02 Eylül 2018 23:20

Mehveş Evin: Basında büyük kırılma 7 Haziran’dan sonra yaşandı

Mehveş Evin ile yeni kitabı 'Buraya nasıl geldik'i konuştuk.

Fotoğraf: Serra Akcan

Paylaş

Meltem AKYOL
İstanbul

 

 

Artan cinsel istismar, kadına yönelik şiddet, kendi gibi olmayana tahammülsüzlük... Ölüm karşısında iyi ki olmuşlar, müstahaklar...  Lince varan saldırılar... Belki daha onlarca sıralayabileceğimiz başlıktaki konular konuşulduktan sonra en sık duyulan sorudur, ‘Biz buraya nasıl geldik?​’ Özellikle memlekette son 3 yılda yaşananları düşündüğümüzde hemen her gün tekrarlanır olması da olası. Darbe, OHAL, rejim değişikliği, istismar, ekolojik yıkım... Gazeteci Mehveş Evin, ‘A’dan Z’ye’ bu noktaya nasıl gelindiğini, Türkiye’de son 15 yılında yaşanan, siyasal, kültürel ve toplumsal olayları ve değişimi, anlatıyor, hatırlatıyor. Ve son 3 yıla yoğunlaşarak. Evin, A’dan Z’ye Buraya Nasıl Geldik sorusuna 29 başlıkta ele alıyor ama  Norveç de olmadığımız için, öyle kolay olmuyor tabii anlatmak, tam 519 sayfa.

Kitap A’dan Z’ye ama olay anlatımları kronolojik değil. Her başlığın kendi içerisinde bir sıralaması ve kurgusu var. O başlıkta yer alan unsura dair hemen her bilgiye ulaştırıyor size. Ağaç’la başlıyor örneğin, Bu bölümde Gezi Direnişi de var, elbette nedenleri-sonuçları, ağacın insanlık tarihinde tuttuğu yer de var, memleketin ağaç çeşitliliği ve başına gelenler de. Zeki ile biten 29. başlıkta ise LGBTİ bireylerin yaşadıkları-mücadeleler yer alıyor. Kürt sorunu, Ermeni meselesi, çocuğa yönelik istismar, kadın, kadına yönelik şiddet, iş cinayetleri, mültecilik, darbe... Ve elbette medya, oradaki dönüşüm.

Mehveş’in kişisel yaşamından, gazetecilik hayatı boyunca yaşandıklarından kesitlerin olduğu kitap, pek çok başka yazardan alıntılarla da zenginleştirilmiş..

Bana kalırsa bu kitap bir unutmama kitabı, hem kendisi için hem de, başta gazeteciler olmak üzere, okurlar için... Elinize aldığınızda biraz gözünüz korkabilir ama ilk başladıktan sonra devamı gelecek.

Size olur mu bilmem ama bana sık sık olur, 1 yıl önce yaşanmış bir olayın üzerine sanki 10 yıl geçmiş gibi hisseyme hali. Biraz aslında ne kadar kısa sürede, nasıl bir noktaya geldiğimizin de resmi bu kitap. Kısacası, ‘vay canına bunlar da oldu’ diyerek ibretle okuyacağınız bir kitap...

Mehveş Evin’le Taksim’de bir araya geldik, kitabı, memleketi konuştuk. Taksim’in, Beyoğlu’nun ruhunu kaybettiğinden şikayet ettik, biraz güldük, biraz dertlendik.

Ortaya da şöyle bir şey çıktı. Buyrun, iyi okumalar...

YAZMAYA A’DAN DEĞİL W’DAN BAŞLADIM; ANA DİLDEN

Hayırlı olsun diyelim önce...

Çok sağol...

Tam kitabın adında olduğu gibi, A’dan Z’ye kavramlarla anlatıyorsun derdini, nasıl doğdu bu kitabı böyle bir formatla yazma fikri?

Aslında başlarken tam bu fikirle başladım, A’dan Z’ye bir takım kavramlar üzerinden, Türkiye’nin meselelerini anlatmak ve elbette benim daha ziyade ilgilendiğim, üzerinde çalıştığım meseleler. İşte kadın, insan hakları, ekoloji önde gelmek üzere... A’dan başlamadan ben ve W ile başladım. Bu Türkçe alfabede olmayan bir harf ve anadil üzerinden yazdım, o ortaya çıkınca da formülasyon hoşuma gitti. Sonra şunu şurada yazarım, diğerini şununla ifade ederim diye fikirler çıkmaya başladı. Biraz meselesi Hasankeyf üzerinden anlatayım, işçi cinayetlerini Soma’dan anlatayım, ama bu işte S mi olsun başka bir şey mi olsun. Aslında işin içine girdikçe de biraz deli işi olduğunu da gördüm ama iyi de gidiyordu. Tam şekle, kıvama girdiği dönemde ve hatta ben yayınevine bir takım bölümleri göndermeye başladığımda, hatta yüzde 70 falan bitmişti, darbe girişimi oldu.

ANLAŞTIĞIM YAYINEVİ ‘OHAL VAR, ERTELEYELİM’ DEDİ

Hadi baştan mı o zaman...

Yani kitabın temel kurgusunu değiştirmedi belki ama yarısını attım diyebilirim. Yani ben mesela Gülen Cemaatini falan anlatmak istemiyordum, çok hakim olduğum bir konu da değildi. Ama anlattım, siyasetle bu kadar iç içe geçmiş ve işte darbe yaşanmışken anlamak olmazdı. Neyse darbe girişimi sonrası OHAL’in ilanı ile, pek çok yayın-medya kuruluşu kapatıldı, gazeteciler işsiz kaldı, pek çok farklı soruşturmalarla hapsedildiler. Bu dönem yayıncılık dünyasında da bir kaygı yarattı ve bana o dönemki yayınevim “OHAL varken bunu birazcık erteleyelim” dedi. Böyle olunca benim de biraz sinirim bozuldu. Eee meslektaşlarınız birebir baskı ve tehditlerin hedefiyken, hapishanedeyken, sen de davaların peşinden koşarken aman kitap yazayım demiyorsun. Ben de açıkçası biraz soğudum... Arada bir- bir buçuk senelik bir aralık var, sonra tekrar başladım yazmaya.

KİTABIN BELKİ YARISINI DEĞİŞTİRDİM

Memlekette her şeyin bu kadar hızlı değiştiği bir dönemde, nasıl oldu o, değiştirdin mi her defasında kitabı?

Ya kitabı o kadar çok değişirdim ki. Yani hem böyle sözlük gibi kurguladığım için ama hem de ülke sürekli bir takım şok algıları ile karşılaştığı için. Dedim ya işte darbe girişiminden sonra yazdıklarımın yarısını belki atmışımdır. Şimdi hem bu ülkede yaşıyorsun, yaşanan her olayı bizzat yaşıyorsun ve dert ediyorsun. Bir yandan ben merkez medyadan atıldıktan sonra zaten bağımsız yerlerde yazmaya devam ettim. İş cinayetleri, vekillere yapılanlar, memlekette yaşananlar. Bir hadise oluyor, işte bombalamaların olduğu dönemi düşün, Diyarbakır, Sur’u, Ankara, Antep... Sadece bunlarla ilgilenmek bile insanı koparıyor.

ÇOCUK KONUSU O KADAR İSTİSMAR EDİLİYOR Kİ...

Kavramları nasıl tercih ettin peki: Çöl, Zeki, Şems, Lüfer....

Hepsinde oyuncaklı kavramlar bulmayı, kullanmayı isterdim, oyuncaklı derken, yani böyle baktığında doğrudan anlamayacağın, biraz daha şaşırtıcı, fakat 29 harf ve bunların arasındaki ilişkileri ve tekrara düşmemek için bir kurgu yaratırken bir kısmı öyle oldu, bir kısmı doğrudan anlatıldı, mesela darbeyi, direkt darbe başlığı ile anlattım. Çölde de iklim değişikliği olabilirdi, ilk düşündüğüm şey de oydu, ama iklim değişikliği, çok sık tekrarlanan ama içi boşaltılan kavramlardan biri, ağırlığını kaybediyor, o yüzden akademideki gidiş var orada.

Ya mesela Ç harfinde çocuğu anlatmayı düşünüyordum. Sonra onu istismar başlığı ile anlatmaya karar verdim. İstismar çünkü çocuk alanında, sadece cinsel istismardan bahsetmiyoruz, çocuk konusu o kadar istismar ediliyor ki, onu istismar diye anlatmak daha çarpıcı olur, belki daha çok çarpar ümidiyle böyle bir şey yaptım. Ya da aynı şekilde LGBTİ haklarını mesela Onur ile, ilk akla gelen kavramlardan biri, anlatabilirdim. Zeki Müren’in üzerinden LGBTİ meselesini, toplumun iki yüzlülüğünü anlatmak, yazarken en azından, daha hoşuma gitti.

BU MEDYA GERÇEKTEN BÜYÜK YALANLAR SÖYLÜYOR

1993’te başladın mesleğe bugün gazeteciliğin içine bulunduğu durum tarif edilirken, sık sık ‘90’lara atıf yapılıyor. Sen nasıl bir karşılaştırma yapıyorsun peki?

‘90’larda belli kalburüstü gazetecilerin beslendikleri bir takım kaynaklar vardı, onlardan gelen bilgiler üzerinden haber yapılırdı. Ee şimdi de bakıyorsun bu kaynaklar hani biraz daha değişti ama yine aynı mantık işliyor, iktidarın kaynakları var şimdi. Kaç kişi ‘90’larda kaç köyün yakıldığı, kaç insanın kaybolduğunu biliyor. Yani ben kendi çevremde çok net hatırlıyorum, “Köy mü yakılmış, yalan söylüyorlar” diyorlardı. Yani köy yakılma hikayesi AİHM’e gittikten ve haber olduktan sonra öğrendi insanlar. Burada tabii medyanın da ayrıca günahları var, biraz da bunlara da değindim. Ve bunda medyanın günahı büyük.

KAPI ARKASI TEHDİTLERİNDEN, SOKAK OTASINDA DÖVMELERE

Sana göre medyada mesela, buraya nasıl geldik? Biraz senin gazetecilik deneyimden de anlatacak olursan...

Bu işin içinde olduğum için kitapta da bazı temaların içerisinde kendi gazetecilik deneyimim, patronla ilişki, patronun iktidarla ilişkisi vs. aralarda var. Ama medyayı Şems başlığı altında ele aldım. Şems meşhur Ethem Sancak. Aslında çok sembolik bir şey o, burada tek Sancak değil, bir sürü medya patronu var, medyadaki biatı Şems sembolizmi üzerinden anlattım.

Yani 2007-2008’ler AKP’nin en “demokrat” sayıldığı yıllardı, o yıllarda bile merkez medyada AKP tarafından, patronlar üzerinde uygulanan sansür vardı, ama bu küçük küçük bazı meselelerde yoğunlaşıyordu. Ne bileyim işte, Emine Erdoğan ile ilgili bir şey yazmamak, bunu derken hakaretten bahsetmiyorum, herhangi bir şey yazmamak, sorgulamak  Bu o zaman da vardı. Misal çantası, hediyelerini... Bunları yazmamak diye bir şey vardı. Ama birçok şeyi de yazıyorduk. 2013 Gezi ile beraber, ki o zaman Milliyet zaten Demirören’e satılmıştı, ben de  Milliyet’teydim, Hasan Cemal’in atılması, o İmralı zabıtları ile ilgili tartışmalar, peşi sıra Kadri Gürsel, Aslı Aydıntaşbaş, Can Dündar’ın atılması...

Ama bence basındaki en büyük kırılma, 7 Haziran’dan sonra değişen politik ortamla yaşandı. Hatırlarsın o dönem Doğan Medya Grubuna çok büyük saldırılar oldu, Gazeteci Ahmet Hakan’ı dövdüler falan. Çok açık şekilde fiziksel şiddet uygulanarak, yani kapı arkalarında tehditten göz önünde, sokak ortasında gazetecilerin tehdit edildiği-saldırıya uğradığı bir noktaya geldik. Bu da çok hızlı bir korku iklimine sebep oldu ki zaten vardı korku, aman dikkat edelim, aman iktidarı sinirlendirmeyelim, aman işten atılmayalım korkusu. O zaman bazı meslektaşlar şunu diyordu. “Aman canım siz de bu kadar şey yapmayın, eleştirel olmayın, daha dikkatli olun, yazmanın-haber yapmanın yolları var.” Devamlı bir takım şeylerin etrafından dolanarak yapın. Yani böyle gazetecilik olmaz, bunun sınırı yoktur, ki bunun Fikret Bila o zaman yayın yönetmeniydi ben atıldığımda, Charlie Hebdo saldırısı olmuştu ve onunla ilgili de pek çok yazı yayınlandı, televizyonda konuşuluyordu, tartışmalar yapılıyordu. Benim bir yazımın yayınlanmamasına karar verdiler, ne hakaret ne başka bir şey. “Biraz yumuşatalım”, neresini yumuşatayım Vernel mi var elimde, yani yumuşatmaktan kasıt ne? Dedim ki Fikret Bila’ya “Bu yumuşatmak dediğin şey yarın kadın haklarını yazdığım zaman da, çocuk istismarını yazığım zaman da, pazardaki meyve fiyatını yazdığım zaman da karşımıza çıkabilir. Nitekim öyle de oldu... Sonra malum ben kovuldum.Yani çözüm sürecinin berhava edilmesi ve savaş politikalarına dönülmesiyle, sadece Kürt sorunu değil her konu başlığı, medyadaki her mesele çok büyük bir biçimde tabu haline geldi ve yıkım çok hızlandı.

GAZETECİLERİN DAYANIŞMASI

Bütün bu kötü gidişe rağmen önemli bir dayanışma da var değil mi gazeteciler arasında...

Özellikle OHAL’den sonra yani hapisteki gazeteci sayısı dünyada rekor düzeye ulaştı. Bu bir gösterge ama sadece bu değil, dışarıdan bakanlar diyor ki, siz nasıl gazetecilik yapıyorsunuz? Evet belki başka şeyler yapmak isterken bunları yapamaz hale geldim. En basitinden güvenlik anlamında bir zamanlar yaptığım gibi Van’a Tatvan’a Diyarbakır’a gideyim. Yok yani fotoğraf bile çekemiyorsunuz, yasak.

Yani fotoğraf çekmenin dahi yasak olduğu bir şehir düşünün. Ve fakat hâlâ yapılabilecekler var ve bunları yapan gazeteciler de var. Ellerindeki bütün olanakları da kullanarak ve özellikle de finansal açıdan çok daha kısıtlı olan yayın organlarından bahsediyorum, onlar yazarlarıyla, haberleriyle bir takım şeylerin peşinden gitmeye devam ediyorlar. İşte 10 Ekim davasını haberleştirmek gibi, 10 Ekim davsının karar aşamasını bile merkez medyadan kimse yoktu. Bu bile başlı başına bir örnek, yani “hiç gitmeyelim bari de hiç görmeyelim” noktasına gelindi. Bence bu süreçte atılan her adım, yapılan her haber, yorum iki misli kıymetli. İnsanlar hala yazıyor, eleştiriyor, tüm bu baskılara rağmen, ve bence bunu yapmaya devam ettiğimiz sürece hâlâ ümit var. Bugün ‘90’lara bakarak, o zamanın medyasına bakarak bir şeyler söylüyoruz. O zaman işte merkez medya Sabah’ı, Hürriyet’i, orada atılan başlıklar, yapılan manipülasyosların ne kadar zarar verdiğini biliyoruz. O yüzden mesela Haber Nöbeti çok kıymetliydi. Bakın çok önemli bir şey oldu, ‘90’larda yine haber atlatma her şeyin önündeydi, bireysel olarak gazeteciler gidip haber yapardı, yine paylaşırlardı belki, sahada zorlu savaş koşullarında çalışırken, ama esas olarak bireysellik ve haber atlatma vardı.

Bu Haber Nöbetinde yerel basınından tut, Ankaralı gazetecisine, yazarına kadar bir sürü gazeteci bir araya geldi ve burada neden bir savaş durumuna geçildi, burada gerçekten ne oluyoru kendi gözlerinden bakıp anlatmak ve bunu kolektif bir biçimde ve hiçbir şey olmadan yani kendi can güvenliklerini kollarının altına alarak yapmaları çok kıymetli bir şey.  

Bu geleceğe bırakılacak çok önemli bir örnektir, çünkü ‘90’larda böyle bir şey akıllara gelemezdi.

ÖNCEKİ HABER

Aspendos Opera ve Bale Festivali perde açıyor

SONRAKİ HABER

Bilecik'i karış karış gezdiler, yüzlerce yazıt buldular

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa