04 Mart 2019 00:52
Son Güncellenme Tarihi: 04 Mart 2019 05:56

Diyarbakır Barosu: Tahir Elçi cinayetinde bir karartma süreci var

Diyarbakır Baro Başkanı Cihan Aydın, Tahir Elçi cinayetini, Suriçi’nin yıkılmasını ve OHAL dönemindeki hukuksuzlukları Evrensel'e değerlendirdi.

Fotoğraf: MA

Paylaş

Şerif KARATAŞ
Diyarbakır

Diyarbakır Baro Başkanı Cihan Aydın, Tahir Elçi cinayetiyle ilgili, “Bu cinayetin başından başlayarak şu ana kadar süren bir karartma süreci var. Bu işin asıl sorumluları, cinayetin işlenmesinden sonraki soruşturma makamlarıdır” ifadelerini kullandı. Aydın, Suriçi’nin yıkılması ve OHAL dönemindeki hukuksuzluklara ilişkin de sorularımızı yanıtladı.

Baro olarak İngiltere'nin Londra Üniversitesi Adli Mimarlık Bölümü Forensic Architecture tarafından hazırlanan raporu şubat ayı başında açıkladınız. Üç boyutlu canlandırılmanın yapıldığı rapora göre; Tahir Elçi’nin ölüm aralığının 7 saniyeye kadar düşürüldüğünü ve engelsiz atış alanı içinde bir polis memurun 4 atışının olduğu belirtilerek, muhtemelen 3 polisin şüpheli olduğu belirtildi. Tahir Elçi’nin katledilmesiyle ilgili önemli bu bilgiyi kamuoyu ile paylaştıktan sonra gerek bakanlık yetkilileri gerekse soruşturmayı yürüten savcılar, baroyu arayıp bilgileri istediler mi?

Tahir Elçi cinayetiyle ilgili videoyu 14 Aralık 2018 tarihinde Cumhuriyet Savcısına sunduk. O günden bugüne kadar bize bir geri dönüş olmadı, bir gelişme de yaşanmadı. En son açıklamayı yaptığımız 8 Şubat’tan önce soruşturmayı yürüten savcıyla görüştük. Henüz bir işlem yapmadıklarını söylediler. Raporu incelediklerini ve ne yapıp yapmayacaklarına karar vereceklerini belirtiler. Şu ana kadar dosya ile ilgili bize intikal eden bir gelişme yok. Rapor sunmuş olmamıza rağmen herhangi bir gelişme yok.

"FAİLLİ MEÇHUL CİNAYET YOKTUR, DEVLETİN AYDINLATMAK İSTEMEDİĞİ CİNAYET VARDIR"

Baro olarak Tarih Elçi cinayeti soruşturmasının ağır yürütüldüğüne dair vurgularınız oldu. Yürütülen soruşturmanın seyri için neler diyeceksiniz?

Baro olarak her hafta adliyenin önündeyiz. Israrla söylediğimiz şey şu: Bir soruşturmaya ilişkin asıl delilleri, soruşturmanın başlangıcında toplarsınız. Olay yeri incelemesinde yaparsınız. Çok temel soruşturma aşamaları ve tedbirleri o dönemde pas geçildi. Olay yerinin ayrıntılı bir incelemesi, cinayetten dört ay sonra gerçekleşti. Zaten dört ay sonra olay yeri tarumar olmuştu, olay yeri diye bir şey kalmamıştı. Bu soruşturmadaki en temel eksiklik, ilk soruşturmada olay yeri incelemenin çok kötü yapılması ya da yapılmamış olması. Bu teorik olarak, delil karartma olarak değerlendirilebilecek bir süreç. Dolayısıyla iyi yönetmediğiniz ilk soruşturma sürecinden sonra birçok konuda maalesef eliniz kolunuz bağlanıyor. Tabi bu hiçbir şey yapmayacağınız anlamına gelmiyor. Bu cinayeti diğer cinayetlerden ayıran temel şey, dört kamera olay yerini görüyor. Son olarak hazırlanan raporla neler yapılması gerektiğini de bir yönüyle ortaya koyduk. Muhtemel faillerin kimler olabileceği konusunda bazı tereddütleri ortadan kaldırdık. Ama sonuçta hep şunu söyledik: Tahir Elçi’nin sözüdür. Bizler de çok kullandık, failli meçhul cinayet yoktur, devletin aydınlatmak istemediği cinayet vardır. Bu cinayetin başından başlayarak şu ana kadar süren bir karartma süreci var. Bu işin asıl sorumluları, cinayetin işlenmesinden sonraki soruşturma makamlarıdır. Soruşturmayı yapan savcılar, emniyet birimleri... Soruşturma makamına yardımcı olmak için ve benden önceki baro yönetimindeki arkadaşlar çok isabetli bir kararla Londra Üniversitesine başvurarak bu raporu hazırlatmışlardır. Bu işin cumhuriyet savcılığınca yapılması lazımdı. Yapılan çok üst düzey bir çalışma değil. Türkiye’deki, uzman kurumlarca da yapılabilecek bir çalışmaydı. Ancak başından bu yana bir sessizlik ve hareketsizlik hali almış başını gidiyor.

Londra Üniversitesi tarafından hazırlanan rapor bilimsel veriler baz alınarak hazırlanmış bir rapor. Cumhuriyet savcılığının, kolluk güçleri hakkında işlem yapma, ifadelerini alma ve tutuklama gibi işlemlere başvurması gerekiyor.

Şimdiye kadar yürütülen soruşturmaya bakacak olursak, devletin Tahir Elçi cinayetini aydınlatmak istenmediği izlenimi veriyor. Buna dair siz ne düşünüyorsunuz?

Bu Türkiye’nin klasik cezasızlık politikasıyla alakalı bir mesele. Bu sadece Tahir Elçi cinayeti ile ilgili bir mesele değil. Kamudaki görevlilerinin suçlandığı meselelerde, cumhuriyetin kuruluşundan beri devam edegelen bir durum. Bugün de ‘90’lı yıllarda ağır insan hakları ihlali olarak kategorilendirdiğimiz, kayıplar, yargısız infazlar, failli meçhul cinayetler, köy yakmalar gibi meselelere ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) çok sayıda tespit kararı var. Diyor ki, bu tür davalarda Cumhuriyet savcıları soruşturmayı yürütmede son derece gönülsüz davranıyorlar. Bu kadar net bir şekilde tespit ediyor. Hem de onlarca davada yapıyor bu tespiti. Dolayısıyla cezasızlık bir devlet politikası, bu sadece Tahir Elçi cinayeti ile sınırlı bir mesele değil. Son dönemlerde sonuçlanan Tahir Elçi’nin de avukatlığını yaptığı Lice’nin yakılmasına ilişkin davada beraatla sonuçlandı. Türkiye’nin bu konuda maalesef bir tane başarı öyküsü yok.

"SUR’DA DEVLETİN MAĞDURİYETİ GİDEREN BİR POLİTİKASI YOK"

Tahir Elçi katledilmeden önce Sur’un tarihi dokusuna vurguları vardı. Sokağa çıkma yasağı uzun bir süre uygulandı. Bu yasak hâlâ 6 mahallede sürüyor. Hem Sur’daki insanların yaşadıklarına ilişkin hem de Sur’un yok edilen tarihi dokusuyla ilgili süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu konuda bir çalışmanız oldu mu?

Sur’da meydana gelen olaylara ilişkin dönemin zorluğu ve benzeri nedenlerle çok sağlıklı bir raporlama ve tespitler maalesef yapılamamıştır. Bu konuda Sur’da yaşayan insanlarımıza özür borcumuz var. Bir bütün olarak sivil toplum örgütleri bu konuda iyi bir sınav veremedi diye düşünüyorum. Büyükşehir Belediyesinin verilerine göre 20-25 bin civarında kişi ablukadaki mahallerden göç etti. Göç edenler Diyarbakır’ın ve Türkiye’nin çeşitli kentlerine dağıldılar. Bu konuda maalesef devletin de mağduriyeti gideren bir politikası yok. Bir süre bu kişilere kira yardımında bulunduğu konusunda söylentiler var. Bunun ne kadar sürdüğü, kaç kişinin yararlandığı konusunda net bir bilgimiz yok. Sur şu an yerle bir edildiği için evler yok yerinde. Dolayısıyla sağlıklı bir delil tespit yapma şansı yok. Acele kamulaştırma kararı alındı ve bu çerçevede vatandaşların evleri kamulaştırıldı. Ancak içindeki eşyalar ile birlikte 30-40-50 bin lira civarında bedeller ile evler kamulaştırılmakta. Bunu da aldığımız duyumlara göre söylüyoruz. Günümüz koşullarında bu para ile bir kulübe bile yapmazsınız. Gözlemlediğimiz kadarıyla da burada büyük bir rant alanı var. Boşaltılan alanlarda TOKİ mi müteahhitler mi bilmiyoruz ama birilerinin eliyle yapılan ve ne amaçla kullanılacağı konusunda kimsenin bilgi sahibi olmadığı bir yapılaşma söz konusu. Diyarbakır mimarisine uygun olduğu iddia edilen yapıların kentin klasik mimarisiyle alakası yok. Meslek örgütlerinin incelemesine bile izin verilmiyor. İnşaat alanları inşaat güvenliğini aşan bir şekilde metrelerce yükseklikteki duvarlar ile çevrelenmiş durumda. Maalesef yeni inşaat alanlarında da yasak var. Bunlardan da önemlisi, yeni inşa edilen bu yapıların ne şekilde kullanılacağına ilişkin bir bilgi eksikliği var. Eğer gerçekten ortada bir mağduriyet giderme çabası varsa, yapacağınız şey, evleri oradan çıkardığınız kişilere zararları karşılığında vermenizdir. Kent dinamikleri, kentin sivil toplum örgütleri derhal bu sürece dahil edilmesi gerekir. Kamu kurumlarının başta Sur’dan çıkartılan sakinler olmak üzere, Diyarbakır kamuoyunu bilgilendirmesi gerekir.

"SORUŞMALARLA DİYARBAKIR BAROSU HİZAYA GELMEZ"

Bir önceki baro yönetiminize soruşturma açıldı. Soruşturma ne aşamada?

Geçmiş dönem baro başkanımıza ve yönetim kurulumuza yapmış oldukları üç açıklama nedeniyle soruşturma açıldı. Soruşturmaya neden olan açıklamalar baronun web sitesine de konulmuş açıklamalardır. Birisi, Hakkari’de SİHA’lar tarafından gerçekleştirilen bir saldırıda, sivillerin ölmesi ve yaralanmasına ilişkin olay yerinde baromuzun yapmış olduğu bir inceleme ve bu inceleme sonucunda hazırladıkları rapor. İkincisi, Osman Baydemir’in HDP Diyarbakır Milletvekilli olduğu dönemde Meclis'te Kürdistan sözcüğünü kullandığı için Meclis toplantılarına katılmaktan men edilmesi ve para cezası ile cezalandırılmasına dair Meclis kararına karşı bir açıklama. Üçüncüsü de 24 Nisan 2017’de Ermeni Soykırımı günü vesilesiyle yapılan açıklama. Bu üç açıklama bir araya getirilip, bir soruşturma açılmış. Bakanlık soruşturma izni verdi. İfadeler tamamlandıktan sonra savcılık tekrar Adalet Bakanlığına kovuşturma izni için başvuracak. Bakanlık onay verirse maalesef meslektaşlarımız hakkında dava açılacak. Bu soruşturma ile başta baromuz olmak üzere, sivil topluma, bir bütün olarak toplumun farklı kesimlerine, farklı düşünen, eleştiren kesimlerine gözdağı vermeye çalışıyorlar. Bunun başkaca bir amacı yok. İfade ve düşence özgürlüğü hakkının açık bir ihlali. Bu konuda AİHM’nin son 30 yılda verdiği yüzlerce kararı var. Bu tür soruşmalarla Diyarbakır Barosu hizaya gelmez. Hak, hukuk adalet mücadelesinden asla taviz vermez.

"HUKUKSUZLUK, KEYFİ UYGULAMALAR KHK İLE HUKUK HALİNE GELDİ"

15 Temmuz darbe girişimi sonrası OHAL ilan edildi. KHK’lerle binlerce kişi işinden oldu. Belediyelere kayyım atandı. Özellikle Bölgede hukuk açısından neler yaşandı? Nedir sizin gözleminiz?

Durumu özetlemek gerekirse, hukuksuzluk, keyfi uygulamalar kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) hukuk haline geldi. Bu çok tehlikeli bir şey. Bir hukuk örgütü olarak bunun tespitini yapmak zorundayız. Geniş bir mağduriyet var. Görevlerinden ihraç edilenler, çok basit gerekçelerle, hakkında “terörizm” suçlamasıyla soruşturma ve kovuşturma açılanlar... 20 bini aşan cumhurbaşkanına hakaret davası... Toplumun nefes alma boruları bir bir tıkandı, toplum nefessiz kamış durumda. İfade özgürlüğü kavramı ile terörizm kavramları son derece geçirgen ve karıştırılan kavramlar. Kim hükümetin politikasına yönelik bir eleştiri yapmışsa, ikinci gün kendisini ya karakolda ya cezaevinde buluyor. Bu şekilde ilerleme sağlayamayız. Göreceli olarak ve nerden baktığınıza bağlı olarak bir sükunet hali varmış gibi görünüyor ama bu durum sadece göreceli olarak böyle. Bu kadar baskı, zorbalık ve çifte standarda varan uygulama aynı zamanda öfke birikimine neden oluyor. Biz hep şunu söyledik: Konuşmayı, diyalogu ortadan kaldırdığınız zaman kavgaya ve çatışmaya davet çıkarıyorsunuz. Biz bunu asla tasvip etmiyoruz, hep şunu söyledik: Lütfen bırakın insanlar konuşsun. Diyalog mekanizmalarının açık olması lazım. Bu mekanizmaları kapatırsanız, bir öfkenin dışavurumu vakaları çoğalır. Yargının çifte standartlı, dengesiz ve tek taraflı uygulamaları var. Bu yaklaşım toplumda öfkeye, güvensizliğe ve düzensizliğe sebep oluyor.

"DİYARBAKIR ADLİYESİNE GİRMEK, BİR HAPİSHANEYE GİRMEKLE AYNI"

Bölge’de OHAL dönemi ve ardından belediyelere kayyım atanmasıyla birlikte valilikten belediyelere kadar kamu kurumlarının etrafından örülen polis bariyerleri var. OHAL dönemini Türkiye’nin batısına göre Bölge farklı yaşadı, yaşıyor. Bir hukukçu olarak bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Güvenlik ve özgürlük meselesi Türkiye’nin yıllarını işgal eden bir mesele. Maalesef Türkiye’de her zaman güvenlik bürokrasisi, özgürlüğe baskın gelmiştir. Örneğin Diyarbakır Adliyesine girmeniz, bir hapishaneye girmekle hemen hemen aynı standartta. İki kez X ray cihazından geçiyorsunuz, GBT’ten geçiyorsunuz. Bu aslında hak arama mücadelesini de engelleyen bir durum. Vatandaşın mahkemeye erişimini bir şekilde engelliyorsunuz. Sadece Diyarbakır Adliyesi ile ilgili bir durum değil. Kaymakamlığa, valiliğe gitmeye çalışsanız, aynı güçlüklerle karşılaşırsınız. Kayyım atanan belediyeler de öyle. En az bir-iki aramadan geçiyorsunuz. Duyarlı kapıdan geçiyorsunuz. Halktan uzak kurumlar, halkın kurumları değil. Şimdi bu binalara zaten erişim bu kadar güçken, bu binalarda sunulan hizmete erişmek zaten mümkün değil. Diyarbakır’da birçok sokak ve cadde araç ve yaya trafiğine kapatılmış durumdaydı. Şimdiki iyi hali. Çünkü yakın zamanda birçok caddedeki bariyerler kaldırıldı. 

"SEÇİM GÜVENLİĞİ KONUSUNDA ENDİŞELERİMİZ VAR"

Baro olarak seçim güvenliği ile ilgili endişelerinizi dile getirmiştiniz. Yerel seçime giderken, Bölge illerindeki seçim güvenliğine dair neler diyeceksiniz?

Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu otoriter durumun, bu konuda endişelenmemiz için yeterli olduğunu düşünüyorum. Seçim kanununda da bazı değişiklikler yapıldı. Güvenlik görevlerinin sandık alanına müdahalelerinin yolu daha çok açıldı. Yıllardır, sorunsuz yürüyen eski sistemin neden değiştirildiği konusunda kamuoyuna tatminkar bir bilgi verilmedi. Artık güvenlik görevlileri sandığın başına kadar gelebiliyor. Bu uygulamanın kendisi seçim güvenliği için bir tehdit ve tehlike. Çünkü bu kadar güvenlik odaklı bir yapılanma ve söylem karşısında yurttaşın oyunu baskı altında kalmadan serbestçe kullanabilme fikrinin önünde bir engel olabilir. Bunu göreceğiz. Umarım biz yanılırız.

Bir diğer haksızlık ve hukuksuzluk ise yarışanlar arasındaki koşulların eşit olmaması, serbest rekabet koşulları yok. Bir yanda devletin bütün imkanlarını kullanan bir iktidar partisi var. Öte yandan olabildiğince sesi kısılmaya çalışılan bir muhalefet var. Bunun içinde AKP dışındaki tüm kesimler var. Mesela seçim takviminin açıklanması ile birlikte bazı yerlerde HDP’nin belediye başkan adayları, il ve ilçe teşkilatı başkanları gözaltına alındı ve tutuklandı. Bu koşullarda demokratik bir sonucun ortaya çıkması çok zor görünüyor.

Diyarbakır Barosu geçmiş dönemlerde yaptığı gibi seçimin demokratik koşullarda gerçekleşmesi için elinden geleni yapacaktır. Baro olarak biz de seçime hazırlıklı gireceğiz. Bu konuda gönüllü olarak çalışmak isteyen avukat arkadaşlarımızı seçim hukuku konusunda bilgilendireceğiz, eğitim vereceğiz. Diyarbakır’da istedikleri alana gidip görev alacaklar. Seçim güvenliği ve seçimin eşit ve huzurlu bir ortamda geçmesi için elimizden geleni yapacağız.

"ÇALIŞMALARIMIZ DİYARBAKIRLA SINIRLI DEĞİL"

Hem kentinizde hem de Türkiye’de hukuki olarak devasa sorunlar var. Yeni baro yönetimi olarak neler yapmayı düşünüyorsunuz?

Maalesef bu kaotik ortamda bize iş çok. Gerek Diyarbakır’daki meslektaşlarımıza, gerekse de Türkiye’nin farklı yerlerindeki meslektaşlarımıza yönelik öldürmeye ve darp edilmeye varan hak ihlalleri var. Önceki dönem baro yönetimimize açılan soruşturma var. ÇHD’li meslektaşlarımıza yönelik davalar var. Orada da büyük bir hukuk garabeti yaşanıyor. ÇHD Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı’nın da arasında bulunduğu meslektaşlarımızı serbest bırakan mahkeme, aradan 24 saat geçmeden tekrar tutukladı. Bunu aynı mahkeme üyelerine yaptırdılar hem de.  Şu anda Selçuk Kozağaçlı ve arkadaşları adalet için adil bir yargılanma hakkı için 40 gündür açlık grevindeler. O davada da büyük bir mağduriyet, haksızlık ve hukuksuzluk var. Diyarbakır Barosu olarak ÇHD’li meslektaşlarımızın yanındayız. Mesleki faaliyetleri nedeniyle tutuklu olan meslektaşlarımız serbest bırakılıncaya kadar dayanışmaya devam edeceğiz. Netice olarak hem mesleğimize ve meslektaşlarımıza yönelik ağır ihlaller, hem de toplumsal sorunlar artarak devam ediyor.  Baro olarak hem mesleki sorunlar, hem de toplumsal meseleler konusunda mücadele etmeye çalışıyoruz. Bu kapsamda Diyarbakır Barosu, “savaş bir halk sağlığı sorunudur” sloganıyla savaş karşıtlığını dile getiren TTB Merkez Konseyinin yanında olmuştur. Suruç Patlaması Davasını, Ankara Gar Katliamı davasını, JİTEM davasını izliyoruz ve destek sunuyoruz. Diyarbakır Barosu, meslektaşlarının güçlü dayanışmasıyla hak ve hukuk mücadelesini sürdürmeye çalışacaktır. Şu anda Diyarbakır Barosu’nun insan hakları merkezi, çocuk hakları merkezi, kadın hakları merkezi, cezaevi komisyonu, hayvan hakları komisyonu, kültür-sanat komisyonu, avukat hakları komisyonu son derece aktif çalışıyor. Çalışmalarımız sadece Diyarbakır’la da sınırlı değil. Türkiye’nin birçok yerindeki hak ihlaline yetişmeye çalışıyoruz.

ÖNCEKİ HABER

Soylu'nun talimatıyla gözaltına alınan HDP'lilerin ifadeleri alınıyor

SONRAKİ HABER

İsrail’de ‘katillerin avukatı’na meclis yolu açıldı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa