11 Ağustos 2012 11:22

Toprağa gömülen hayatlar geride kalan anneler

Bir cuma günü Cebeci/Ankara Şehitlik’ine gidenler şu manzara ile karşılaşırlar; gözü yaşlı kadınlar, anneler, mezar taşlarını öpüyor ve konuşuyorlardır. Bu manzarayı görenler bir yakınını kaybetmiş olarak düşündükleri bu kadınlar için üzülür, onların yerinde olmamayı dilerler. Ancak ne zaman ki

Toprağa gömülen hayatlar geride kalan anneler
Paylaş
Esra Gedik/ODTÜ Sosyoloji Bölümü

Peki, bu annelerin oğlunu trafik kazasında ya da bir hastalık sonucunda kaybetmiş annelerden farkı nedir ki son 30 yıldır devam eden silahlı çatışmada politik söylemin merkezine alınırlar? Yanıt aramak için 2007-2008 yılları arasında yüksek lisans tez çalışmam için görüşme yaptığım 14 asker annesinin anlatılarından önemli bulduğum noktaları sizinle paylaşmak istiyorum.

ÖLÜMÜ DÜĞÜNE ÇEVİREN ‘ŞEHİTLİK’

Şemdinli’de hayatını kaybeden Asker Ahmet Ozan Şarlak’ın annesi Gülderen, aldığı haberi telefonla başka bir akrabasına anlatırken “ölüm”den bahsetmiyor ve “Muzaffer çabuk gel. Ozan şehit oldu. Düğünümüz var” diyor. Gülderen ve onun gibi pek çok kadın, genç yaştaki oğullarını askerlik hizmetlerini yapmaları için devlete gönderip, oğullarının birer “erkek” olarak toplumsal statü kazanarak eve dönmelerini beklerler. Ancak karşılaştıkları evlat acısı olur. Onlara  “oğlunuz şehit oldu, onlar sayesinde yüzyıllardır Türk vatanı ayakta duruyor. Üzülmeyin onlar ölü değil, kutsanmış bir mertebeye eriştiler, şehit oldular” denir. Ve annelerden dinen ve sosyal olarak kutsanmış “şehitlik” kavramı ile bu ölümü kabul etmeleri beklenir.
Özellikle 1990’lardan bu yana televizyon haberlerinde sıkça şehit cenazeleri ve gözü yaşlı annelerin feryatlarına yer veriliyor. Oğullarının vatan için “şehit düşmüş” olması, oğullarının kaybının bu şekilde yüceltilmesi bu anneleri “sıradan” annelerden “şehit” annelerine çeviriyor ve oğullarının edindiği bu kutsallık hem Tanrı önünde hem de toplum nezdinde onları da önemli bir konuma getiriyor. Acı çeken, kahrolan anne, oğlunun tabutu üzerinde ağlar ve savaşların zarar verdiği toplumsal bağları yeniden örmek için ayakta kalır ve “vatan sağ olsun!” der. Bu sahnede ölenlerin anneleri savaş fikrinin canlı tutulmasında yardımcı olur. Örneğin Türkiye’de devam eden silahlı çatışmaların meşruluğu “gözü yaşlı şehit annelerin öcünün alınması” gibi bir nedene bağlanır çoğu zaman. Türkiye’de milliyetçilik “şehit anneliğinin kutsallığına” vurgu yapılarak yeniden üretilir. Bu da çoğu kez şu cümlede             vücut bulur: “Bir oğlum olsa onu da veririm”. Bu inancın en büyük göstergesi bu kadınların oğulları ile ilgili gördükleri rüyalardır. “Şehitler ölmez diyorlar ya doğru. Rüyalarımda hep. Hep bunlara yardım ediyor. Bak bu astsubay olan çocuk spor sınavına girecekti hiç koşamazdı. Evvelki gece rüyamda gördüm şehit olan oğlanı, parkta bizim çocukları arıyordu, yardım edicem anacım dedi. İşte spor sınavında bu oğlan bir koştu tazı gibi. Yardım etti şehidim, yavrum işte.”
Bu anneler oğullarını “kayıp” olarak görmüyorlar. “Neden?​” sorusunu üç unsura bağlayabiliriz: Birincisi İslam dini açısından bakıldığında Tanrı katında en büyük mertebeye ulaşıyorlar. İkincisi, milliyetçi söylemlerin kahraman vurgusu. Üçüncüsü, ataerkil bağların kadınlar üzerindeki etkisi. Başka bir deyişle, kocalar, erkek akrabalar, “bilgilendiren ve sahip çıkan” kurumlar, imamlar, ziyarete gelen devlet adamları… hepsi ama hepsi kadınların “ne demesi gerektiğini” onlara bir şekilde söyler. “Dik durması” ve “düşmanı güldürmemesi” gereken asker anneleri oğullarının tabutlarının başında “gururla” “bir oğlum daha olsaydı onu da gönderirdim” derler. Örneğin, bir asker annesi bu durumu şöyle ifade ediyor: “Çünkü bu vatan hepimizin. Eğer bugün biz varsak burada, eğer bugün şu ezan sesini dinliyorsak ve bayrağımız dalgalanıyorsa, bu şehitlerimizin eseridir bunlar, başka hiçbir şey değildir.”

BU YAŞANAN SAVAŞ DEĞİL Mİ?

Kadınlar oğullarının nasıl öldüğünü anlatırken çoğu zaman oğullarının kaç tane “terörist” öldürdüğünden ya da diğer arkadaşlarını teröristlerin “hain” saldırısından nasıl “kahramanca” koruduklarından bahsettiler. Kadınlar oğullarının ölürken başka birinin de ölümüne yol açtığını düşünmüyorlar. Bu nedenle savaş kavramı onlara tanıdık gelmiyor, oğullarının bir savaş içinde öldüğünü düşünmüyorlar. Savaş yabancı bir ülke ile yapılırsa savaştır onlar için, tüm bu yaşananlar ise “terör” olayı. Ancak burada annelerin dilinde bir çelişki söz konusu. Bir yandan daha fazla genç ölmesin derken; öte yandan oğullarının öcünün alınması için gerekirse kendilerinin bile ölebileceklerini, öldürebileceklerini dile getiriyorlar. Bu da bu annelerin siyasi partiler tarafından söylemlerini desteklemek için kullanılmasına ama bu konuda onlara ne düşünüyorsunuz diye sorulmamasına neden oluyor.

NİYE HİÇ ZENGİNLERİN OĞLU ÖLMÜYOR?

Pek çok anne sınıfsal açıdan (Fakirlerin oğlu-zenginlerin oğlu ayrımını kast ediyorum) tartışıldığında bu ölümlerin adil olmadığını vurguluyor. Örneğin, “Niye hiç zenginlerinki ölmüyor. Ordan biri dedi ki ah teyzem dedi zenginlerin çocuğu ölür mü dedi. Köylülerin, garibanları öne sürüyorlar hep onlara oluyor dedi. Baştakilerin de biraz yansa canı belki çaresine bakarlar.” Bir başka asker annesi de “Niye benim, fakir fukaranın nelerinle büyüten çocukları, yavruları boynu eğik kalıyor. (…)kendilerinin niye yok, niye bitirmiyorlar? Ben ağladım benim çocuğum geri gelmeyecek, senin ağlamanı ister miyim ben?​”.  Kadınlar her ne kadar şehitlikle kutsanmış ölüme isyan etmeseler de hep kendileri gibi olan ailelerin çocuklarının ölmesinden dolayı tepkililer. Bu durum bu ailelere (TSK’yı dışarıda bırakarak) politikacıların “beceriksizliği” ve oy için, kendi çıkarları için bu olaylarda etkili şekilde çalışmadıklarını düşündürtüyor. Dahası bu durumun TSK’nın elini de bağladığına inanıyorlar.

SUÇLU BULUNDU: KÜRT ANNELER!

Pek çok anne için Doğu’da yaşananlar “dış mihraklar”ın Türkiye üzerinde oynadığı oyunlar. Şemdinli’deki çatışmalarda oğlunu kaybeden bir babanın yorumunda olduğu gibi; “Yabancı devletlerin yazdığı senaryolar ile bizim çocuklarımız şehit oluyor. Ülkenin bu durumu bizleri korkutuyor. Bölünmenin eşiğine geldik”.
“Şehit anneleri” için Kürt sorunu üç şeyi ifade ediyor: 1. Kürt sorunu otomatikman PKK sorunu ile bağdaştırılıyor. 2. Kürt sorunu Kürt annelerinin “kötü” anne olması ile açıklanıyor ve 3. Kürt algısı “cahil Doğulu” algısı ile sınırlı. Örneğin, bir asker annesi “Kürt sorunu dediğiniz zaman şimdi Kürt sorunu ne? Onu düşünüyom ben mesela Kürtlerden okuyup giden memlekete subay mı olamıyor? Cumhurbaşkanına kadar var. Kimsenin önünde bir engel mi var?... Okuyup giden herkesin yolu açık. Paşası da var, cumhurbaşkanı da var, başbakanı da var. Bakanlar da Kürtlerden var. Hangisine engel olduk. Yani Kürt sorunu diye bir sorun kabul etmiyorum… ne bileyim yani git biz burada elektrik parası veriyok, su parası veriyok. Belki onların hiç birisi elektrik su parası vermiyor.”
Kadınlara göre Doğu’da yaşananlar, Kürt annelerinin çocuklarına “iyi” eğitim verememesinden kaynaklanıyor.  Çocukların PKK’ya katılma nedenlerini de Kürt annelerinin tutumlarına bağlıyorlar. Dahası kadınlar Kürt kadınlarını “fakir olmalarına rağmen çok çocuk doğuran kadınlar” olarak görüyorlar ve neden bu kadar çok çocuk yaptıklarını da anlamadıklarını dile getiriyorlar. Kendi oğulları “haklı” bir dava uğruna “vatan için” onların oğulları tarafından öldürülüyor. “Doğulu” tanımı da eğitimsiz ya da cahil ile eş değer. Sıdıka Kürtleri şöyle tanımlıyor: “Omuz omuza düşmanı birlikte çıkarttık, beraber çatışmışız. Onlar farklı değil ama cahiller işte Amerika, AB diyor onlar yapıyor.” Meryem de benzer düşüncelerini şu şekilde anlatıyor: “Valla onu bilmem benim için doğulusu batılısı bir. Yeter ki insan olsun ama ben ordaki insanların bunu cahilliğinden yaptığını düşünüyorum. Geri kalmışlığından. Yani gerçekte cahillik var.”

Tüm bu yüceltilmişliğin ortasında barışı nereye koymamız gerekir? Asker anneleri kendi oğullarının ölümünü bir kayıp olarak görmezken ve başka oğullarını bu yolda feda etmeye hazırken 30 yıldır devam eden bu silahlı çatışma için şehit annelerinin çözümü ne olur?
Anneler için oğullarının silahlı çatışma alanlarında askerlik yapacaklarını öğrenmeleri ile “Doğu’da yaşananlar” televizyondaki şehit sayıları olmaktan çıkıyor, oğulları çerçevesinde bir anlam kazanıyor ve oğullarını kaybettiklerinde barışın anlamı da değişiyor. Bu nedenle PKK’nın ortadan kaldırılmasını ve daha etkili operasyonlar yapılmasını bekliyorlar. Dökülen kanların öcünün alınmasını bekliyorlar ki bu da politikacıların söylemini meşrulaştırıyor. Oğulları, bu kadınlar için “kahraman”laşıyor. Öte yandan Kürtlere karşı belirgin bir husumetleri olmasa da Kürtler ve Kürt sorunu hakkındaki düşüncelerini oğullarının ölümü ve şehitliklerinin etkisi ile yorumluyorlar. Bu nedenle savaş gibi barış da şehitlik ile sınırlı kalıyor.
Bütün bu yaratılan algılara rağmen, Türkiye’de son otuz yıldır yaşanan çatışmanın sonlandırılmasında atılacak önemli bir adım var: Dini ve milliyetçi söylemlerin dışında bir şey sunanların asker ailesi kadınlarla iletişimde olması gerekiyor. Anneliğin milliyetçiliğe ve militarizme eklemlenmiş yapısını sorunlaştıracak ve kadınlara, kendilerini kuşatan ataerkil ağları görebilmeye olanak sağlayacak kanallar açacak bir kadın hareketi gerekiyor. Buradan güçlü bir tepkinin yükselmesi, anneliği kuran resmi söylemlerin ve anneleri kuşatan ataerkil ağların etkisini zayıflatabilir. Ancak o koşullarda çocuklarını kaybeden kadınların ortak çalışmaları mümkün olabilir.


‘VATAN SAĞ OLSUN’ DEMEMEK...

Onlardan beklenen “vatan sağ olsun” deyip yaşananları sorgulamamak. Ancak son dönemde barış isteğini ortaya koyan cümleler asker ailelerinden daha sık gelmeye başladı:
 
-8 Eylül 2011 tarihinde Kahramanmaraş 5. Zırhlı Tugay 1.Mekanize Taburunda nöbette intihar ettiği söylenen Eren Özel’in annesi  : “Vatan sağ olsun, demiyorum. Benim vatanım oğlumdu. Vatanımı öldürdünüz işte. Ölüler sağ olur mu?​’’

- Bingöl’de 24 Nisan 2012’da çatışmada hayatını kaybeden Sinan Şen’in annesi Maviş Şen: “Vatan sağ olsun diyorlar. Bitmiyor o yüzden. Niye bizim çocuklarımız gidince vatan sağ oluyor?​”

- Çukurca’da 17 Ağustos 2011’ de çatışmada hayatını kaybeden ancak cenazesi bulunamayan Uzman Çavuş Erhan  Ar’ın eşi Ayşegül Ar: “Saçının bir teli de olsa bulunsun. Eşimin bir mezarı olsun. Vatan sağ olsun demeyeceğim..”

- 24 Eylül 2006’da Mardin’de yaşamını yitiren Teğmen Cengiz Evranos’un babası Nuri Evranos: “Oğlumu Mardin’e gönderirken şehit olacağını hiç düşünmemiştim. Bu yüzden ‘Vatan sağ olsun’ diyemiyorum. Milletvekilleri ve siyasetçiler de çocuklarını askere ve Dargeçit’e göndersin.”

- Hakkari’nin Yüksekova İlçesi Uzunsırt köyü kırsalında 26 Haziran 2012’de hayatını haybeden Jandarma Er Hakan Köçer’in amcası: “Yaklaşık 30 yıldır bir çatışma süreci var. Bu çatışmalarda ya gerillalar veya askerler öldürülüyor. 30 yıldır Tayyip Erdoğan’ın oğlu mu öldü? Genelkurmay Başkanının oğlu mu öldü? Milletvekilleri, bakanların oğlu mu öldü? Ben burada Kürt ve Türk halkına sesleniyorum: Herkes bu savaşı iyi anlasın, biz ne kadar barış, barış diyorsak bile Tayyip Erdoğan ve kurmayları tabutları omuzlarımıza veriyorlar. Tayyip Erdoğan, Tansu Çiller gibi yapıyor. Çillerin oğlu evinde askerlik yaptı. Erdoğan’ın oğlu ise Amerika’da askerlik yapıyor. Olan fakir ve fukaralara oluyor. Her gün bu halkın omuzlarına tabutları veriyorlar. Ya gerilla veya asker tabutları omuzlarımıza yüklüyorlar”.

- 18 Temmuz 2012’de Van’da hayatını kaybeden Asker İbrahim Dal’ın amcasının oğlu: “Ben yeğenim öldü diye vatan sağ olsun demeyeceğim. Barış gelsin istiyoruz. Artık ne zamana kadar bu kan dökülecek. Ben de bu uğurda gazi oldum. Terörist öldürüldüğünde de asker öldürüldüğünde de yüreğimiz yanıyor.”


BARIŞ İÇİN BULUŞMAK MÜMKÜN

Kuzey İrlanda’daki Women’s Support Network (Kadın Destek Ağı), İsrail’deki Bat Şalom ve Bosna’daki Medica örgütleri, farklı etnik, toplumsal ve ekonomik geçmişleri olan kadınları bir araya getirmeye çalışıyor. Farklı ülkelerdeki bu barış aktivistlerinin en önemli amacı “Beraber yaşayamayız” ifadesinin bir mitten ibaret olduğunu göstermek. İsrail- Filistin çatışmasında aile bireylerini kaybeden kişilerin kurduğu Parents Circle Families Forum, umutsuzluğun ve izolasyonun ötesine geçebilmek için insanların yeniden konuşmaya başlamasını ama özellikle de “karşı taraftaki” insanlarla konuşmasını sağlamaya çalışıyor. Bu forum ‘Hello Peace’ (Merhaba Barış) projesiyle 2002 yılında 806 bin kişinin birbiriyle konuşmasını sağladı. Bu projeye ilham veren olay ise şu: İsrailli Natailia Wiesesltier, Kasım 2000’de ikinci Filistin İntifadası sırasında bir arkadaşıyla konuşmak için telefonundan numarayı çevirir, ancak karşısına arkadaşı yerine başka bir kişiçıkar. Bu kişi, Cihad isminde Gazze’de yaşayan bir Arap’tır. Wiesesltier telefonu kapatmak yerine ona nasıl olduğunu sorar, Cihad ise çok kötü bir durumda olduklarını, karısının hamile olduğunu ve yaşadıkları yere ambargo uygulandığını söyler. Bu konuşma yaklaşık 20 dakika sürer. Tesadüf eseri aranan bir yanlış numarayla birbirini hiç tanımayan bir İsrailli ve Filistinli arasında bir köprü kurulmuş olur ve bu tesadüfi görüşme İsrailliler ve Filistinliler arasında diyalog kurulmasını hedefleyen Hello Peace projesi için birçok kişiyi cesaretlendirir.
1997 yılında da Kuzey ve Güney Koreli kadınlar iki taraf arasındaki düşmanlık ve gerginliği azaltabilmek ve bir araya gelebilmek, birbirlerine dokunabilmek için Reunification Exchange (Yeniden Birleşme Mübadelesi) programını başlattılar. Aynı çerçevede Norveç’te kurulan The Nansen Dialogue Network (Nansen Diyalog Ağı), Kosova’daki 9 merkeziyle çatışmadan etkilenmiş insanları güçlendirmeye ve bu kişilerin katılımlarıyla çatışmanın barışçıl çözümüne katkıda bulunmaya çalışmıştır.

(Burcu Şentürk’ün “İki Tarafta Evlat Acısı” kitabından derlendi)



 

ÖNCEKİ HABER

'Halep'te Türk subayları yakalandı'

SONRAKİ HABER

Kriz Çingene topluluğunu daha fazla etkiliyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...