19 Ağustos 2018 23:40

Alper Kaya: Polisiyede politik ve sosyolojik duruşlar da önemli

Spor yazarı kimliğiyle tanıdığımız Alper Kaya ile son romanı Fotoğraftaki Kadın ve polisiye edebiyat üzerine sohbet ettik.


Fotoğraf: Evrensel

Paylaş

Barkın Orhan KALAMIŞ

Alper Kaya’yı daha çok spor yazarı kimliğiyle tanıyoruz. Çeşitli gazetelerde spor yazıları yayınlanan Kaya, yaklaşık bir yılı aşkın süredir Evrensel gazetesinin spor sayfasında köşe yazarlığı yapıyor. Ama Alper Kaya’nın tek merakı futbola değil. Aynı zamanda korku sinemasını yakından takip ederken diğer yandan edebiyatla da ilgileniyor. 2011 yılında ilk romanı “08.00” ile yazarlık serüveni başlayan Alper Kaya son olarak yedinci romanı “Fotoğraftaki Kadın” ile karşımıza çıktı. Alper Kaya’yla “Fotoğraftaki Kadın”ı ve polisiye edebiyat üzerine söyleşi gerçekleştirdik.

Bu sizin yedinci kitabınız ve aynı zamanda kolektif çalışmalarda da adınıza sıklıkla rastlanıyor. Edebiyata girmeye nasıl karar verdiniz, bu süreç nasıl başladı?

Edebiyat, olarak nitelendirilemez muhtemelen ama yedi yaşımda ilk öykümü yazdım. Ardından ilkokul ve lise yıllarım boyunca hep bir kenarlara bir şeyler çiziktirdim. Çeşitli yerel yarışmalara katıldım, yerel gazetelerde ve dergilerde yazdım. Ardından üniversite için İstanbul’a gelince, biraz daha farklı gelişti her şey ve kendimi bitirdiğim roman taslağımla yayınevlerini aşındırırken buldum. 2011 yılında ilk romanım “08.00” basıldı ve olaylar gelişti…

Fotoğraftaki Kadın son kitabınız. Aslında bir serinin de dördüncü kitabı. Bu seri nasıl oluştu? Komiser Tahsin’in okuyucuların bilmediği ortaya çıkış sürecine değinebilir misiniz?

Bir internet portalı olan Kayıp Rıhtım’da aylık öykü seçkisine çeşitli öykülerle katılıyordum. Bir öyküm de, hem fantastik bir altyapısı olan hem de olabildiğince polisiye kurgusu içeriyordu. O öykünün başkarakteri Komiser Tahsin’di… Sonrasında aynı öyküyü genişletip, Ölüm Melodisi ismiyle bir internet tefrikası şeklinde paylaştım, roman formatına getirip e-kitap olarak da yayınladım… Sonrasında, aklıma gelen bir kurguda polis figürü gerekiyordu. Haliyle benim aklıma da ilk olarak Komiser Tahsin geldi; zira ilk roman Kaçak’a dek hepsi internette yayınlanan pek çok öyküde kendisine yer vermiştim.

Yeni kitabınızda Tahsin karakteri bu kez kendi şehrinde ve ofisinde değil. Bu maceranın böyle gelişmesine nasıl karar verdiniz?

Ben karar vermedim, hikâye beni buraya taşıdı. İlk kitap Kaçak, ikinci kitap Yüzüncü Haber ve üçüncü kitap Tanrı Misafiri sonrasında hikâyenin gidişatına göre Tahsin’in İstanbul’dan kısa bir süre de olsa uzaklaşması gerekiyordu. Benim aklıma gelen ilk yer, çok da sevdiğim Kuşadası oldu kaçınılmaz olarak… Tabii, bu kararımın altında nüfusu belli ölçekte olan şehirlerde yer alan “kentlilik kültürü”, yerel kurumların hep belli çevreler etrafında el değiştirmesi gibi ezelden beri ilgimi çeken unsurlara yer vermek istemem de yatıyor.

Bu adı taşıyan farklı türde yazılmış bir kitap daha bulunuyor sanırım. Serinin bu dördüncü kitabının adının Fotoğraftaki Kadın olmasına nasıl karar verdiniz?

Bu tarz piştiler genelde olur maalesef. Üçüncü romanım Tanrı Misafiri de Reşat Nuri Güntekin’in romanıyla adaştı. Genelde romanlarımın isimlerini doğrudan hikâyeyi yansıtacak şekilde belirliyorum. Okuyuculardan da şimdiye dek isim konusunda olumsuz dönüş almadım.

Her türde olduğu gibi polisiyenin de belli dinamikleri bulunuyor. Bunlara sadık kalırken nelere dikkat ediyorsunuz?

Okuyucu, aldatılmayı sevmez. Bunu aklımdan hiç çıkarmıyorum. Pek çok çoksatar polisiye veya gerilim / korku yazarının en büyük yanılgısı bunu ihmal etmelerinde yatıyor benim gözümde. Okur, katili veya suçluyu doğru tahmin edebilmek istiyor. Ben de bu minvalde ipuçlarını hem baş karakterlerin hem de okuyucunun gözünün önünde tutmaya gayret ediyorum. Polisiyenin dinamikleri kadar, arka planda akıp giden hikâyelere de özen gösteriyorum. Belli bir tavır gösterebilmek, tatlı su hikâyecisi olmaktan yeğdir. Bu yüzden, cinayetler kadar politik, sosyolojik duruşlar da romanlarda önemli kabul ettiğim detaylardan.

Genç ve sıkı çalışan bir yazar olduğunuzu görüyoruz. Sonraki projeleriniz hakkında bilgi verebilir misiniz?

Ben hep, kendi sistemimin gerisinde olduğuma inanıyorum nedense… Sırada Komiser Tahsin Serisi’nin beşinci kitabı var ki o da kapağı dâhil baskıya hazır. Onun ardından iki projeme yoğunlaşacağım bir süreliğine. İlki, distopik türde ve odaklandığı alan geniş olan bir İstanbul romanı var kafamda… Bir de aklımdaki öykülerin yarısının bittiği, korku türünde bir öykü kitabı projem var.

‘BELLİ BİR NİZAM İÇİNDE İLERLİYOR’

Son dönemde sıklıkla 221B Dergi’de de öyküleriniz bulunuyor. Bu kadar farklı öyküyü yaratma süreçleriniz nasıl işliyor?

Türkiye’nin tek basılı polisiye dergisine geç de olsa dâhil oldum. İlk olarak bir Komiser Tahsin hikâyem çıktı, Temmuz-Ağustos sayısında ise dikkatli okurların Tanrı Misafiri kitabından tanıyabilecekleri Çanakkale Cinayet Büro Başkomiseri Taner Tanal’ın baş karakteri olduğu öyküler serisinin ilkiyle yer aldım. Bu kadar farklı öykü, aslında belli bir nizam içinde ilerlediği için ilerleyebiliyor. Farklı yerlere dağılmış gibi görünseler de, kendi içlerinde bir bütünlük teşkil ediyorlar. Bu da benim işimi kolaylaştırıyor doğrusu…

‘KOMPLEKSİMİZDEN KAYNAKLI’

Ülkemizde polisiye diğer türlere göre biraz daha az tercih ediliyor. Bunun nedenini neye bağlıyorsunuz?

Aslında daha az tercih edilmiyor. Sadece kemik bir kitlesi var ve o kitle diğer türlerin içine de yayılmış durumda. Yabancı polisiye veya tıbbî gerilim yazan Michael Palmer gibi yazarları daha çok tercih ediyorlar. Bu da, genelde ülkenin tamamına sirayet etmiş olan millî kompleksimizden kaynaklı: Bizden polisiye yazarı çıkmaz. Yahut, insanlar üçüncü sayfa haberleriyle gündelik yaşamlarında o denli içli dışlı ki; bir de romana ayıracak moralleri ve motivasyonları kalmıyor.

‘POLİTİK POLİSİYELERDEN KEYİF ALIYORUM’

Türk polisiye romanlarından ve yabancı polisiyelerden ilk aklınıza gelen, sizi en çok etkileyen örnekleri öğrenebilir miyiz?

Perihan Mağden’in, “Keşke sadece polisiye yazsaymış” dedirten “Haberci Çocuk Cinayetleri” ve pek tabi ki benim polisiyeye bu denli merak salmama vesile olan Daniel Pennac’ın “Küçük Yazı Satıcısı” ilk aklıma gelenler arasında. Aynı zamanda, benim okumaktan ağırlıklı olarak keyif aldığım politik polisiyelerde Suat Duman’ın “Müruruzaman Cinayetleri” ve Ümit Kıvanç’ın “Bekle Dedim Gölgeye” apayrı yere sahiptir gönül rafımda.

ÖNCEKİ HABER

İngiltere 2008 krizi örneği: Sakın o gemiye binmeyin, batarsınız!

SONRAKİ HABER

İhbar üzerine kapatılan Avrasya Tüneli yeniden trafiğe açıldı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...