6 Ağustos 2012 04:05

Portrelerle Türkiye halleri

Sevda Aydın

‘Hayat röpörtajları’ndan bir yenisini daha yayınladınız. ‘Hayatın Gökkuşağı’ diyebilecek kadar çok yaşamla tanışmışsınız. Bir gazeteci olarak bu doğal olabilir ama yine de bu portrelerin sizdeki yerinden bahseder misiniz?

Bu tabii dediğin gibi gazeteci olmanın da getirdiği bir avantaj. Ben Türkiye’nin çok farklı alanlarında, bölgelerinde gazetecilik yaptım. Üniversiteye ve mesleğe Ege bölgesinde başladım. 12 yıl Ege’de gazetecilik yaptım. Sonra Güneydoğu’da gazetecilik yaptım. Orada kaldım. O kadar çok farklı yerde yaşadım ve görev yaptım ki Türkiye’de ayak basmadığım yer var, diyemem. Hem de bu yerlerde gazetecilik yapmak da avantajdı benim için. Çünkü pek çok insan tanıyorsunuz. Bu insanların hayatlarına giriyorsunuz. Ben bu hayatları ‘Zaman, mekan ve insan’ yazıları olarak yayınlıyordum. Bambaşka insanlarla oturup hayatlarını röportaja döktüğünüz zaman, biraz daha fazla nüfuz ediyorsunuz insanlara. Çünkü her insana nüfuz etme şansınız yok başka bir meslekte. Avukat olsanız müvekkilinize nüfuz edemezsiniz veya doktor olsanız hastanıza nüfuz edemezsiniz. Ama gazetecilikte ve hele de böyle biyografi üzerine röpörtaj yapmaya kalktığınızda insanların hayatının en ince ayrıntısına kadar irdeleyebiliyorsunuz. Bu anlamda tanıdığınız her insan sizin için zenginliktir. Her coğrafyada çok farklı insanlar var. Bu üçlemede de öyle oldu. İlkinde ‘68’liler, ‘78’liler vardı. Bu kitabımda da sanatçılar, yazarlar, foto muhabirleri var. Üçlemenin son kitabı da Kürtler üzerine olacak. Kürt coğrafyasında tanıdığım insanlar ve hayatları üzerine yaklaşık 60 portrelik bir çalışma olacak. Topladığınızda 150 insan hikayesi çıkıyor. Bu çalışmalar Türkiye’nin çok farklı bölgelerinden, çok farklı etnik kesimlerinden, kültürlerinden, sosyal ve dinsel kesimlerinden insanların bir toplamı olacak. Aynı zamanda son 50-100 yılın tarihsel bir anlatımı olacak. Çünkü insan hikayeleri üzerinden Türkiye’nin yakın tarihini anlatıyor. Bir gazetecinin yapması gerekenin de bu olduğunu düşünüyorum. Derler ya hani ‘Gazeteci tarihin müsveddelerini yazar’ diye, bu müsvedde de ancak böyle yazılır diye düşünüyorum. Kitaptaki yazılarımın çoğu daha önce gazetede çıktı. Ama böyle bir toplamla yayınlanınca başka bir anlatım sunuyor. Toplamda bu insanların hikayelerini okurken aslında Türkiye tarihinin belli bir coğrafyasında yaşanılanları, farklı bir kesimin Türkiye’nin belli bir döneminde yaşadıklarını da görebiliyorsunuz.  

İNSANIN TURNUSOL KAĞIDI GİBİ OLUYOR BÖYLE ÇALIŞMALAR.

44 yaşam öyküsü... Ve bu öykülerin arka fonunda Türkiye’den kesitler var kitabınızda. Bir anlamda dost meclisi, bir anlamda çağın resmi diyebilir miyiz kitabınıza?

Şöyle bir şey söyleyebilirim. Bugün gördüğünüzü, bugün karşılaştığınız insan hallerini aslında farklı bir boyutuyla da, onların arka planlarıyla, geçmişleriyle hatta anneleri, babaları, dedeleriyle de kavrama gibi bir şans veriyor.  Kitabın ilk öyküsü Arif Keskiner’in ‘Çiçek Arif’ öyküsüdür. Yılmaz Güney’in ‘Umut’ filminin Cannes Film Festivalinde gösterilmesi için Çiçek Arif’in filmi yurt dışına nasıl kaçırdığının öyküsünü anlatıyor. Şimdi Çiçek Bar’ın sahibi olan Arif Keskiner’in bu öyküsüne bakmak için o dönemim Türkiye’sinde gazetecilik yapan Arif Keskiner’i görmek gerekir. Arif’in arka planına bakarsanız, Adana’da Nalbant Hasan’ın oğlu Arif’ i görürseniz, yoksulluklarla geçen Çukurova yaşamını, evden çaldığı bir çuval buğdayı satıp, İstanbul’a kaçan, Beyoğlu’daki avukatlık yazıhanelerinde getir-götür işleri yapan, çakmak satan Arif’ e bakarsanız o zaman anlarsınız, Çiçek Arif’ in  Türkiye’nin en karanlık yıllarında yasaklı bir filmi yurt dışına kaçırma cesaretini. Ya da Yunus Tonguç’ un heykellerindeki fügürlerine baktığınızda,  fügürlerin arkasında urgancı bir köylü babayı, yoklukla geçen bir hayatı görürseniz, heykellerindeki kıvrımları, fügürleri çok daha iyi anlayabilirsiniz. Bu anlamda bugünü okumakta, arkaya dönük bir çalışma yapmakta da beni zenginleştirdiğini düşünüyorum. İnsanın turnusol kağıdı gibi oluyor böyle çalışmalar.  

NESİMİ’NİN BALET OĞLU MAZLUM ÇİMEN

Kitabınızda Yılmaz Güney, Haluk Levent, Haldun Dormen gibi bugünün en ünlü kişileri de var. Ama daha önce adını sanını bilmediklerimiz de. Okurun alışık olduğu tür genelde portrelerin tanınmışlığıdır. Hal böyle olunca ‘bilinmeyen’ birini kitabınızdaki ünlüler arasına yer verme fikri kıymetli oluyor. Siz ne dersiniz?

Çalışmaya başlarken bunu özellikle istedim. Hem çok bilindik, çok tanıdık isimlerin hiç bilinmeyen yanlarını anlatacaktım hem de ismi, sanı bilinmeyen kişilerin yaptıkları önemli işlerini anlatacaktım. Yani ekranda, sahnede sürekli izledikleri insanları okurken ‘Ya ben böyle olduğunu bilmiyordum’ diyecekti okur. Öyle de olmuş. Mazlum Çimen’in bale yaptığını bilmiyordum ve okuyunca çok şaşırdım... Evet Mazlum Çimen’in hikayesi de böyle bir hikaye. Mazlum’dan bahsetmişken babası Nesimi Çimen’in oğlunu baleye göndermesi bir çoklarına ilginç gelecektir. Ama bu arka fonu okuduktan sonra torun Saki Çimen’in neden konservatuvarda piyanoyu seçtiğini anlıyorsunuz. Bu kitaptaki portrelerin toplamı ünlü- süyle, ünsüzüyle birleşen yer bilinmeyen üzerine.  

'Hayata Söylenmiş Şarkılar'la üçleme olarak tasarladığınız portrelerin ikincisi de geldi. Serinin son kitabıyla ilgili gelişmeler nasıl?

Önümüzdeki eylül ayına çıkarmayı düşünüyoruz üçlemenin sonuncu kitabını. Son kitapta hiç yayınlanmamış olanlar da yer alacak. Kürtlerin hayat hikayeleri üzerine kurulu bir çalışma olacak. Özellikle de bugünlerde çok tartışılan dili yasaklanan hayatlardan oluşacak. Geçen gün bir Rum dostumla oturuyorduk. ‘50’li yıllarda yaşadığı bir şeyi anlattı. Sokakta çocuklarıyla beraber yürüyen Rum aileleri, çocukların ellerinden tutmazlarmış. Ellerini omuzlarından ağızlarına doğru sararlarmış. Herhangi bir Rumca söz söylemelerini engellemeye çalışırlarmış böyle yaparak. Sonra ben ona Türkiye’de Kürtlere uygulanan dil yasağını, hatta her yasak başına jandarmanın köylülere 25 kuruş ceza kestiğini anlattım. Çok şaşırdı. Kendi yaşadığı dil yasağının dışında Kürtlere uygulanan dil yasağını da öğrendi. Böyle bir çalışma hazırlıyoruz. Çok ilginç hikayeler var yine. Dil yasağının da etkisi olan pek çok hikaye. Sadece ‘80’lerde değil, ‘Vatandaş Türkçe konuş’ kampanyası sadece İstanbul’da azınlıklara uygulanan bir politika değildi. O zamanlar Kürt nüfusunun yoğun olarak yaşadığı bölgelerde de uygulanıyor. ‘40-50’li yıllarda karşımıza çıkan bu politika ‘80’lerde tavan yapıyor. Bu dönemin hikayelerini derliyorum. Tabii bu hikayelerle bugün siyaset, sanat gibi alanlarla hayatımızda olan insanların hikayesi olacak.


KÜRTÇE DEMEDEN KÜRTÇEYİ YASAKLAMAKTA UZMAN BÜROKRASİ

Gazetecilik yaparken en çok doğuda kaldınız. Türkiye’deki Kürt sorunu üzerine yakın tarihte yaşanılanlara bizzat orada tanıklık ettiniz. Suriye’de oluşan özerk Kürt bölgesi için pek çok tartışma yürütülüyor. Bu gelişmeler için değerlendirmeleriniz neler?

Türkiye’deki Kürt fobisinin tavan yaptığı nokta bu Suriye olayı oldu. Bölgenin dört bir yanına bölünmüş Kürtler yaşıyor. Kuzey Irak’la biraz daha öne geçmişlerdi. Bu arada Kuzey Irak dedik. Şimdi de Kuzey Suriye çıktı. Daha önce böyle bir şey yoktu. Biz ilk bölgeye gittiğimizde Kürt diyemezdik, yazamazdık ki yazsak bile yayımlanmazdı. Özellikle ‘90’lara kadar süren bir durumdu. Türkiye Cumhuriyeti’nin bürokrasisi bir şeyin adını anmadan yasaklama konusunda büyük uzmandır. Mesela Kürtçe’yi yasaklayan yasa çıkardılar. Ama şöyle deniliyordu; ‘Türkçeden başka dillerin konuşulması hakkındaki kanun’ Yani Kürtçe demeden Kürtçeyi yasaklayan bir yasaydı 2931 sayılı Yasa. Medyada hâlâ o dilin ürkekliği vardır ‘Kürt kökenli yurttaşlarımız’ ‘Kürtçe konuşan kardeşlerimiz’... Saddam’ın Halepçe’de Kürtleri bombalamasıyla şaşkınlık yaşanmıştı. Yaklaşık 500 bin civarında Kürt Türkiye sınırından girince ‘Bunlara ne diyeceğiz’ diye şaşırdılar. Kürt deseler olmuyor çünkü egemen dil böyle bir ulusun olmadığını söylüyor. Kürt yoksa bunlar ne? ‘Kuzey Irak’lı dediler. O zaman da şu çıktı; ‘Saddam kimi bombalıyor peki Iraklı Arapları mı?​’ O zaman da ‘Peşmerge’ dediler. Sadece Kürt dememek için 7’den 70’e bütün Kürt halkını peşmerge yaptık. O zaman şöyle bir şey yazmıştım ve tabi ki yayımlanmamıştı. ‘Anladım Türkiye’de Kürt yok, bunlar dağ Türkü. O zaman bu Irak’tan gelenlere dağ Arap’ı, İran’dan gelenlere de dağ Acem’i mi? Diyeceğiz?​’ Böylece bir Kuzey Irak kaldı. Hâlâ daha pek çok kişinin dili varmaz ki Kürdistan Özerk Yönetimi demeye. Aynı sorunu şimdi Suriye’de yaşayacağız galiba. Kuzey Suriye ya da Suriye’nin kuzeyi gibi adlandırmalar devam edecek galiba. Pusula gibi yön vererek konuşur bizim devletimiz ama bir türlü etnik köken belirten bir dile kavuşamadık. Emperyalistlerin cetvelle çizdiği bir haritaya sıkı sıkıya bağlı kalmaya çalışan bir devlet anlayışıyla yüz yüzeyiz şu anda.


BU DEVLETİN ADİL OLDUĞUNA KİM TANIKLIK EDECEK?

Siz çok uzun bir süre gazetecilik yaptınız. Bugünlerde en çok tartışılan konulardan biri de medyaya uygulanan sansür. Gazeteciler tutuklanıyor, ‘izine’ çıkarılıyor, proğramlar kaldırılıyor. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu yaşananları?

Tutuklu gazetecilerden başlarsak, bu yasa çıkarılırken de ciddi bir muhalefet yapılmıştı. En azından farklı insanların bu yasayla yaptıkları işlerden veya muhalefet ettiği şeylerden değil, başka suçlardan tutuklanacağına dair. Şimdi nitekim görüyoruz ki ‘90’ı aşkın gazeteci içerde. Görünür de gazetecilik yaptıkları için değil, terör örgütüne üyelikten, terör düşüncelerini yaymaktan dolayı tutuklanıyorlar. Türkiye’de böyle bir terörist furyası var. 2001 yılında Amerika’da ikiz kulelerin bombalanmasının ardından 35 bin kişi terör suçlarından mahkum olmuş. Bu 35 bin kişiden 12 bini Türkiye’de. Türkiye bu konuda dünya rekortmeni, ikinci sırada da Çin geliyor 7 bin. Görünüşe göre Türkiye’deki hukuk ve iktidar sistemi, terörist üreten bir sistem haline gelmiş. Gazetecileri, aydınları, düşünen insanları terörist deyip içeri atıyorsunuz. Eğer bu kadar çok terörist varsa, zaten bu devletin kendi sistemini sorgulaması lazım. Bu kadar çok terörist üreten bir bünye nasıl oluştu? PKK’ye bakışlarını da bu doğrultuda düşünmeliler. Hangi terör örgütü bu kadar çok oy almış? Bunu düşünmeliler. 8 bin kişiyi tutuklarsınız, parti binalarını, evlerini basarsınız, bir tane bile silah bulamazsınız. Böyle bir hukuk sisteminde adalet olur mu? Olmaz. Biz terörist diye tutuklanan gazeteci arkadaşlarımıza tanıklık ediyoruz ama bu devletin adil olduğuna, bu ülkede adalet olduğuna kim tanıklık edecek? Var mı böyle biri? Onun için bu sistem, bu yapı faili meçhullerle ekarte etmiyor ama tutuklayarak ekarte ediyor. Bir siyasal hareket düşünün ki; Belediye Başkanları, il ve ilçe yöneticileri içerde. Ve bu insanlar silahlı terör örgütü suçundan tutuklanmışlar. Eğer bu kadar çok terörristiniz varsa zaten bu yapının kendisi teröristtir.