23 Aralık 2017 00:05

Halkların değil devletlerin birliği

Avrupa'nın Gündemi'nde bu hafta, Katalonya bağımsızlığı, AB'nin Polonya eleştirisi ve İngiltere cephesi ile Trump'un güvenlik stratejisi yer alıyor.

Paylaş

Katalonya’nın bağımsızlığını ilan etmesinin ardından hükümetin Katalonya bölgesel hükümetini görevden alması ve erken seçim dayatması tüm Avrupa’nın önemli gündemlerinden birisi olmaya devam ediyor. Seçimlerden bağımsızlık yanlıları zaferle çıkarken, AB’nin tüm üyelerinin Madrid hükümetini desteklemesi AB’nin doğasına dair soruları gündeme getirdi. Avrupa Birliği’nin başından beri en keskin savunucularından olan Fransız Liberation gazetesi editörlerinden Jean Quatremer, sosyal demokratlar içerisinde AB’nin doğasına dair yürütülen tartışmaları değerlendirdi; AB’nin halkların değil devletlerin birliği olduğunu ve Katalonya konusunda devletlerin çıkarını savunmasının doğası gereği olduğunu yazdı. 

İSPANYA’DA BAŞKA POLONYA’DA BAŞKA

İspanya’da demokrasiye sırtını dönen Avrupa Birliği, Polonya’yı ise demokrasiden uzaklaşmakla eleştiriyor. Polonya’daki anayasal değişiklikler AB tarafından sert bir tavırla karşılandı ve gelişmeler ülkenin “liberal demokrasiye” sırtını dönüşü olarak yorumlandı. Bu süreci fırsata çevirmek isteyen Britanya Başbakanı Theresa May ise Polonya’yla iş birliği sürecine girdi ve bunu Brexit (İngiltere’nin AB’den ayrılması) sürecinde AB’ye karşı kullanması bekleniyor. May’in, Brexit kapsamında AB’ye karşı Türkiye ile yapılan 100 milyon sterlinlik silah anlaşmasının ardından Polonya’yla da böyle bir sürece girmesi dikkat çekiyor. İngiliz gazetesi The Guardian, AB’nin Polonya’ya karşı yürüteceği siyasette dikkatli olması gerektiğini ve AB’ye karşı nefreti tetikleyecek siyasetten uzak durması gerektiğini savundu. 

ABD ULUSAL GÜVENLİK STRATEJİSİ 

Öte yandan Donald Trump’ın güvenlik stratejisi konuşması Almanya’da rahatsızlıkla karşılandı. Trump’ın Rusya ve Çin’i düşman olarak gösteren stratejisi, sorunların çözümünde diplomasi yerine savaş ve ekonomik yaptırımları esas alması “Taş devri metotlarına dönüş” olarak değerlendirildi. 


AVRUPA BİRLİĞİNİ YÖNLENDİREN DEVLET YASASIDIR

AB

Jean QUATREMER
Liberation

Tüm Katalonya bağımsızlıkçıları gibi, Carles Puigdemont da çektiği sıkıntıları bas bas bağırıyor: Neden tüm Avrupa Birliği, ara buluculuk girişiminde bile bulunmadan, tek bir ağızdan Madrid’i destekledi? Katalonya’nın görevden ihraç edilen başkanı, bugüne kadar Avrupa federasyonu çizgisindeyken, 26 Kasım’da bir İsrail televizyonuna verdiği demeçte Avrupa konusunda çok sert konuştu; onun için AB “Sadece birkaçının yönettiği çürüyen, eskimiş bir devletler kulübüdür”. 

Katalonyalı bağımsızlıkçılar -aslında bu konuda yalnız değiller- Birlik’in doğası konusunda yanlış bir tahlilde bulunuyorlardı. Birlik, Almanya, İsviçre, Kanada ya da ABD gibi bir federasyon değil, o devletlerin -dikkat edin halkların değil- kontrol ettiği bir devlet konfederasyonudur. İkinci dünya savaşından sonra hükümetler tek başlarına yeniden kanlı savaşlar olmasın diye Avrupa’yı oluşturma kararı verdiler: Halkların -karşı olmasalar da- böyle bir talepleri yoktu. 

Devletler, buna karşı çıkacak bir “Avrupa halkı” olmadığından, kendi yarattıklarını kontrol altında her zaman ettiler. Dolayısıyla, Adalet Divanı ya da Avrupa Merkez Bankası gibi federal kurumlar olmasına karşın, yetkinin merkezi her zaman hükümetler arasında kaldı; en üst yetkili kurum genel seçimlerle belirlenmiş bir başkanlık değil, uzlaşmalarla karar veren devlet ve hükümetlerin oluşturduğu Avrupa Konseyidir. 

Avrupa Komisyonu ise bir hükümet değil, daha çok Avrupa Konseyinin emrinde olan genel bir sekretaryaya benziyor. Avrupa Parlamentosu ise her şeyden önce devletleri temsil ediyor, zira milletvekilleri ulusal sınırlar içerisinde belirlenmiş seçim bölgelerinde ve ulusal partiler tarafından hazırlanan listeler içerisinde seçiliyorlar. Ülkeler arasında bir denge sağlayabilmek için; örneğin bir Maltalının oyu bir Fransız oyundan tam 11 kat daha ağırlık taşıyor. Özellikle de 2007 Lizbon Anlaşmasından sonra Avrupa Parlamentosunun yetkisi arttırıldı, fakat Bakanlar Konseyine karşı bir şey yapma yetkisi yok. En federal olan kurumlarda bile seçme ya da atama yetkisi hükümetlere ait. Son olarak ise, Birlik’in herhangi bir alanda yetkilendirilmesi bile ancak devletlerin tümünün ortak kararıyla mümkün. Yani bu devletler birliği, devletlerin hizmetinde, ki onlar da kendi çıkarlarına olduğunu var saydıkları için burada kalıyorlar. 

Kuşkusuz bu gönüllü birlikten halklar da birçok fayda görüyorlar, fakat onlar devlet aracılığıyla bu sürecin sadece dolaylı unsurlarıdır. Bu şemayı göz önünde bulundurursak, devletlerin neden kendi aralarında dayanışma içerisinde olduğunu, kulüpten birisi tehdit edildiğinde, özellikle de toprak bütünlüğü sorun olduğunda, neden tek vücut destek çıktıklarını anlayabiliriz. Dolayısıyla Brüksel’in üye devletleri zor duruma sokan bir bölgeciliğe hiç de sempatisinin olmadığını görebiliriz, tabii, ki bu durum (Birleşik Krallık’ın İskoçya örneğinde olduğu gibi) devletin gönüllü olduğu durumda değişebilir.  

Dolayısıyla inşa süreci gereği Birlik’in bu içerikte bir iç kriz konusuna müdahale etmesi mümkün değildir, hatta buna bağımsızlıkçılara uluslararası bir meşruiyet verebilecek bir ara buluculuktan kaçınma bile eklenebilir: Bu sorunu merkezi devlet çözmelidir ve çözmek için de gerekli tüm önlemleri almak konusunda da serbesttir. Ancak baskı ve şiddet konusunda Madrid’in kimi sınırları aşması gerekir ki müttefikleri bu iç meselelere müdahil olsunlar. Fransa Cumhurbaşkanı (Macron), ekim ayında bu konuyu iki defa tüm yalınlığıyla ifade etti: “İspanya’da bir muhatabım var, o da Başbakan Rajoy’dur (...) İspanya’da anayasal kanunların egemen olduğu bir hukuk devleti var. Bunlara herkesin saygı göstermesi için çaba sarf ediyor. Tüm desteğimi ona sunuyorum”. 

Tam olarak iyi anlaşılması için şunları da ekledi: “Ben de yarın Fransa’da ‘Eğer öyleyse ben  de Avrupa kurumlarına çağrı yapıyorum’ diyen bir bölge ile karşı karşıya olabilirim. Tüm iç sorunlarda hakemlik yapan (Avrupa) kurumlarımız mı var yoksa? Hayır”. 

(Çeviren : Deniz Uztopal)


BREXIT AB’NİN ÇELİŞKİLERİNİ DAHA DA DERİNLEŞTİRECEK

 Andrzey Duda

The Guardian 
Başyazı

Avrupa liderlerinin işleri hiç de kolay değil. Polonya hükümetinin liberal demokrasiye sırtını dönmesi umutsuzluğa neden oldu. İktidardaki Hukuk ve Adalet Partisinin, Cumhurbaşkanı Andrzey Duda’nın çarşamba günü yürürlüğe koyduğu, yargı bağımsızlığına yönelik saldırısını görmezden gelmek, AB’ye üye olurken imza atılan anlaşma ilkelerinin en temel olanlarını sabotaj etmesini kabul etmiş olur. 

Batı ülkelerinin -her şeyden önce Almanya’nın- Polonya’yı aşağılaması ise milliyetçi tepkiye neden olacak, böylece Hukuk ve Adalet Partisinin gücünü tekleştirme amacına katkı sunacak.

Bu tartışmalar kıta ötesi sürerken, Theresa May en yetkili bakanlarıyla Varşova’ya gitti. Brexit müzakerenin ikinci aşaması başlamadan önce Polonya ile stratejik iş birliği geliştirme çabasında. Polonya Başbakanı Matusz Morawiecki, Birleşik Kraliyet için yapılacak özel anlaşmayı desteklemeye hazır olduğunu açıkça göstermişti. Başbakan Theresa May, kendine çok güvenen Rusya’nın saldırılarından endişelenen bir ülkeyle (Polonya’yla) güvenlik iş birliği yapma teklifini de sundu. Britanya’nın gizlice yürüttüğü iki yanlı pazarlık ve Avrupa Komisyonunun büyük kuşkularından dolayı durum bir hayli komplike. 

Londra’nın böl ve yönet stratejisi Brexit müzakerelerin ikinci aşamasında daha etkili olabilir, çünkü ilk aşamada birleşmiş bir Avrupa dayanışması yüzünden duvara tosladı. Toryler (İngiltere’deki Muhafazakar hükümet) önceden de Polonya’daki Hukuk ve Adalet Partisiyle iş birliği yapmıştı. Birçok Avrupa liderleri, May’in iyi niyetini kendilerine kanıtlaması için Varşova’da Avrupa’nın görüşlerini yansıtmasını ve Polonya’nın sınırı aştığını söylemesini beklediler. Bunun aksine, Başbakan Theresa May Polonya’daki anayasal krizin “Ülkenin kendi sorunu olduğunu” söyledi, “AB’nin değil”.

AB’nin şu ana kadar Polonya’ya yanıtı tepkisel oldu. Madde 7’yi harekete geçirmek ciddi cezalara yol açabilir ve Polonya’nın oy hakkını bile askıya alabilir ama uygulamaya gelince Macaristan tarafından reddedilecek. 

Bu gerginliğin coğrafik ve tarihsel bir yanı da var. 2004’de AB’ye üye olan eski Varşova Birliği ülkeleri, uzun yıllar üye olan Batılı üyeler tarafından hor görüldüklerini hissediyor ve çifte standart uygulandığını söylüyor. (İtalya eski Başbakanı) Silvio Berlusconi’nin, ukalaca, çoğulcu medyayı aşağılaması cezasız kalmıştı. Daha bu hafta Avusturya’da aşırı sağcılar tarafından bir hükümet kuruldu ve kökenleri Neonazi hareketine dayanıyor. Buna rağmen, Brüksel, yeni hükümeti hoşgörüyle karşıladı çünkü Avrupa projesi konusunda heyecanlı olduğu düşünülüyor. Bunun yanı sıra Avusturya’da avro kullanıyor.

Brexit yüzünden “süper lig” AB devletleri oluşma ihtimali var ve tek para birimi üyeliğinden oluşabilir. Polonya, Avro Bölgesi’nde olmayan en büyük ülke olarak göze çarpıyor. Birleşik Kraliyet, AB’nin büyümesini savunan pozisyondaydı, çünkü daha geniş ama sığ bir birliktelik istiyordu. Doğuya yönelik açılımı desteklemesi Batı-merkezli entegrasyonu kısmen frenlemekti.

Brüksel’de kimse Birleşik Kraliyet’in AB’den çıkışını hoş karşılamıyor, ama müzakere ilerledikçe ve zorlaştıkça bereketli bir rahatlama olarak görülecek. İleriye gitmeyi engelleyen, enfeksiyon kapmış bir bacağı kesmek gibi. Britanya’nın Avrupa karşıtlığı AB yetkilerini uzun zamandır rahatsız ediyordu ama önemli de bir parçasıydı. 

Brexit, kelimenin tam anlamıyla, eşsiz Britanyalı bir fenomen. Ama milliyetçi siyasetçilerin kendi ülkelerinde yaşadıkları sorunları AB’ye yüklemesi görülmemiş bir durum değil. Polonya hükümetinin demokratik olmayan yönelimi eleştiriyi hak ediyor. Brüksel için asıl çözülmemiş sorun, kin ve nefret yaratmayarak ve uygun metotlar kullanarak AB’nin kuruluş değerlerini, nasıl koruyacağı.

(Çeviren: Çağdaş Canbolat)


ABD, KUŞATMA ALTINDA BİR ULUS

Donald Trump

Stefan KORNELIUS
Süddeutscher Zeitung

Amerika Birleşik Devletleri’nin profesyonel dış politikacıları Donald Trump’ın açıklamaları karşısında hayal kırıklığı yaşıyorlar. Her açıklamanın bir vahiy gibi görülmesi karşısında şaşkınlar. Örneğin henüz 11 aydan beri Beyaz Saray’da olan Başkanın güvenlik stratejisi üzerine konuşması, Musa’nın 10 Emir’i gibi değerlendirildi. Washington’da güvenlik stratejilerinin uzun ve zorlu bir tartışma süreci sonrası belirlendiği dönemlere duyulan özlem artıyor. O zamanlar dünyadaki statünün korunması için ustaca planlar yapılır, her sözcük ölçülür, biçilir ve öyle kullanılırdı. 
Trump’ın güvenlik stratejisi sahte. Sadece Başkanın çevresindeki küçük bir uzmanlar grubunun düşüncesini yansıtıyor. Trump’ın stratejisi bile değil, çünkü Trump’ın stratejisi yok! O duygularına, o günkü ruh durumuna göre davranıyor. Rusya’ya ve Çin’e karşı da değişken duyguları, tavırları var. Trump’ın dilek ve temennilerinin dış politikanın merkezine koyulması başarısızlığa mahkum olmak demektir. 

İkincisi ve daha da enteresan olanı ise Başkanın çevresindeki danışmanlar takımının yaptıkları: Görünen o ki dünya güvenlik politikasında söz sahibi olabileceklerle görüş alışverişine gerek duyulmadan kararlar alınıyor, açıklamalar yapılıyor. Gerçek güvenlik danışmanları ve diğerleri Rusya ve Çin konusunda Beyaz Saray’da oturan adamın söyledikleriyle çatışacak akla yatkın açıklamalar yapmaktalar. Ama ne önemi var ki? Yeni Başkan kendi bilgelik yolunu izliyor...

Hangi bilgelik derseniz: ABD, dünyadaki özel rolünü yitirdi ve yeniden bu statüye erişmek için mücadele etmek zorunda. Eski düşmanlıklar tekrar peydah oldu. ABD, Çin ve Rusya’ya karşı yeni stratejiler belirlemek zorunda. 

Bu analiz ilk bakışta pek de yanlış değil. Çin ve Rusya, dünyadaki güçlerini arttırmak, paylaşımı kendi lehlerine çevirmek istiyorlar. Bu, herkesin bildiği gibi yeni bir şey değil. Yeni olan ABD’nin bu durumu savaş tehdidi gibi algılayıp göreli patavatsızlıklarla tepki vermesi. 

Trump, klasik yollarla sorunu çözmeye çalışıyor. Onun için diplomasi önem taşımıyor. Varsa yoksa  militarizm ve ekonomi. Amerika’yı Amerika yapanın ne olduğunu unutmuş görünüyor: Örnek olmak, diğerlerini örnek olarak hizaya getirecek yeteneği sergilemek. Diğerlerinin otoriter tavırları içinde boğulmak istemeyenlerin özgürlük kokusunu hisset(tir)meleri gerekmez mi?

Trump ise eskilere dönüyor, ulus ve korumacılıktan söz ediyor. Stratejisi ilham vermiyor, dışlamayı hedef alıyor. Dünya iktidarındaki paylarını arttırmak isteyen, geri sıralardaki güçler açısından modernle taş devri arasında bir sentez yapma zorunluluğunu dayatıyor. Evet, Çin’in hegemonya kurma planı tehlikeli ama buna verilecek cevap patavatsız tehditler olamaz. Trump’ın güvenlik doktrini şimdilik sadece bir tez olsa da kendini kuşatma altında gören  bir ülkenin iç durumunu yansıtması açısından önemli. ABD, dünya dinamiğinin kendi aleyhine değiştiğinin farkına vardı ama ne yazık ki  bundan çıkardığı sonuçlar yanlış. 

(Çeviren: Semra Çelik)

ÖNCEKİ HABER

Türmen: Ortak bir iradeyle demokrasi ittifakında buluşalım

SONRAKİ HABER

‘Son sözü metal işçisi söyleyecek’ elbette; ama nasıl?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...