25 Ağustos 2018 22:45

Zamanımızın köleliği

Tolstoy’a göre “yasama”da özü örgütlü şiddet oluşturur. Ona göre devlet insan doğasına aykırıdır ve fesih edilmelidir. İyi ama nasıl?

Fotoğraflar: Pixabay

Paylaş

Ercüment AKDENİZ

Marksizm’i, İngiliz işçi sınıfının durumundan yola çıkarak “Avrupa merkezli” bir ideoloji olmakla eleştirmek; sadece günümüze özgü bir moda değil. Geçtiğimiz yüzyılın hemen başında (1900) yayımlanan “Zamanımızın Köleliği” adlı kitap bu bakımdan tarihsel bir belge niteliğinde. Kitabın üzerinde ise çok tanınmış bir yazarın, Lev Tolstoy’un imzası var.

TOLSTOY İŞÇİLER ARASINDA

Tolstoy’un, Rus toplum yaşamına mercek tutan muazzam gözlem yeteneği, “Zamanımızın Köleliği”nde bizi önce Moskova-Kursk demiryolu işçilerine götürür. Burada kantarcı olarak çalışan işçiler, 37 saat uykusuz ve aralıksız çalışmaktadır. İstasyonda toplam 250 yük işçisi vardır. Demiryolunda 100, 130 ve 150 kiloluk balyaları sırtlamanın karşılığı ise günlük 1 ruble bile değildir. Bu gayri insani çalışma koşullarına isyan eden Tolstoy, işçilerin kabullenir halinden yola çıkarak felsefi bir tartışma başlatır. Kitaptan bir diyalog:

“Ama neden 37 saat aralıksız çalışıyorsunuz ki? Bu iş vardiyalı bir şekilde düzenlenemez mi?​” 
“Bize ne söyleniyorsa onu yapıyoruz.”
“Tamam ama neden bunu kabulleniyorsunuz?​”
“Bunu kabulleniyoruz çünkü karnımızı doyurmak zorundayız. Beğenmiyorsan ayrıl! Biri, bir saat bile geç kalsa ve işten atılsa onun yerini dolduracak onlarca kişi var...”

20. yüzyılın başlarında Rusya’da ortalama yaşam süresi 55 iken, sağlıksız işlerde 29’du. Tula demir dökümhanesinin maden eritme ocaklarında çalışan işçiler de 29’luklardandı. Tula döküm işçilerinin “küçük dinleme odası”nda geçen bir sahne, kitabın en etkileyici sahnelerindendir: Eksi 13 derecede ve 24 saat uykusuz çalışan işçiler, sıcak ve kısa bir uyku aralığı için birbirlerini iterek ranza altlarına sürünmektedir. Ama heyhayt! Onlar da bu berbat durumu kabullenenlerdendir.

Peki ya taşradan köyünü bırakıp fabrikaya gelenler, peki ya işçileşen kadınlar?

Moskova’da, eşinin yaşadığı evin karşısındaki fabrika, Tolstoy için bulunmaz bir laboratuardır. Zamanın son teknoloji makineleriyle donatılmış ipek-yün fabrikasında 700 erkek çalışmaktadır. Buna karşılık 3 bin kadın işçi, 12 saat ayakta durarak ve kulakları sağır eden bir gürültü altında ipek yumaklar sarmaktadır. Zamanımızın köleliği, Tolstoy’un defterine şu cümlelerle aktarılacaktır: “Taşradan yeni gelenler hariç, bütün kadınlar sağlıksız görünüyordu. Çoğunluğu düşkün ve ahlaksız bir yaşam sürüyordu..” 

Bütün bu anlatı boyunca Tolstoy, “çocuklarını köye ya da öksüzler hastanesine gönderen” işçi kadınları, düşkün ve ahlaksız insanlar olarak tanımlamaktadır. Üstelik Tolstoy’a göre taşralıların ya da kadınların fabrika hayatına katılmaları, kapitalist üretim ilişkilerinin kaçınılmaz bir sonucu değil; kent hayatına düşkün, yozlaşmış taşralıların aslında ahlaken önlenebilir tercihidir!    

KAPİTALİZME KARŞI KIR YAŞAMINI SAVUNMAK  

Köy hayatı ve kır, Tolstoy için mutluluğun temel kaynağıydı ve o hem kentleşmeye hem de modernleşmeye düşmandı. Taşranın ve kırın çözülmesi ona göre; kapitalist üretim ilişkilerinin doğal ve kaçınılmaz bir sonucu değil, iradi bir zorlamaydı. Karl Marx ve “ekonomi bilimi” de “taşra insanının topraklarından şiddet kullanılarak koparılmasını” doğal bir gelişme olarak açıklıyor, böylece köylülerin iradi redde başvurmalarının da önüne geçiyordu! Oysa Tolstoy’un reddi, kapitalizme karşı “köylü adacıkları”nın kurulmasına ve Rus “kır kömünleri”nin kurulmasına varacak bir kurtuluş düşünün başlangıcıydı. 

Tolstoy Marksizm’i “Avrupa merkezli” bir ideoloji olarak eleştirirken Rusya topraklarına yayılan, kenti ve kırı etkisi altına almaya başlayan “sosyalizm ideali”nden de rahatsızlık duyuyordu. “Zamanın Köleliği” kaleme alındığında şüphe yok ki onu en çok zorlayan “yazar” Vladimir İlyiç Lenin olacaktı. Çünkü “Rusya’da kapitalizmin gelişmesi”ne dair tezler, Tolstoy ve onun gibi düşünen ütopistlerin düşünce yapısına ilerleme şansı tanımamıştı. Lenin, köylülüğün çözülüş sürecini şöyle açıklıyordu: “Burjuva ekonomi politik ve çoğu zaman onun bilinçsiz yandaşları, halk yardakçıları ve oportünistler, küçük işletmenin yaşam gücü bulunduğunu ve büyük işletmeden daha kazançlı olduğunu kanıtlamaya çalışırlar... Kapitalizmde küçük işletme, yalnızca büyük işletmeye göre işçiden daha büyük nicelikte emek çekip alarak ayakta kalabilir... Köylü, kapitalist bağımlılığın karmaşık ağı dolayısıyla ücretli işçiden daha bağımlı, daha çok kösteklidir...  Gerçekte ayakta durabilmek için (sermaye yararına) işçiden daha çok çalışmak zorundadır.” (Tarımda Küçük İşletme makalesinden-Seçme Eserler /LENİN) 

Tolstoy’un sosyalizme bir itirazı da işbölümüne dairdi. Ona göre sosyalizm insanların iyi beslenmesini sağlayabilir, konut sorununu çözebilir hatta herkesin konsere, tiyatroya gitmesini sağlayabilirdi. Ama lağımda çalışması gereken bir işçi ile bir doktor, mühendis ya da öğretmenin toplumsal iş bölümüne kim karar verecekti? Özel mülkiyetten arındırılmış ve üstelik sosyalizme değil komünizme tekabül edecek nihai bir “iş” bölümü elbette Tolstoy’un tahayyülünün çok ötesindeydi. Zira özel mülkiyetten arındırılmış bir toplumsal yaşamda zor ve zorunluluğun yerini gönüllülük alacaktı. 

BİLİME KARŞI TEOLOJİK İTAATSİZLİK

Rus edebiyatı kadar dünya edebiyatının da büyük ustası olan Lev Tolstoy, yoksul kitlelerin yaşadığı ızdırap karşısında “ne yapabiliriz?​” sorusunu sorar. Onun 1899-1900 yılları içerinde kafa yorduğu bu soru; öncesinde Maksizm’in yaptığı çözümlemeleri bilmemekten ziyade ona karşıt bir fikir geliştirme kaygısı ile ileri sürülmüştür.  

Nitekim “Zamanımızın Köleliği” kitabında Tolstoy, isim vermeden Komünist Manifesto’ya atıf yapar ve onu genel “ekonomi bilimi” içine sokarak; ahlaktan, ruhtan azade ve insanlık için nihai çözümü olmayan bir ilan olarak tanımlar. Ona göre Marksizm, öteki ekonomi bilimleri gibi, insanlığın çektiği ızdıraplar karşısında yatıştırıcı bir etkiye sahiptir! Geçmişte teolojinin yaptığı yatıştırıcılık, iktisatçıların her şeyi sınıfların konumlanmasıyla açıklamasının ardından modern yatıştırıcıların tekeline geçmiştir! 

Ona göre insanlık için hiç de gerekli olmayan ama içerdiği kimyasallar nedeniyle binlerce işçinin ölümüne neden olan fondöten üretimi, kapitalist gelişme ile açıklanacağına bireysel ahlak ve ruh ile açıklanmalıdır ve etik olarak herkes bu üretimi reddetmelidir. İktisadi/toplumsal analizin “yatıştırıcılığı” karşısında Tolstoy’un bulduğu devrimci eylem ise, teolojik itaatsizlikten başka bir şey değildir. Oysa henüz 1845’te “Kutsal Aile” yazıldığında Marx, yabancılaşmanın hem içine hem de karşısına proletaryayı koymuştu:  “Proletaryada insan kendini yitirmiş, aynı zamanda bu yitirişin teorik bilincini kazanmıştır. Çünkü proletarya kendi konumunda özetlenen bugünkü toplumun insanlık dışı yaşam koşullarının tümünü ortadan kaldırmadan, kendi yaşam koşullarını ortadan kaldıramaz.”  

Çok değil 3 yıl sonra 1848’de yayımlanan Komünist Manifesto’da ise “düşkün bireylerden” oluşan proletaryanın nasıl devrimci bir güce dönüştüğü şöyle anlatılmıştı: “Burjuvazinin feodalizmi yerle bir ettiği silahlar şimdi burjuvazinin kendisine çevrilmişti. Burjuvazi, kendine ölüm getirecek silahları yaratmakla kalmamış bu silahları kullanacak insanları da var etmiştir; modern işçi sınıfını, proleterleri.”  

DEVLET NASIL FESHEDİLEBİLİR?

Tolstoy’a göre “yasama”da özü örgütlü şiddet oluşturur. Ona göre devlet insan doğasına aykırıdır ve fesih edilmelidir. İyi ama nasıl? Her alanda devletten ve kurumlarından çekilerek! Tolstoy’un örgütlü şiddet mekanizmasına çözümü teolojik itaatsizlikti. Ama bütün bu ütopik yaklaşımlardan da öte onun belki de en büyük handikabı boykot ve itaatsizliğe burjuva devlet yöneticileriyle birlikte egemen sınıfları da çağırmasıydı. 

Örgütlü şiddete (devlete) karşı “Her bir insan ne yapmalıdır” diye sorarken de emekçileri örgütlü mücadelen uzaklaştırıyor ve bireysel pasifizme çağırıyordu Tolstoy. Bu da sivil itaatsizlik ile Hrıstiyanlığın sentezlendiği zavallı bir boykotçuluktu. Tolstoy için “devlet şiddetini yok etmenin sadece bir yolu vardı: insanlar şiddetin bir parçası olmaktan kaçınmalıydı.” 

Kırda, kentte, sokakta yoksulluğun fotoğrafını en usta cümlelerle edebiyata aktaran usta yazar, iş politik çözüme gelince her defasında baltayı taşa vuruyordu. İsa’nın pasifizmi ise onun hareket noktasıydı. “Kılıç kullananların sonu kılıç kullananlar tarafından olacaktır” diyordu İsa. Öyleyse Spartaküs’ten bugüne kılıca kılıçla karşılık verenlerin akıbeti yine hep kanlı mağlubiyet olacaktı. “Ben size diyorum ki, kötüye karşı direnmeyin. Size, bir yanağınıza tokat atana öbür yanağınızı çevirmenizi öğretiyorum” dememiş miydi hem İsa peygamber? Bundan böyle Tolstoy, hep bu telkinlerle Rus insanının karşısına çıkacaktı.

Oysa kendi tarihsel özgünlüğü içinde Roma imparatorluğunun sonunu getiren bu öğreti; zamanımızın köleliği karşısında isyana meyil gösteren kitleleri her defasında yatıştıran bir silahtan başka şey değildi artık. 

Ve Tolstoy’dan günümüze bu gerçek hiç değişmedi.

ÖNCEKİ HABER

Sarıyer'de bir kişi bindiği at ile birlikte denize düştü

SONRAKİ HABER

Söylediğim gökyüzü bu parktaki çocuklarla çoğalacak...

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa