03 Ekim 2012 09:36

‘Hayat yaşadığımızı hayal ettiğimiz şeydir’

Hangimiz gayet sıradan ve güneşli bir günde, bir yaprağın bile kıpırdamaya tenezzül etmediği o günlerden birinde, sıkıcı hatta hayatlarımızın girdabına en çok kapıldığımız o kısacık anlardan birinde, her şeyi olduğu gibi bırakıp bir kapıdan çıkmayı ve yepyeni bir maceraya atılmayı hayal etmedik ki? İşte böyle bir iç &

‘Hayat yaşadığımızı hayal ettiğimiz şeydir’
Paylaş
Zeynep Gizem Şenel

Hangimiz gayet sıradan ve güneşli bir günde, bir yaprağın bile kıpırdamaya tenezzül etmediği o günlerden birinde, sıkıcı hatta hayatlarımızın girdabına en çok kapıldığımız o kısacık anlardan birinde, her şeyi olduğu gibi bırakıp bir kapıdan çıkmayı ve yepyeni bir maceraya atılmayı hayal etmedik ki? İşte böyle bir iç çekiş anında kendi iç savaşlarının içinde kaybolan ruhların hikayesi Lizbon’a Gece Treni.
Pascal Mercier (Peter Bieri), hayli dokunaklı, zorlu ve felsefi bir yolculuğa çıkarıyor bizleri bu kitabıyla. Bir dil bilimci olan Raimund Gregorius’un üniversitede verdiği bir ders sırasında hiç tanımadığı bir kadından etkilenerek başladığı ruhani bir seyahatle başlıyor her şey. Gregorius’un hayatında bir farklılık yaratma arzusu aslında “Birer nehirdir hayatlarımız/adına ölüm denen o denize doğru akan.” (Jorge Manrique) sözlerini doğrulamak istercesine hayatın geçip gittiği endişesine dayanmaktadır. Bir kitapevinde tesadüfen rastladığı Doktor Amadeu Prado’nun kitabıyla  perçinlenen güvenlikten kaçış arzusu Gregorius’u  ‘Önlerinde ne çok zaman var’  diyerek gıpta ettiği öğrencilerini, en sevdiği kitaplarını ve evini terk ederek Lizbon’a gitmeye iter.
Hiç tanımadığı bu ülkede gaddar bir diktatörlüğün parçaladığı hayatları, sarsılmaz doğasıyla kendini insanlara adamış Prado’nun hayatını araştırırken bulur kendini. Giderek saplantı haline getirdiği, o olmak nasıl bir şeydi diye sorduğu bu insanın yaşamındaki sırlar çözüldükçe Gregorius’da kendi içsel yolculuğunda ummadığı bir noktaya gelecektir.

İNSANIN TEK HAYATI VARDIR

Kitabın ilk yarısında okuyucuyu saran ağır ve karmaşık dil, yazarın sıklıkla başvurduğu sıfatlardan ve uzun cümlelerden ziyade felsefi alt yapıdan kaynaklanıyor. Bu hayli zorlu yokuşu tırmanmayı başardığınızda daha çok olayların ve kişilerin ifadelerinin yer aldığı daha net bir aşamanın içinde buluyorsunuz kendinizi.
Sayfaları ağırlaşmış kitabına “Kendi ruhundaki hareketleri izlemeyenler mutlaka mutsuz olurlar” yazan Prado’nun izini sürerken Gregorius, etrafındakilerin “papirüs” adını taktıkları bu “sıkıcı” adam, bambaşka bir kimliğe bürünerek “İnsanın tek hayatı vardır” demeye başlıyor. Tek hayatımız vardır. Sonsuza kadar yaşayacak olsaydık “Ölümsüzlük cenneti cehennem olurdu.” Çünkü “Ana güzelliğini ve korkutuculuğunu veren ölümdür.” Gregorius, maç bitip kapılar  kapanmadan önce son kez gol atmayı düşleyen bir futbolcu gibi ilerliyor kendi hayatının ufkuna doğru.
Ailesinin, arkadaşlarının, sevgililerinin, eşinin bile sadece kısmen tanıyabildiği Amadeu Prado kimilerine göre “Herkese, Şeytan’a bile, Tanrı’ya bile meydan okumaya” hazır, yine de “Tanrı’nın gözdesi” olarak elinden “Eğlenmek ve gevşemek” dışında her şey gelen efsanevi bir kahramandır. Yine de bitmek bilmez sayfalar boyunca bir sürü Amadeu Prado’yla karşılaşıyoruz.
Daha tıp fakültesine gittiği yıllarda  boğulan kardeşine konyotomi (Boğulan kişinin nefes alması için uygulanan tıbbi bir yöntem) uygulayan, Salazar rejimi’nin Lizbon Kasabı Rui Luis Mendes’i kurtarıp kendi insanları tarafından dışlanan, kendini “Ben doktorum. Kendisine yardım edilmesine herkesin hakkı vardır” diye savunan, Berlioz seven, tutkulu aşık, din adamlarının kullanmaktan çok hoşlandığı düşmanını sev sözünün insanları diktatörlüğün elinde hamur haline getirmek için tasarlandığını, dirençleri kırmak için bir hile olduğunu düşünen, rahip yamağı ve devrimci  Amadeu. Bu bağlamda yazarın Marx’ın “Din kitlelerin afyonudur” sözüne de atıf yaptığı düşünülebilir.
Amadeu’nun hikayesini kitabın içinde ikinci bir hikaye olarak görmek Gregorius’un içi boş bir yolculuğa çıktığını söylemek olur. Yazar sadece tek bir kelimenin “Portugués” kelimesinin tınısıyla Lizbon’a gitme kararı alan yarı histerik karakterinin omuzlarına elbette ki  bir görev yüklemek zorundaydı. Hayatının sonlanacağı gerçeğini orta yaşında anlayan bu adamı hiç bilmediği bir ülkeye güneşlenmeye göndermek yüzeysellik olurdu. Ama Prado’nun 1974 Karanfil Devrimi’ne ve öncesine olan bağları hikayede Tanrı-İnsan-siyaset ilişkisini sorgulayan felsefi bir kapıyı da açmak için kullanılıyor aynı zamanda.
Hayata rahip olmak için başlayıp doktor olan bu karmaşık karakter, din insan ilişkisini anlatırken “Tanrı bizden köleliğimizi kendi ellerimizle ruhumuzun en derinlerine kadar sokmamızı ve bunu gönüllü olarak, keyif duyarak yapmamızı talep ediyor” diye haykırıyor. Bir tek kişiyi pek çok tek kişi için feda etmeye hazır olmayan Prado, Mendes’i kurtardıktan sonra kendi iç hesaplaşmasında daha acımasız bir kendiye karşılaşıyor. “Hayat kurtaran zehirli iğneyi saplamak: Bu eylemde, rahip ile katil el mi sıkıştılar?​” diye soruyor kendine.
Gregorius hayatın geçiciliğine, zamanın kısalığına meydan okuyup ruhunun isteklerine boyun eğerken, Prado hayatı boyunca inandığı -aynı babası gibi sessiz ve iletişime geçemediği yabancılaştığı- ama çelişkilerinden bunaldığı Tanrı’ya ve ondan farklı görmediği diktatörlüğe baş kaldırmıştır.
Bu hikaye, hayatı, insanı, dini, ideolojileri sorgulama hikayesidir. Kimi zaman yorucu, kimi zaman acıklı, kimi zaman merak uyandırıcı. Nasıl nitelersek niteleyelim yine de Mercier’in bu yüzyıla kazandırdığı bir başyapıttır. Benjamin Franklin’in dediği gibi “Ya okumaya değer bir şey yazın ya da yazmaya değer bir şey yapın.”

Lizbon’a Gece Treni
Yazar: Pascal Mercier
Çev: İlknur Özdemir
 400 sayfa
Yayınevi: Kırmızı Kedi
[email protected]

ÖNCEKİ HABER

Zamansız mekanlar

SONRAKİ HABER

Her ilde komiteler kurup, ortak mücadele etmeliyiz

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa