08 Ağustos 2012 11:07

‘80’lerde taşradan insan hikayeleri

Modern edebiyat, belki de tarihinin en bereketli dönemini yaşıyor. Farklı alanlarda yeni hikayelere, yeni yazarlarına kavuşuyor. Pek çok kitap basılıyor, eni yeni tekniklerle romanlar, şiirler, hikayeler raflarında yerini alırken, yetişememenin hezeyanına kapılıyoruz. İşte böyle hezeyan anlarında elinize bir kitap gelir ve daha ilk bakışta kapağıyla size &l

Paylaş
Sevda Aydın

Mahir Ünsal Eriş’in ilk öykü kitabı ‘Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde’si de böyle bir anda gelip buldu beni. 1974’de Erdek sahilinde çekilmiş bir fotoğrafın bana bakmasıyla başladı Eriş’in öyküleriyle tanışmam. Erdek sahilinde henüz 6-7 yaşlarında bir erkek çocuğu, yaz sıcağında kamaşan gözleriyle bana bakıyor. Belli ki kitabın içindeki öykülere çatı olmuş bu kapak resmi. Öykülerin resmi, dili olmuş. Hem bir an önce bütün öyküleri okumak, merak ettiklerime yanıt bulmak, hem de tadını çıkaramadan bitecek diye korkarak okumaya başladım öyküleri. Bir taşra kasabasında, pencerelerin bembeyaz tüller kaplı evlerinden bangır bangır Ferdi’nin çalındığı yıllar... ‘80’ler... tek kanallı TV’den üniformalı askerlerin geçit törenlerinin sıklıkla izlendiği yıllar... birden bire evlere sinen suskunluğun, korkunun, akrabaların, mahalledeki abilerin, ablaların ortadan yok olduğu yıllar... ve tüm bunlara çocuk aklıyla tanık olanların hikayeleri var ‘Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde’.

‘Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde’ ilk öykü kitabınız. 30 yaşında bir adamın geriye dönüp baktığı, sıklıkla çocukluğuyla buluştuğu öykülerden oluşuyor kitap. Bir de sizden dinleyelim bu nostalji yolculuğunu?
Aslında biraz kontrolüm dışında gelişen bir durum oldu bu. Sanırım bunda kapağın ve ilk öykünün belirgin çocukluk anlatısı sinyalleri vermesinin payı büyük. Rahatsız olduğumu söyleyemem ama yanı sıra, yalnızca çocukluk hikayeleri içeren bir kitap gibi düşünülmemesini de kendi adıma çok isterim. Belki şöyle bir ortak başlık altında toplayabiliriz; burada ‘80’lere ait çocukluk anlatılarıyla birlikte çocukluğunu ‘80’lerde geçirmiş ve artık yetişkin sayılan insanların hikayeleri de var. Çünkü ‘80’ler, tıpkı ‘70’ler gibi çokça anlatılmaya değer bir on yıl. ‘70’lerde yükselen ve ‘70’lerin sonuna doruk noktasına ulaşan umudun çok ağır ve sindirici bir darbeyle, toplumun tüm kesimlerinde yok edilmek istendiği bir dönem ’80’ler. O yüzden o dönemin insanları daha sinik, daha korkak, daha yoksul ve bundan şikayet edemeyecek kadar ezilmiş, susturulmuş durumda. Bu ezgin halin özellikle alt ve orta sınıflarda daha belirgin olduğunu görüyoruz. Hikayelerdeki insanlar da bu insanlardan. Egemenlerin böyle bir derdi yok, tam tersine 80 Eylülüne kadar günden güne artan korkularını bir gecede yenmiş oldukları için daha bile mutlular. Dolayısıyla da bu içe dönüklüğün, bu korkunun yarattığı iklimin, bu sinmiş ve kederli halin insanlarından da böyle hikayeler çıkıyor. ‘80’leri görmüş ve özellikle de çocukluğunu ‘80’lerde, bakkallarda bile Kenan Evren posterlerinin asılı olduğu bir zaman diliminde geçirmiş insanlardan, ben kendi adıma söylüyorum, çok neşeli hikayeler çıkaramıyoruz. Çoğunluğu kederli ve ezilmiş, hor görülmüş, içine kapanmış insanların anlatıları.

ÇOCUKLUK YAŞ BETONA YAZILMIŞ İSİMLER GİBİ KAYDEDİYOR

Öykülerin ortak iki yanı var. Çocukluk ve gidenler. İnsanı en çok çocukken terk edenlerin kırdığını mı düşünüyorsunuz?
İlginç bir nokta tespit etmişsiniz, Ama şüphesiz öyledir. Çocukluğun, belki de dünyaya dair her şeyi ilk kez görüp tanıyor olmakla doğrudan ilgili olan müthiş bir kaydetme durumu var. Yaş betona yazılmış isimler gibi, bütün mutsuzluklar, yoksunluklar, orada öylece sonsuza kadar kalıyorlar. Ne yaparsanız yapın, alttan öylece sırıtıyorlar. Yoksunluklarla ve korkuyla anılan bir dönemin çocuklarının da böyle kırgınlıkları muhafaza etmiş, bugüne taşımış olması normal karşılanmalı.

TÜRK FİLMLERİNDEN BİZE MİRAS KALAN MELODRAM RUHU VAR

Kitaptaki tüm öyküler hüzünle sonlanıyor. Tıpkı kitabınızın ismi gibi bangır bangır bir melodram var öykülerinizde...
Biraz var evet. Ama kitaba rengini verecek kadar hakim mi diye soracak olursanız bundan çok emin değilim. Hikayelerin içinde çok neşeli, gülünç ayrıntılar da var, güleriz ağlanacak halimize dedirtecek parçalar da. İhtiyacını gidermek için inşaata giren ve tesadüfen orada yakalanıp yıllarca hapis yatan adamın hikayesi, maalesef  “Yok canım, bu da imkansız artık!” diyemeyeceğimiz türden, “olağan” hatta komik bir durum. Böyle şeyler bizim memlekette oluyor ve biz bunları artık içselleştirmiş olduğumuz için gülüyoruz bile. Ya da hikayelerin içinde, hikayenin kendisi olan karakterlerin bile başlarına gelen “küçük kıyametler”i yorumlama biçimleri, onlara baktıkları açı bile komik kimilerinde. Çok acı, çok keder verici şeyler yaşandığında bile hayatlarına devam etme biçimlerinde ince bir mizah olduğunu düşünüyorum. Bunu böyle olsunlar diye tasarlayıp yazmamıştım, ancak içinde yaşadığım dünyada insanların hayattaki konumlanışlarının böyle bir zemin üzerine inşa edilmiş olduğunu görerek farkında olmadan aktarmışım bunları. Çok ağlanacak yerde makaraları koyverip gülen, gülünecek yerde bile “Bu işte bir iş var” deyip tedirginliğinden gülemeyen, tadını çıkaramayan insanlar da var hikayelerde. Ama çocukluğumuza damgasını vuran Türk filmlerinden bizlere miras kalan bir melodram duygusu, ruhu olduğuna inkar edemem elbette.

KURGUSAL DA OLSA İNSAN BİLDİĞİNİ YAZIYOR.

Evde bangır bangır Ferdi çalan zamanlar ve taşrada bir kent var öykülerinizin arka fonunda. O yılların naif hayatlarını size bu kadar yakın hissettiren nedir?
İlki özlem elbette. O yılların, o yıllardaki o küçük dünyanın, o dünyaya ait güzel insanların bir daha geri dönmeyecek olması. Demek ki diyorum, öyle iz bırakmışlar ki bende, ne anlatmaya kalksam illa ki bir yerlerden başlarını çıkarıp dahil oluveriyorlar hikayelere. Hepsi çok güzeldiler; en güzel, en zayıf, en acımasız ve en sevgi dolu halleriyle çok güzeldiler ve artık yıldızlar kadar uzaklar. İkincisi sanırım şu; her ne kadar kurgusal da olsa insan bildiğini yazıyor. Ben Bandırma’da büyüdüm. Bildiğim, gördüğüm, bugünkü varlığımı, bakışımı, dünya görüşümü, politik konumlanışımı, beğenilerimi, reflekslerimi, tepkilerimi oluşturan her şeyi hep oraya borçluyum. Bildiğimi, gördüğümü anlatmaya çalıştığım için taşrayla ve o zamanlarla kurduğumu söylediğiniz o yakınlığı oluşturmakta hiç zorlanmıyorum. Bu doğal bir hal. Bir de dediğim gibi, çok anlatılmaya değer buluyorum o travmatik yılları ve o yıllarda büyümüş insanları. Daha öyle hikayeler var ki, anlatılmazlarsa olmazlar.

ÖYKÜDEKİ ARTIŞI İŞTAH KABARTICI BULUYORUM

Son yıllarda özellikle öyküyü seçen genç yazarların sayısı artıyor. Öyküyü seçen bir yazar olarak siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu gelişmeyi?
Öykü yazmak üzere yola çıkmamıştım aslına bakarsanız. Bir roman yazmak istiyordum ve biraz amiyane olacak ama “antrenman olsun diye” öykü yazmaya başladım. Ve beni sarıp sarmaladığını fark ettim. Romandan hâlâ vazgeçmiş değilim, yazmaya devam ediyorum. Ama öykü yazmanın da başka bir lezzeti olduğu ve bu lezzete de epeyce alıştığımı söylemeliyim. Öykü yazmayı seviyorum ve bir okur olarak öykü okumaktan da büyük keyif alıyorum. Dolayısıyla da bahsettiğiniz gelişmeyi çok sevindirici, iştah kabartıcı buluyorum. Daha çok yazılsın, biz okurların yetişemeyeceği kadar çok yazılsın ki biz de seçme özgürlüğüne sahip olalım.

YABANCI DİLLERİ İŞSİZ KALMA KORKUSUYLA ÖĞRENDİM

Çeşitli dillerde çeviriler yapıyorsunuz. Dillere düşkünlüğünüzde arkeolog olmanızın da etkisi var mı?
Aslında yok; yani varsa da olumsuz anlamda bir etkisi olmalı diye düşünüyorum. Çocukluğumdan beri dillere çok meraklıydım ve çevremde hep dil bilen ve öğretebilen insanlar oldu. DTCF’de, arkeoloji okumaya başlamadan önce de üç-dört dilde çeviri yapabiliyordum. Arkeoloji okumayı kendim istedim, çünkü neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. Ama kesin olarak bildiğim bir şey vardı; işsiz kalacaktım. Arkeoloji okuyan birinin iş bulamayacağı gün gibi aşikardı, dolayısıyla da para eden başka bir şeylerim, kazanımlarım olmalıydı ve elime geçen her imkanla dil öğrendim, kurslara, o dillerin konuşulduğu ülkelere gittim, o dili konuşan insanlarla zaman geçirdim, dil ve gramer kitapları biriktirdim. Özetle, arkeolojinin bir etkisi olduysa bile bu çok olumlu, teşvik edici bir etki değildir sanırım. Çünkü arkeoloji eğitimi kapsamında yabancı dil namına tek kelime öğrenmedim, hepsi kendi çabamla ve işsiz kalma korkusuyla oldu. (İstanbul/EVRENSEL)

ÖNCEKİ HABER

Ders çıkarılması gereken anılar!

SONRAKİ HABER

Anıl Meriçelli de gitmiş

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa