04 Nisan 2018 14:45

Sınırların savaşla çizilmesini engellemeliyiz

Afrin operasyonu üzerine en çok tartışılan konulardan 'antiemperyalizm' ve 'millilik' konularını EMEP MYK Üyesi İskender Bayhan ile konuştuk.

Paylaş

Olgun DURSUN
İSTANBUL

Afrin operasyonu başladığından beri en çok antiemperyalizm ve millilik mevzuları tartışıldı. Sınır güvenliğinden milli bağımsızlığa kadar uzanan tartışmalarda belli başlı sorular öne çıktı. Kime emperyalist denir? Emperyalistler hep işgalci midir? Bugünün emperyalizmi yüz sene öncekiyle aynı mı? Türkiye’nin emperyalist sistem içerisinde konumu ne?

Soruları, Emek Partisi Merkez Yürütme Kurulu Üyesi İskender Bayhan yanıtladı. 

EMPERYALİST ÜLKELER ARASINDAKİ REKABET GÜN GEÇTİKÇE ARTACAK

Bugün genel olarak dünyadaki egemenlik mücadeleleri açısından temel emperyalist güç merkezleri neler? Aralarındaki ilişiklerde neler öne çıkıyor?

Dünyanın temel emperyalist güç merkezlerini, doğuda Çin, Rusya ve Japonya ile batıda Avrupa Birliği ve özel olarak da onun içerisinde Fransa ve Almanya ile ABD ve İngiltere oluşturuyor. Burada doğu ve batı ayrışmasının tamamen coğrafi bir adlandırma olduğunun altını özellikle çizmekte yarar var. Bu emperyalist güç merkezleri arasında çok genel bir bloklaşmadan söz edebiliriz. ABD hala en güçlü emperyalist devlet durumunda. Bu emperyalist devletler arasındaki bloklaşma eğilimleri, çeşitli girişimler olsa da henüz açık bir askeri kamplaşma haline gelmiş değil. 

Emperyalist devletler arasında başta ekonomik ve ticari alanda olmak üzere hemen her alandaki ilişkilerde belirleyici olan başat unsur, uluslararası tekelci sermayenin aşırı derecede iç içe geçmiş olmasıdır. Bu durum dünya kapitalist pazarı içerisindeki egemenlik ve nüfus alanları mücadelesini; daha karmaşık, çok yönlü ve birbirini tetikleyen duruma getiriyor.

Bu iç içe geçmişlik dar veya geniş coğrafi bölgelerde sürekli yeni çelişkiler, çatışmalar yaratıyor. Önümüzdeki dönemde bu nesnel zeminde emperyalist ülkeler arasındaki rekabet ve çatışmalar daha da sert biçimler alacak. 

KALICI BİR BARIŞ, EMPERYALİZMLE KURULAMAZ

Bir ülkeyi, örneğin bahsettiğiniz devletleri emperyalist kılan ana unsurlar, ana dinamikler nelerdir? Neden çatışmak durumundalar?

Kapitalizm ve burjuvazinin varlığını sürdürmesinin koşulu, dünyanın bütün pazarlarını fethetmek, başta sanayi ve tarım olmak üzere ham maddelere, üretime ve sermayeye olan hakimiyetini sağlamlaştırmak ve kârlarını, olabilecek en aşırı düzeyde artırmaktır. Bu aynı zamanda tekelci kapitalizmin, yani emperyalizmin ortaya çıkış zeminidir. 

Emperyalizmin temel özelliği de üretimin ve sermayenin yoğunlaşarak merkezileşmesine bağlı olarak sanayi sermayesi ile banka sermayesinin iç içe geçmesi ve bunun da mali sermayeyi oluşturarak tekellerin egemenliği sürecini başlatmasıdır. Yaklaşık yüz elli yıl önce ortaya çıkışlarından bu yana bütün emperyalist devletlerin esas olarak politikalarında ana rotayı kendi nüfuz alanlarını korumak ve genişletmek gibi bir ihtiyaç tayin eder. Dolayısıyla hem varoluşlarına hem aralarındaki ilişkiye kimin ne kadar güçlü ve söz sahibi olacağı kavgası yön verir. Bu nedenle, kalıcı bir barış dünyası kurmaları söz konusu olamaz. Sadece çelişkilerin, çatışmaların boyutlarının dönemsel olarak farklılaşmasından söz edebiliriz. Bu farklılaşmalar da ekonomik ve ticari çatışmalardan, askeri ve silahlı bölgesel veya dünya pazarının savaşla paylaşımına kadar ilerleyen bir hatta yaşanır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nın ortaya çıkmasının nedeni de buradadır. Yoksa gençlerin resmi tarih kitaplarında okudukları “hikayelerde” değil!

Böyle bir güç dağılımının, çatışma açısından artık Ortadoğu’nun ABD için o kadar önemli olmadığı, esas olarak Asya-Pasifik bölgesine stratejisini yönlendirdiği gibi bir değerlendirme yapılıyor mesela. Bu ne kadar isabetli? 

Obama döneminden bu yana Ortadoğu’nun ABD açısından eskisi gibi bir öneminin kalmadığını söyleyen değerlendirmeler var. Yine ABD’nin özellikle kaya gazıyla elde etmiş olduğu enerji kaynağının onun Ortadoğu’ya olan ihtiyacını azalttığını söyleyenler de var. Onun için de bu türden değerlendirmeler yapılıyor. Daha çok da ABD yönetimlerinin resmi güvenlik veya bölge politikaları açısından yaptığı açıklamalardan hareketle söyleniyor. Pratikte bunun karşılığını göremiyoruz. Örneğin Ortadoğu’daki ekonomik ve ticari varlığında bir gerilemeden söz edemiyoruz. ABD’li petrol tekellerinin kuyuları bırakıp gittiğini görmedik daha! Yine örneğin askeri üslerinde bir azalma yok, aksine yeni üsler kuruyorlar. Aslında bu açıklamalar, ABD’nin, Çin ve Rusya’yla bu bölgelerde daha ileri düzeyde bir hegemonya savaşının içine gireceğini söylüyor. Benim için artık öncelik Asya-Pasifik diyor, yoksa ben Ortadoğu’dan vazgeçiyorum demiyor. 

EMPERYALİZM, SAVAŞ ÜRETEN BİR SİSTEMDİR

Savaş ya da savaşlar her zaman kaçınılmaz mıdır o zaman?

Evet, kaçınılmazdır. Bunlar çoğunlukla tek tek ülkeler arasında, kimi zaman bölgesel düzeyde yaşanırlar. Bunların bir dünya savaşına evrilipevrilmeyeceği ise çelişki ve çatışmaların kapsamının ne kadar genişleyeceği ve derinleşeceğiyle alakalıdır. Mesela dünyanın şöyle son 25 yılına baksak daha çok belli ülkelerde adına “vesayet savaşları” da denen iç çatışmaları, kimi ülkeler ve bölgeler düzeyindeki paylaşım savaşlarına tanık olduğumuzu görürüz. Bu yönüyle de emperyalist sistem sürekli ulusal, bölgesel ve giderek de dünya çapında savaş üreten bir sistemdir. Başka türlü varolamaz. 

EMEKÇİLER SADECE BURJUVAZİYLE SAVAŞTIKLARINDA KAZANIRLAR

Bir ülkenin savaş içerisinde olması o ülkenin burjuvazisine avantaj getirir mi? “Savaşın faturası her zaman emekçi halka çıkarılıyor” diyoruz. Gerçekten öyle midir? Burjuvazi de zarar görmez mi?

Bu soruya ancak “toplumlar tarihi aynı zamanda sınıflar mücadelesi tarihidir” gerçeğini unutmadan doğru bir yanıt verebiliriz. Uluslararası tekelci sistem savaşları üretir, onlardan beslenir ama aynı zamanda onun içerisinde güç ve güçsüzlük düzeyine göre tek tek kapitalistler veya bazı uluslararası tekeller yahut tek tek kapitalist devletler de kaybedebilir. Yine de bu, bütün bir sınıf olarak burjuvazinin kaybettiği anlamına gelmez. Dahası dünya kapitalizminin ve dünya burjuvazisinin kaybettiği anlamına hiç gelmez. 

Savaş sonrası oluşan dengelerde, kaybeden burjuvazi dönüp dünya kapitalist sistemi içinde kendini yeniden var edebilir. Mutlaka savaştan kârlı çıkan ve hatta savaş üreticisi olan kapitalistler vardır ve egemenliklerini sürdürme peşindedirler. Irak, Afganistan ve Suriye’yi yakından incelersek bunu somut olarak görebiliriz. 

Ama işçi sınıfı ve emekçiler açısından, onların genç kuşakları açısından bakarsak onlar hep kaybederler. Eğer bir sınıf bilinci taşımıyorlarsa, hemen her ulusun işçi ve emekçileri, ülkelerindeki kapitalist devletlerin kazanmasının kendilerine de bir faydası olacağını düşünürler. Büyüyecek egemenlik alanlarının rantından pay alacaklarını sanırlar. Hatta bazen savaşı desteklemeleri ve burjuvazinin askerleri olmaları için ağızlarına bir parmak bal çalındığı da olur. Ama bunlar işçi ve emekçilerin kazandığı anlamına gelmez. Eğer dünyanın bir yerinde işçi sınıfı başta olmak üzere sömürülen ve ezilen halk kitleleri kaybediyorsa o, dünyanın diğer ucundaki işçi ve emekçiler açısından da bir kayıptır. 

Onların gerçek anlamda kazançlı çıkacağı tek savaş, kendi ülkelerinin, uluslarının egemen kapitalistlerini, burjuvalarını yendikleri savaştır. Tıpkı 1917 Ekim Devrimi gibi.

RUSYA, ABD’DEN DAHA AZ EMPERYALİST DEĞİL

Türkiye emperyalist güçlerle ilişkiler açısından bir eksen değişimine mi gidiyor? ABD’den ve batıdan kopup Rusya’ya mı yakınlaşıyor?

Türkiye, üretim ve sermaye birikimi açısından, hatta askerî ilişkilerinin temeli açısından batı kapitalizmine bağımlı bir ülkedir. Bugün, Erdoğan ve hükümeti başta olmak üzere egemen tekelci burjuvazinin, bölgenin yeniden paylaşımına katılma ve buradan kârlı çıkma hesapları var. Beklerse ya da paylaşımın dışında kalırsa kaybedeceğini, en azından kendi payını alamayacağını düşünüyor. Aktif dış politika, Yeni Osmanlıcılık vb. isimlerle üstüne her durumda “milli ve yerli” etiketi vurularak bizlere pazarlanan politikanın üzerinde yükseldiği temel bu. Bu noktada, Kürt sorunundan dolayı, Misak-ı Milli’nin doğusunda istikrarsızlığın büyümesi ve egemen olduğu pazarın küçülmesi korkusunu özellikle vurgulamak gerekir. 

Bölgenin yeniden paylaşımı açısından başta ABD olmak üzere emperyalistlerin savaş kışkırtıcısı politikalarıyla birleşen politikalar izliyor. Özellikle ABD ile Rusya arasındaki çelişki ve çatışmalardan yararlanıp kendisini daha ileriden pazara sürüyor. Bağımsız, anti emperyalist gibi sunulan bu politika aslında bu iki gücün tayin edici olduğu emperyalistler arası bir paylaşım çatışmasının parçası olmaktan öteye gitmiyor, gidemiyor.

Mevcut koşullarda Erdoğan ve hükümetinin ABD’den uzaklaşıp Rusya’ya yaklaştığını söylemek, hem Türkiye ile Batı emperyalizminin ilişkilerine gözlerini kapamak hem Türkiye-Rusya ilişkilerini çok “iyi niyetli” okumak olur. Kimi taktik anlaşmazlıklar ve günlük hamlelerden kalkarak kolaylıkla bu sonuca varılamaz. Erdoğan ve hükümeti, Rusya ile ilişkilerini güçlendirmeye çabalarken ABD’den uzaklaşmıyor, aksine ona ve NATO’ya daha fazla muhtaç hale geliyor. Bunun içinde her fırsatta stratejik ortaklığını, günlük-uyumlu bir ittifaka taşımak için didinip duruyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan “Ey Amerika!” diye başladığı cümleleri bile “Niye benim arkamda durmuyorsun?​” diye bitiriyor.

Bir de Rusya’ya yakınlaşmak emperyalizmden uzaklaşmak anlamına gelmez. Rusya, Suriye’deki üslerini kapatacağını, ilişkilerini eşitlik ve bağımsızlık temelinde yenileyeceğini mi söylüyor? Hayır. Rusya da bölgede ABD’nin önünü ne kadar keserse o kadar güçlü olacağını düşünüyor. Kendi egemenlik alanları açısından Ukrayna’dan Suriye’ye o kadar çok istikrarsızlık oluştu ki, Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinin istikrarsızlaşmasından yararlanmak istiyor. Dolayısıyla “Rusya ile yakınlaşmamız lazım, Rusya emperyalist değil.” gibi laflar, boş laflardır.

Bugüne kadar hiçbir emperyalist güç, halkların çıkarı için bir taşı kaldırıp öbür yere koymamıştır. Rusya’ya yaklaşmanın iyi olacağını savunanlar da buna tek bir örnek veremezler, ABD ve Batı’nın yanında duralım diyenler de.

Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı ve demokratik hakları karşısındaki tutumlarına bakalım, bunu bir kez daha çok açık bir şekilde görürüz. Ne ABD ne de Rusya burjuvazisi bir tek askerini bile feda etmezler mazlum halklar için. Türk-Kürt savaşını kışkırtırlar, kim sağ kalmışsa onunla yollarına devam etmeyi hesap ederler ama bunu yapmazlar. 

Bütün bu paylaşım mücadeleleri içerisinde, emperyalizme karşı, işçilere, emekçilere, gençlere ne yapmak düşer?

Türkiye’de yaşayan işçiler, emekçiler ve gençler hangi etnik kökenden olurlarsa olsunlar, gerçekten büyük ve güçlü Türkiye istiyorlarsa Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümetinin Kürt sorunu, Suriye ve Ortadoğu konusundaki politikasına karşı çıkmak durumundalar. 

Ne Suriye halkı; Türkiye işçileri, emekçileri ve gençleri açısından bir tehdittir ne Suriye’de Irak’ta, İran’da ve Türkiye’de yaşayan Kürtler bir tehdittir ne de göç etmek zorunda kalan ve Türkiye’ye gelen milyonlarca Suriyeli mülteci; Türk işçileri, emekçileri ve gençleri açısından bir tehdittir. Aksine onların bugünkü durumlarını belirleyen politikaları üretenler ve uygulayanlar gerçek tehdidi oluşturuyorlar. Çünkü bu politikaların hiçbirisi “Bu halklar nasıl bir arada daha iyi yaşar?​” diye sorulan ve buna yanıt arayan politikalar değil. 

Türkiye, Suriye, İran, Rusya veya ABD, hangisinin devlet başkanı olursa olsun hepsi yönettikleri ülkelerin halklarına bir anlamda aynı şeyi söylüyorlar. “Güçlü ülke için”, “ülkemizin geleceği için”, “ülkemizin güvenliği için” diye başlıyorlar cümlelere ve silahla, operasyonla, savaşla bitiriyorlar. Yani eğer inanırsanız “herkes kendi halkı ve kendi ülkesinin çıkarları için savaşıyor”. Bunu doğru kabul edersek, normal bir şey olarak görürsek sonuçta halklar hep düşman olurlar ve bu zincirden kurtulamazlar. 

Oysa soruyu “Biz niye birbirimizle savaşıyoruz, niye çıkarlarımız birbirimize karşı kurulmak zorunda?​” diye sormalıyız ve ülkeyi yönetenlerin politikalarındaki halklara söylenmeyen kısmı, yani asıl gerçek olanı görmeliyiz. Bu coğrafyanın sınırlarının savaşla, çatışmayla çizilmesini engelleyecek politikaları savunmalı ve mücadele etmeliyiz.

Afrin operasyonu Türkiye’yi nasıl bir konuma getirdi?

Kısa vadede bir başarı elde edilmiş görünüyor. Ancak Türkiye askerî açıdan hem Suriye rejim güçleriyle hem de PYD-YPG ile daha fazla sıcak temas, çatışma vb. yaşayabilecek duruma geldi. Türkiye, Menbiç’e doğru ilerlerse bu durum daha da derinleşecek. Çünkü orda yaşayan halklara sunduğu tek seçenek var, “Sizin için iyi bir düzen kuracağım, siz de buna itaat edin. Ancak öyle huzurlu olursunuz.” Bunu emperyalistler de böyle söylüyor. ABD nereye gittiyse “Size özgürlük getirmeye geldim, size huzur getirmeye geldim.” dedi. Nerede, hangi birinde huzur var?

Şimdi Suriye Halkı, TSK ve ÖSO oraya girdi diye daha mı çok seviyor Türkiye’yi yoksa daha mı çok tepki duyuyor? Mesela Türkiye açısından böyle bir şey yapan bir başka devlet olsa ne hissederiz? Türkiye’de yaşayan işçiler, emekçiler, gençler “Ne güzel bize huzur getiriyorlar, iyi oldu.” mu diyecekler? 

Başkasının bahçesinde, toprağında huzur, güvenlik arayanlar şunu bilsinler ki bir gün birileri de sizin bahçenizde, toprağınızda huzur ve güvenlik arar. Bu da sürekli düşmanlık üretir. Varsa eğer bir avuç huzur ve güvenlik o da kalmaz. 

ÖNCEKİ HABER

Yılmaz Güney’in şapkasının asılmasına AKP'li vekil 'huzur bozucu' dedi

SONRAKİ HABER

Sınıra giden ünlüler Kılıçdaroğlu hakkında suç duyurusunda bulunacak

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...