir girişimde bulunuyoruz- bir başka gölgenin altına itmiş oluyoruz diğerini.    

‘Ecelleri komşularından geliyordu...’ diyorsunuz. Şimdilerde nasıl bir noktada görüyorsunuz konu komşunun bir arada yaşama hallerini? ‘Ateşkes mayalanmaya bırakılmış hamur gibi’ mi gerçekten ve hâlâ bu kadar kırılgan mı?

Dünyanın hiçbir yerinde konu komşular hemhal bir şekilde yaşamıyor. Böyle bir beklenti toplumlar için bir ütopya. Gerçekçi bakıyorum, dolayısıyla komşudan gelen eceli bu bağlamda normalleştiriyorum. Haklı gördüğüm için değil, böyle bir huzurlu yaşam beklentim olmadığı için. Burada kırılganlık naif bir tanım. Oysa her şey doğasına çok uygun bir şekilde vahşi. Her şey kaba yalanlarla örülüyor. Bu yüzden her türden ateşkes mayalanmaya bırakılmış hamur gibi. Fos bir kabartı.

Romandaki sıçanlar da bu vahşeti temsil ediyor...

Metinde kol gezen vahşet sıçanların varlığıyla çıplaklaşıyor. Fazlasıyla görünür olan bir tarihi görünmezleştirirken sıçanların iğrenilecek halini göstererek “çıplak vahşetin” siyaset karşısındaki zaferini su yüzeyine çıkarmaya çalıştım. Böylelikle diğer karakterler de ayrıcalıklarını yitirdiler ve örtülerinden soyunarak sıçanlarla eşitlenmiş oldular. Nihayet artık güçleri birbirlerine denkti.


ERKEK LİDERLER DEVRİLİNCE KADINLARA NE OLDU?

‘Kadınlar erkeklerin başarısızlıklarına kurban verilmeleri’ ne demek?

Tarihin erkek iktidarların eliyle şekillendiğini kim yalanlayabilir? Bu yüzden kahramanlıklar yükleyerek yapıyoruz tüm tarih okumalarımızı. Çünkü bu okumaları yapan sesler de erkek, yanılıyor muyum? İçinde bulunduğumuz dönem de gelecekte böyle okunacak. Diktatörlerin tek tek yıkılışına tanıklık ediyoruz şu dönem. Şimdiki zamanda bunu yapıyoruz, lanetliyoruz. Yarın tarihin nasıl bir okuma yapacağı muamma. Erkek liderler devrilirken kadınlara ne olduğu sorusunun yanıtıdır benim vermeye çalıştığım. Kadınların elinden bir tarih yazımı daha farklı olurdu demiyorum. Sadece cinsler arasında bir çizgi çekip o çok başarılı tarihler üzerinden adaleti sorguluyorum. Tabii ortada bir başarı varsa...


KARAKTERLERİMİ TARİHİN KURU GÜRÜLTÜSÜNDEN KAÇIRDIM

‘Öfkenin Şenliği’ diğer kitaplarında olduğu gibi yine insan hikayesi ,fakat bu defa insanın iç dünyası da bir hayli devrede. Bu kitap için başka çare yoktu galiba…

İç dünyasız bir karakter düşünmek pek mümkün olmasa gerek. En azından kendi yazdıklarım adına söylüyorum bunu. Daha önce yazdıklarım da sıradan insanların iç dünyalarını yansıtıyordu. Ama bu kez bir roman kurgusu içerisinde karakterlerimin iç dünyaları kendilerini fazlaca irdelettiler. Burada bir tarih söz konusu ve tarihin kuru, abartılı anlatımından uzak durmaya çalıştım. Aksi halde bireyin içinde bulunduğu durumu sorgulamam zorlaşacaktı. Olayın vuku bulduğu anda, anı yaşayan insanların zaman aracılığıyla sonraki kuşaklara devrettikleri bir travmayı anlamaya çalıştım. Bunu yaparken de dediğim gibi tarihin kuru gürültüsünden kaçırarak, bir köşeye çektim tüm karakterlerimi.


JAKLİN ÇELİK KİMDİR?

Jaklin Çelik, 1968’de Diyarbakır’da doğdu. Küçük yaşta, ailesiyle birlikte İstanbul Kumkapı’ya yerleşti. Gedikpaşa’daki Surp Mesropyan Ermeni İlkokulunda ve Çemberlitaş Kız Lisesinin orta kısmında okudu. Öküz, Varlık, Fesat, Haliç Edebiyat adlı dergilerde öykü ve röportajları yer aldı. Bir yıl Agos’ta basın-yayın sayfası editörlüğünü yaptı. “Keman Çalan Balıklar” adlı köşesinde yazılarını yayınladı. 1999 yılında Varlık Yayınlarınca düzenlenen Yaşar Nabi Nayır Öykü Yarışması’nda ilk dörde girerek “dikkate değer” seçildi. 2000 yılında ilk kitabı Kum Saatinde Kumkapı Aras Yayıncılık tarafından yayınlandı; bu kitap daha sonra İngilizceye  çevrildi. Aras Yayıncılık tarafından yayınlanan bir kitabı daha Yılanın Yolu  2003 yılında basıldı. 2005’te Çitlenbik Yayınlarından çıkan kitabı Kaçak Yolcu’da gezilerini kaleme aldı. Çelik’in öykülerinden bir seçki de Lis Yayınları tarafından 2007’de Kürtçe’ye çevrilerek Jyanê Lı Îstasyonê Dest Pê Kır (İstas-yonda Başladı Hayat) adıyla yayınlandı. Son kitabı Öfkenin Şenliği İletişim Yayınları’ndan çıktı.

ÖNCEKİ HABER

Şifreye de sınava da hayır!

SONRAKİ HABER

EMEP Van'da anayasa forumu düzenledi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...