24 Aralık 2017 01:35

Bodrumlu ahlat ağacı

'Bodrum tepelerinde, Yalıkavak ve ondan biraz daha berideki Sandima köyünün üzerinde günlerini geçiren bir ahlat ağacıyım ben...'

Paylaş

Özer AKDEMİR

Sandima köyünden doğru esen rüzgar meyvelerimi dallarında sallamaya başladığında yine derin düşüncelere dalmıştım. Rüzgarın sesinden öte dalıma konan telli turna çekip aldı beni düşüncelerimden. Hayırdır?! Bu mevsim de, bu zamanlarda bir turnanın ne işi vardı ki dalımda? Birkaç yıl önce olsa buna bu kadar şaşırmazdım elbette, çünkü telli turnalar her yıl bir yerlere göçüp giderlerken beni, daha doğrusu meyvelerimi ziyaret etmeden geçmezlerdi. Oysa uzun zamandır, bir turnanın bırakın dalıma konmasını, aylardır yakınımdan bile geçtiği olmamıştı.

Turnanın, iyice olgunlaşıp koyu kahverengi bir hal alan, balı ucundan damlayan, meyvelerime yanaşmamasından anladım bir gariplik olduğunu. Onlar da, tıpkı diğer kuşlar gibi hiç dayanamazlar, bu mevsimde ballanan meyvelerime büyük bir iştahla gaga vururlardı. O ise, Kavak Deresi’ne doğru uzanan dalıma tünedi kaldı. Dönüp bir kere bile bakmadı tadı doyulmaz ahlatlarıma. Koca gövdesi ile gelip dalıma konuşu da bir tuhaftı zaten. Sanki meyvelerimden tadacak gibi değil de her an kaçıp gidecekmişçesine en uca ilişmişti. 

Biraz dikkat edince turnanın kanatlarından birisinin gövdesine yapışık olduğunu gördüm. O zaman anladım ki kanadından yaralandığı için mecburen konmuştu dalıma. Muhtemelen bir avcının kurşunları ya da saçması kanadından yaralamıştı turnayı. Durumu çok da kötü görünmüyordu. Yaralı kanadını ara sıra sanki kendini denermiş gibi açıp kapatıyordu. Gerçekten de bir süre dinlendikten sonra yalpalayarak da olsa kalktı ve ağır ağır uçtu gitti Milas yönüne doğru.

Ne yalan söyleyeyim bir kere bile meyvelerimin tadına bakmamış olması üzdü beni. Oysa tam da bu zamanlarda, denizden gelip tepelere savrulan ılık yel böylesine sertçe eserken, kışın ortasında güneş ve yağmur aynı anda yapraklarımı yıkarken meyvelerimin tadına bakmadan geçecek bir canlı türüne rastlamamıştım. Onun bu nezaketsizliğini yaralı olmasına verdim zaten. Sonunda can acısıydı bu, dünya zevklerine kapatıyordu tüm duyuları.

Ahlat Ağacı

Sanırım anladınız; Bodrum tepelerinde, Yalıkavak ve ondan biraz daha berideki Sandima köyünün üzerinde günlerini geçiren bir ahlat ağacıyım ben. Çok ihtiyar sayılmam yanımdaki akrabalarıma oranla. Belki de en gençlerinden biriyim. Ve de en şanssızlarından demem gerek aslında.
Makiliklerin ötesinde, Dereköy’e doğru uzanan küçük bir çukurun yanı başındaki tepecikten bıkıp usanmadan beni gözleyen anneciğimin dediğine göre ben bir ayının dışkısından olmuşum. Evet, bir ayı dışkısından! Annem uzun bir zaman önce, ay ışığının tepelere cömertçe kendini sunduğu bir sonbahar gecesinde, dalındaki meyvelerden epeyce yiyen bir ayının sabaha karşı yanından ayrılırken şimdi bulunduğum yere dışkısını bıraktığını anlattı. İşte o dışkının içindeki bir tohummuşum ben ve diğer kardeşlerime oranla daha şanslı bir şekilde kuşlara, böceklere yem olmadan, ufacık bir toprağın altına gizlenip filizlenmişim.

 Buraya kadar hayat benden yanaydı ama her mutluğun bir sonu olduğu gibi kara günlerim beni tam da gençliğimin baharında gelip buldu.

*** 

Yanımdan incecik bir keçi yolu geçerdi yıllar önce. Henüz bu dağlardan ceylanların, yaban keçilerinin, mızrak dişli Anadolu parslarının ayak seslerinin eksilmediği zamanlarda oluşmuş bir keçiyolu. Ahhh ki bu saydıklarımın biri bile kalmadı artık! Nerede o güzel gözlü, ince topuklu ceylanlar? Nerede kayaların, uçurumların cambazları yaban keçileri? Nerede dağların sessiz avcısı Anadolu parsı? Nerede?..

Ya çekilip gittiler, her gelip geçtiklerinde hal hatır ettikleri, ahlatlarını dişledikleri beni bu tepenin kuytuluğunda bırakıp, ya da!..

Bu ihtimal ne zaman gözümün önüne gelse içim sıkılır, dallarım tedirgin tedirgin sallar başını, ahlatlarımın tadı mayhoşlaşır. O yüzden onların bu dünyadan göçüp gittiği düşüncesini aklıma getirmemeye çalışırım hep. Onlar, o dumanlı dağların bir yerindeler hâlâ. Avcılardan, insanlardan kaçıyor, saklanıyorlar. Hâlâ oradalar. Hâlâ…

İnsanlar da bazen keçi yolunu kullanarak buralara kadar gelirdi ama çobanların ve avcıların dışında bu yolun imini timini bilen olmazdı pek. Bir çobanın, sürüsünü makilerin arasına salıp öğle güneşinden korunmak için gelip altıma oturması, benim için ne büyük bir mutluluktu. Hele bir iki meyvemi de yemiş, kavalına üflemişse… İnsanlar, hayvanlar meyvelerime uzandıkça kıskanç dikenlerimin ellerini dalamalarına kızar, azarlardım dikenlerimi. Ama onlara hiç mi hiç söz geçiremedim bugüne kadar.

Kuşkayası

Yöre köylülerinin Kuşkayası dedikleri kocaman bir kaya en iyi komşularımdandı. Çok severdim onu. Üzerindeki oyukları, küçük mağaraları sayesinde adının hakkını verir, yüzlerce kuşa yuvalık yapardı. Bütün bir vadiyi, Gümüşlük, Torba, Akyarlar, Turgutreis, Karaada hatta Kos Adası’na kadar her tarafı bulunduğu yerden görürdü. Turgutreis, bir miktar Gümüşlük ve yüzyıllardır terkedilmişliğinin hüznü ile kalakalmış Sandima köyü dışında hiçbir yeri göremeyen bana neler olup bittiğini yüksünmeden anlatır, anlatırdı. Konuşkandı yani, çok severdi konuşmayı. Bazen mırıl mırıl, bazen gümbür gümbür gelirdi sesi. Rüzgarın esişine, yağmurun yağışına, karın düşüşüne göre sesinin rengi, tınısı değişirdi. Tam bu mevsimlerde, denizden gelen tuzlu esintinin, hafif bir yağmurla yıkandıktan sonra oyuklarından girip çıktığı zamanlarda, sözü bırakıp şarkıya başlardı. Rüzgarda tüylerini kurutan kuşların şarkısını, Türkbükü kumsalına çekilip ters çevrilmiş dibi delik mavi teknenin, onun köşesine oturup yağmur yüklü ufku seyre dalan kadının, denize ağ atan balıkçının, dibe dalan sünger avcısının, kıyıdaki binbir türlü otun, böceğin, ağacın şarkısını söyler de söylerdi.

***  

Bir gün, Kuşkayası’nın şarkısı sustu. Bir gün Kuşkayası’ndaki kuşların tümü uçup gittiler başka göklere. Bir gün, hemen önümden geçerek aşağıya, Bodrum’a doğru sallanan keçi yoluna makineler girdi. Yolu 3 kat, 5 kat kepçelerle genişlettiler. Sağında solundaki ağaçlara, makilere, yaban sarımsaklarına, zeytinlere ve kardeşlerim ahlat ağaçlarına hiç acımadılar. Ben de tir tir tirtredim, gelip gürültülü bıçkıları ile kökümden kesmelerini bekledim günlerce. Tam benim yanıma gelindiğinde yolu tepelere doğru çevirdiler. Keçi yoluna göre biraz daha aşağıda kaldığım için dokunmadılar bana ve yanımdan geçip gittiler.

Sonra Kuşkayası’nın dibine çirkin mi çirkin bir bina yaptılar. Binanın içine üzerinde bir sürü lambaları, kolları olan bir makine getirip koydular. Genişlettikleri yoldan tepelere dev gibi silindirler, pervaneler taşıdılar günlerce. Bir zamanlar, kuşların, rüzgarların, çeşit çeşit hayvanların seslerini taşıyan tepelerde bir anda hiç durmadan vın vın öten dev rüzgar direklerinin sesleri çınlamaya başladı.

Önce Kuşkayası’nın kuşları gitti, ardından makiliklerin içine yuva yapan keklikler, tavşanlar. Ayıların, tilkilerin, kurtların yanı sıra domuzlar da uğramaz oldu yanıma yöreme ve direklerin sesiyle kalakaldım ben. Alıp başımı gitmedim diğerleri gibi, gidemiyorum. Kökü bu topraklara sıkı sıkı bağlı bir ahlat ağacıyım ne de olsa. Kadimden beri Bodrumluyum. Doğduğu yerde öleceğini bilen ve öyle de olmasını isteyen...

ÖNCEKİ HABER

Emeğin gücü kuşlar gibi

SONRAKİ HABER

Sen İstanbul'san Attila İlhan

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa