19 Kasım 2017 00:43

Büyük resmi gören adam

Hakan Güngör bu haftaki Evrensel Pazar öyküsünde, bir öğrencinin staj yaptığı gazeteden beklentilerini ve yaşadığı hayal kırıklıklarını yazdı.

Paylaş

Hakan GÜNGÖR

Staj yeri bulma sorunum çözüldüğünde, bu fırsatı yakalamış olmaktan çok Yakup Kirişçi’yle aynı gazetede çalışacağım için sevinmiştim. Yakup Bey benim için son derece kıymetli bir isimdi. Yıllarca devrimci mücadele saflarında yer almıştı. Hapis yatmış, işkence görmüştü. Bugün bir merkez medya yayın organında çalışıyor olması onun gerçek bir devrimci olduğuna yönelik inancımı sarsmıyordu. Belki de kaleyi içten fethetmek, mücadelede yeni bir cephe kazanmak adına buradaydı. Benim gibi!

Onu ilk kez bir panelde görmüştüm. Seyrek saçları, hafif göbeği, dağınık kılığı kıyafetiyle insanda bir coşku yaratıyordu. Bu coşkunun sebebi, asla tarağın hizaya getirme operasyonuna teslim olmayan saçları, inadına sağdan soldan dışarıya taşan ve düzene karşı duran gömleği, zinhar delibaşlığından taviz vermeyen sakallarıydı. Yaptığı konuşma hepimizi etkilemişti. Konu futboldu ve sadece tribün anıları anlatmıştı. Bu durumu başta ben de yadırgamıştım. Neden hiç siyasetten, futboldaki mafyalaşmadan, siyasi erkin futbolu hegemonyası altına almasından söz etmedi diye düşünmedim değil. Ancak anladım ki, zamanını bekliyordu.

Panelden birkaç ay sonra yazı işleri müdürlüğü yaptığı gazetede staja başlamıştım. Gazetedeki ilk günümde onu gözlerim beyhude aradı. İkinci ve üçüncü gün de öyle. Sonradan öğrendim ki bir İtalya seyahatindeymiş. Oradaki üzüm bağlarını gezmekte olduğu ve birbirinden lezzetli şaraplar tattığı konuşuluyordu. Ben ise o tarihlerde İtalya’da düzenlenen “Dünya Mücadeleci İşçiler Birliği” toplantısına katılmak için bu ülkeye gittiğine emindim. Doğaldır ki, saklıyordu bunu. Sosyal medya hesaplarından paylaştığı şarap kadehli fotoğraflarının dikkat çekmemek için olduğunu bilecek kadar deneyimliydim. 

O günleri istihbarat servisinde basın bültenlerinden haber devşirmeye çalışarak geçirdim. Pek iş düşmüyordu bana. Ufak tefek ilanlar, yakınlarda çıkan bir yangın, bakanlığın sitesinde açıklanan angus ithalatına yönelik istatistikler... Bunlarla uğraşacak insan değildim, ideolojik birikimimi bu haberlerde ortaya koyamazdım ama dayanmalıydım. Tabii işleri kolaylaştıran bir gelişme de Ayla’nın işe başlaması olmuştu. Bu esmer güzeli kızın tam bir meslek aşığı olduğunu fark ettiğim günden sonra ona ilgim had safhaya ulaştı. Gece gündüz ajansların geçtiği haberleri takip ediyordu ve iletişimimiz son dakika gelişmeleriyle sınırlıydı. Onun bana sadece haberlerden bahsetmesinin anlamını kısa sürede kavradım. Mesleğini bu kadar seven bir kadın, en sevdiği şey olan haberi ve haberciliği bana anlatıyorsa, demek ki bana karşı bir şeyler hissediyordu. Bu ince uzun, havalı, narin kadının en çok konuştuğu kişi olmak adeta bir ayrıcalıktı. Ne konuşulduğunun bir önemi de yoktu hani... Ne var ki, bu gazeteye bir mücadele yürütmek için gelmiştim ve duygusal meselelere ayıracak vaktim yoktu.

Bir sabah işe geldiğimde Yakup Kirişçi’nin kapısının aralık olduğunu gördüm. Sesi işitiliyordu. Heyecandan yerimde duramıyordum. Onunla tanışmak için can atıyordum. Muhtemelen benle konuşurken kapıyı kapatacaktı ve derhal bir iş bölümü yapacaktık. Kritik haberlerde iletişime geçecektik. Haberlerde sol retoriği önce belli belirsiz, sonra da enikonu kullanmaya başlayacaktık. Görüş alırken yakın olduğumuz devrimci sendikalardan mutlaka demeç alacak, tasarımcıya bu görüşleri parlatmasını söyleyecektik. 

Cesaretimi toplayıp yanına gittim. Kendimi tanıttım. Öğrenci olduğumu, sınıf mücadelesi için gazetecilik yapacağımı söyledim. Türkiye solu üzerine kitaplar yazmak istediğimi belirttim. “Bol şans koçum” dedi gülümseyerek. Bir puro yaktı. Purodaki şifreyi çözüp aramızdaki devrimci dayanışmayı taa yüreğimde hissettim. Kimi arkadaşlarım onu dönek olmakla suçluyordu. Ne büyük gafletti bu böyle... Yakup Bey’in geçmişi parıl parıl parlıyordu! O sırada muhabirlerden biri odasının yakınlarında gezinmeye başladı. Ne diye boş boş dolaşıyordu ki bu böyle! Yoksa bizi mi dinliyordu? Yakup Bey, muhabiri görünce bana dönüp “Bi’çay getirir misin?​” dedi. Gerçekten çok akıllıca bir hamleydi. Benimle fikri bir teması olmadığı izlenimi yaratmaya çalışıyordu. Çay ise başka türlü bir metafora işaret ediyordu. Evet ufukta güneş yoktu, ama insanlara lazım gelen ve onların içini ısıtacak şey bizim davamızdı. Çayı götürdüm ve başımı hafifçe sallayarak mesajı anladığımı belli ettim. Taktik ve stratejimiz yavaş yavaş demleniyordu. Emindim. O büyük resmi görüyordu.

Ayla, Yakup Bey’i tanımıyordu. Devrimci geçmişinden bahsettiğimde pek ilgi duymadı konuya. Ne zaman konuyu Yakup Bey’le ilgili dinlediğim hapishane anılarına getirsem konuyu değiştiriyor, Kırşehir’de meydana gelen kazada ağır yaralananlardan, Adana’daki patlamadan söz ediyordu. Mesajı alıyordum elbette. Belli ki önceki ilişkisinden ağır yaralı ayrılmıştı. Ama şimdi ben vardım ve yüreğindeki patlamalara engel olamıyordu. Bu kız sahiden benden hoşlanıyordu...

Yakup Bey hafta boyunca benimle doğrudan temas kurmadı. Bir iki kez çay için seslendi, götürdüm. Gerçek bir taktik ve strateji insanıydı. Doğru zamanı kolluyordu. Yazı işleri toplantıları masamın hemen yanındaki odada olduğundan konuşulanları duyuyordum. Başbakanın adını anarken “sayın” diyordu. Bu jargon ve deha karşısında mest oluyor, ona giderek daha çok imreniyordum. Dikkat çekmiyor, doğru anı kolluyordu. 

Bu sırada kimi solcu arkadaşlarım neden hâlâ devrimci sendikaların görüşlerine yer verilmediğini, katliamların görmezden gelindiğini, grevlere dair tek satır haber yapılmadığını sormaya başladı. Bu yaklaşımları tecrübe ve strateji eksikliğinden kaynaklanıyordu. O bir ustaydı, eski tüfek bir devrimciydi. Doğru anı kolluyordu. Toy değildi, erken öten horoz olursa bütün bir hareket planı suya düşebilirdi. 

Metal sektöründe büyük grevin patlamasıyla birlikte o geceyi uykusuz geçirdim. Dakika dakika olup bitenleri takip ettim. Uykulu gözlerle gazeteye gittiğimde, içimde bir şeylerin değişeceğine dair kuvvetli bir his vardı. Gazetede Ayla’yı masasında çalışırken buldum. Yanına yaklaşıp “Günaydın Ayla, naber?​” diye sordum. “Ne haber”i duyunca hemen, “Çorum’da kaza olmuş. 2 yaralı var. Bir de Mehmet Savran’ın omzundaki sakatlığı ağırmış, 6 ay futbol oynayamayacak” dedi. “Ne Mehmet Savran’ı, ne diyosun Ayla?​” diye sordum. “Mehmet’i bilmiyor musun, Türkiye’nin en yakışıklı futbolcusu” dedi. Bir an için bozuldum, “İyi, bundan sonra haber konularını da ona anlatırsın, hem sakatmış, sıkılıyordur” dedim. “Sen neden sinirlendin ki şimdi, ne oluyor!” diye çıkıştı. “Ajans geçer neler oluyormuş, sen bak oraya, neden sinirliymişim onu da oradan takip edersin!” diye cevap verdim sinirle. Gözlerim doldu nedense, ah ben ve küçük burjuva özentisi adetlerim! Gözyaşlarıma hakim olmalıydım! O sırada toplantı odasından bir ses yükseldi. Yakup Bey, “Hakkımızı yedirmeyeceğiz” diyordu, “Hesabını soracağız” diye bağırıyordu! Müdürlerden birinin “Haksızlık yok” çıkışı karşısında daha da hiddetlendi. “Yürü git lan! Bırakın bu ayakları. Hakkımızı söke söke alacağız” deyip kallavi bir küfür patlattı! Belki de yarın gazete kıpkırmızı bir logo ile çıkacaktı. Belki de işçi grevi manşet, öğrenci eylemleri sürmanşet olacaktı. Ayla’yı bile unuttum o anda, bağrış çağrış sürerken kapının eşiğine geldim. İçeri girip slogan atmaya başlayacaktım. Ama hangisini? O sırada tekrar sesi çınladı: “Bu Allah’ın belası yerde haksızlıklar bitecek. Bitecek!” Sonra bir dizi küfür daha sıraladı. Kullandığı feodal çağrışımlı ifadeler, cinsiyetçi söylemler eleştirilebilirdi. Ama yine de bu tartışma ertelenebilirdi. “Faşizme karşı omuz omuza!” diye odaya dalmaya karar verdim. Gözlerimden yaşlar boşandı. Tam içeri adım atacakken, çatallaşan sesiyle tekrar bağırmaya başladı: “Dün 2 penaltımız verilmedi. Adamın omzu kırıldı, faul bile çalınmadı! Başlarım böyle maça. Federasyon göz yumuyor ama yedirmeyeceğiz hakkımızı!” Neye uğradığımı şaşırdım. Artık gözyaşlarım süzülmeye başlamıştı. Hayatım boyunca yaşadığım en ağır hayal kırıklığıydı bu. Dışarı çıkamıyor, tam olarak içeri de giremiyordum. O sırada ekonomi editörü beni gördü. “Oğlum neden ağlıyorsun?​” diye sordu. Herkes bana bakıyordu. Gözyaşlarımı koyuverdim ve hıçkıra hıçkıra, “Mehmet Savran 6 ay yokmuş” diyebildim.

ÖNCEKİ HABER

Gençken sevdiğimiz şarkıları neden ömür boyu unutmayız?

SONRAKİ HABER

Bozkırda bir Selanikli

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...