25 Ağustos 2018 00:34

'Anlamlandıramadığımız imgeler yığını bizim asıl gerçeğimizdir'

Kaybolanın Hikâyesi ile Sennur Sezer ödüllerinde öykü ödülünü alan Cem Kertiş ile sanat ve edebiyatı üzerine konuştuk.

Cem Kertiş'in Sennur Sezer ödülünü alan Kaybolanın Hikayesi adlı öykü dosyası Manos Yayınları tarafından yayınlandı. | Fotoğraf: Evrensel

Paylaş

Edanur TANIŞ
İstanbul

Cem Kertiş, bu yıl 3’üncüsü düzenlenen “Sennur Sezer Emek-Direniş Öykü ve Şiir Ödülleri”nde öykü dalında birincilik ödülünü “Kaybolanın Hikâyesi” dosyasıyla kazandı.Yarışmanın hemen ardından  Kertiş’in ödül alan dosyası Manos Kitap tarafından basıldı. Kertiş kitabında; yaşama ve kurallara karşı verilen mücadeleleri, dışlanmışlığı, sevgisizliği kısacası insana ve topluma dair her şeyden bir parça sunuyor.

Öykülerinde anlatım olanaklarını zorlayan Kertiş, kitabıyla ilgili sorularımızı yanıtladı.  Kitabında gerçeküstücülüğün anlatım olanaklarından yararlanan Kertiş, “Gerçeküsütü içerikler kullanıyorum; çünkü herkes gibi rüyalar gören biriyim.” dedi.

Kitabın ismi için neden “Kaybolanın Hikâyesi” öyküsünü seçtiniz, bu öykünüz sizin için ne anlam ifade ediyor?

İnsan arayan bir canlıdır. Hepimiz bebekken dilsiz bir dönem geçirdik. Ve bize bakım verenle yoğun duygusal bir bağ kurduk. Bebekleri gözlemlediğimizde onların en tipik davranışları ‘ilgi’ çekmektir. Bir başka söyleyişle arzulanmak ister. Özellikle de bakım verenin ilgisi, (Genellikle anne olur) sevgisi bebek için hayatidir. Ama bakım veren mutlak olarak bebekle ilgilenemez. Hatta bazen ilgilenmeyi bırakın baktığı bebeğe nefret dolu gözlerle bakarken, başka şeylere sevgiyle ya da hevesle bakabilir. Bebek o kendisinden kaçan bakışın, nereye yöneldiğini, neyi arzuladığını bilemez; dil ve kavram dünyası gelişmemiştir çünkü. Orhan Veli’nin söylediği gibi: Kelimelerin kifayetsiz kaldığı yerdedir. İşte bu yüzden bebek annenin arzuladığı şey olmak ister. Peki, nedir o şey? Bilemez. Arar. O bebek, kız ya da oğlan, büyür; üniversiteye gider, asker olur, manken olur, evlenir anne olur, zengin olur, kahraman olur, dolandırıcı olur… Ömrünün sonuna dek bir şey olmaya çalışır. Bir zamanlar kendini terk eden o bakışın neyi arzuladığını arar. O arzu olmak ister. O arzuyu ararken kaybolur. İşte tam da burada “Kaybolanın Hikâyesi” başlar.    

“Çöplükleri Yiyecek Dolu” öyküsünde sokaktan yiyecek toplayan bir anneyi, “Bizi Keserlerdi” de Alevi bir ailenin komşuları tarafından dışlanıp taşınmaya mecbur bırakılması, “Allah’ın Emri”nde ise bir doktorun cinsiyet değiştirme ameliyatına karşı aşağılayıcı tutumu anlatılıyor. Kitabınızda toplumsal meselelere uzak olmadığını görüyoruz. Öykülerinizde toplumsal meselelerden nasıl besleniyorsunuz?

Edebiyattan insanı çıkardığınızda geriye ne kalır? Bence hiçbir şey... Biri şöyle söyleyebilir; sadece hayvanı, doğayı anlatan bir öykü ya da roman yazılamaz mı? Yazılır tabii, ama nihayetine o eseri de yazan önünde sonunda insandır. Hayvanı hayvanın gözünden yazamazsınız. Protagoras’ın dediği gibi, “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” Peki, insan nasıl bir canlıdır? Bana sorarsanız insan toplumsal bir canlıdır. Bir başka insandan doğar ve zavallıdır doğduğunda, muhtaçtır. Doğar doğmaz da toplumsal ilişkisi başlar. Bütün bu gerçekliğe rağmen bir sanatçı nasıl olur da içinde yaşadığı topluma uzak olabilir? İçinde yaşadığımız topluma bakarsanız sanatçıların toplumsal meselelerden beslendiğini düşünmüyorum. Zehirlendiğini bizzat biliyorum. O zehri kusmak için yazıyorum.

Ayna adam, çingene, Neslihan Abla, platin saçlı kadın, yakışıklı adam, çirkin adam gibi karakterler var… Karakterleri nasıl yaratıyorsunuz? Ne kadarı gerçek ne kadarı kurgusal?

Eğer bir yazar yaşadığı olayı ya da tanıdığı birini olduğu gibi yazıyorsa iyi yazamıyor demektir. Yazmak kurmak demektir çünkü. Karakterleri nasıl yarattığımı inanın ben de bilmiyorum. İçime bir şeyler oturuyor, acı çekiyorum. O acıdan, zehirden kurtulmak için yazıyorum. Sonra her şey kendiliğinden gelişiyor. Demem şu ki, yazarken haz alan yazarlardan değilim. Sorunuzu biraz daha açmam gerekirse: Yediğiniz bir yemekten zehirlendiğinizi düşünün. Zehirden kurtulmak için elinizi boğazınıza götürüp kusuyorsunuz. Bunun neresinde haz var? Mazoşistseniz iş değişir tabii.

Kitaptaki öykülerinizle vermek istediğiniz mesaj nedir?

Hayat bayram olsun, herkes birbirini sevsin, kurt kuzuyla barışsın vs. gibi şeyler söyleyecek değilim. Mesaj veren, öğüt veren eserleri sevmem. Bununla yazdıklarımın bir anlamı yoktur demek istemiyorum. Gücünü ikircikliğinden alan, okuyucuya açık kapılar bırakan, onu da bu güzel günaha davet eden katmanlı eserleri severim ve sanatın hiçbir ideolojinin aracı olmadığına bütün kalbimle inanırım.

‘BİR ÖLÜNÜN GÖZÜNÜ NE YAPAYIM’

Öykülerinizde anlatım biçimi olarak daha çok ben dilini kullanıyorsunuz, tanrısal dille yazılan pek bir öykü yok kitapta. Bunun özel bir nedeni var mı?

Nietzsche, yıllar önce söyledi “Tanrı öldü.” Bu cümleyi şöyle anlarım: Tanrı, iyilik, güzellik, yücelik, barış, adalet ise bunların hiçbiri yok artık. Tanrı, bir siyasal partinin ya da bir tüccarın amacına ulaşmak için kullanacağı bir enstrümandan fazlası mı? Tanrısal gözle yazan yazarın kendinden uzaklaştığını düşünürüm. Yazan nihayetinde insandır. Bedeni ve ruhuyla, kendi gözünden yazar. Ben de ne diye tanrının gözünden, dilinden yazmaya çalışayım ki? Kendi gözüm varken bir ölünün gözünü ne yapayım.

HERKES GİBİ RÜYALAR GÖREN BİRİYİM

Kaybolanın Hikayesi’ndeki hikayelerinizde zaman zaman gerçeküstücü içerikler de kullanıyorsunuz. Öyküleri daha çok kısa olay örgüleri içinde veriyorsunuz. Neler söylemek istersiniz?

Bir dönemin romancıları, öykücüleri uzun yazıyorlardı. Olayları ya da insanları uzun uzadıya betimliyorlardı. Bunun ana nedeni teknolojidir. O dönemde kamera ya yoktu ya da yaygın değildi. Yazarın, binlerce kilometre ötedeki okuyucuyu, anlattığı romanın dünyasına çekebilmesi için uzun betimlemeler yapmaya ihtiyacı vardı. Moby Dick, romanını düşünün. Yazarı Herman Melville bu romanda öylesine uzun betimlemeler yapmıştır ki kitabı dikkatle okuyan okuyucu bir balina uzmanı olabilecek kadar bilgi sahibi olur. Arık kamera var. İyi bir belgesel balinaları bize oldukça detaylı bir şekilde anlatacağı için yazarın uzatmaya hakkı yoktur artık. Benim öykülere gelirsek. Evet, gerçeküsütü içerikler kullanıyorum; çünkü herkes gibi rüyalar gören biriyim. Şöyle açıklayayım: En çok da rüyamızda gördüğümüz gerçeküstü öğeler bizi şaşırtır ve heyecan verir. Neden biliyor musunuz? Tam da o anlamlandıramadığımız imgeler yığını bizim asıl gerçeğimizdir. Rüyasında bir at tarafından yutulduğunu gören bir kadın belki de son derece baskıcı bir koca tarafından yaşamı elinden alındığı için böyle bir rüya görmüş olabilir. Ez cümle, hayatımızın önemli bir kısmı uyumak, rüya görmek ve gündüz düşleri kurmakla geçer. Bir başka söyleyişle, hayatımızın büyük kısmı gerçeküstüdür. İşte bu yüzden eserlerimde gerçeküstü öğeler kullanıyorum.

ÖNCEKİ HABER

İsrail askerleri Gazze sınırında 50 Filistinliyi yaraladı

SONRAKİ HABER

Şirin Pancaroğlu'dan Âb-ı Hayat: Suyun da müziği var

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa