21 Ekim 2017 00:31

Ünal: Sonuçları en ağır şekilde yoksul halk kesimler yaşıyor

Prof. Dr. Işıl Ünal, eğitim sisteminde son dönemde yapılan değişiklikleri Evrensel'e değerlendirdi.

Paylaş

Derya KAYA
Ankara

Eğitim sisteminde son dönemde yapılan değişiklikleri yorumlayan Prof. Dr. Işıl Ünal, merkezi sınavların ne kadar iyi hazırlanmış olurlarsa olsunlar, eğitime erişimdeki eşitsizliği artırdığını ve sonuçlarını da en ağır şekilde yoksul halk kesimlerinin yaşadığını söyledi. 

Eğitim müfredatından merkezi sınavlara yaşanan hızlı değişim ve dönüşüm birçok kesim tarafından kaygıyla takip edilirken itirazlar da yükseliyor. Bu yıl hem lise hem de üniversite giriş sisteminde değişiklikler yaşanırken hem öğrenciler ve öğretmenler, hem de veliler bu sürece ilişkin kaygılarını sık sık dile getiriyor. Eğitimde yaşanan son süreci Prof. Dr. Işıl Ünal ile konuştuk.

eğitim

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamalarının ardından bu sene hem lise hem de üniversiteye giriş sınav sistemi değişti. Neden sürekli değişiyor sınav sistemi?

Türkiye’de merkezi sınav sistemi çok sık değiştiriliyor gerçekten. Ne demek istiyoruz “sık” değiştiriliyor derken? Uygulanmakta olan sistemin olumlu/olumsuz sonuçları bilimsel araştırmalarla ve somut göstergelerle ortaya konmadan yeni bir sınav sistemine geçileceği açıklanıyor. “Açıklanıyor” diyorum, çünkü toplumda tartışılmıyor ve kim, ne zaman hazırladı bilinmiyor. En son değişikliğin açıklanması, sizin de belirttiğiniz gibi, farklı biçimde yapıldı. Büyük bir ihtimalle sürmekte olan hazırlığın sonuna gelinmişti, Cumhurbaşkanı “TEOG kaldırılmalı” dedi ve kaldırıldı. Yükseköğretime geçiş ile ilgili sınav sistemi ise öğretim yılı başladıktan sonra il?n edildi. Üstelik her seferinde tekrarlanan bir durum var: Açıklanan her yeni sistem, çok açık bir biçimde teknik ve uygulanabilirlik açısından sorunlu yanlar taşıyor. Genellikle gözlenen ise, şikayetlerin alınmasının arkasından bir-iki düzeltmeyle uygulamanın başlatılması oluyor.

‘YANITI VERİLMESİ GEREKEN SORULAR VAR’

Türkiye’de son zamanlarda oluşan teamülün aksine, aslında eğitim sisteminde yapılacak her düzenlemede, temel bazı soruların yanıtının verilmesi gerekir. Niye yapılmıştı, niçin başarılı olmadı ve şimdi getirilen düzenleme ile öncekinin sakıncaları nasıl ortadan kaldıracak? Toplumun hangi kesiminin bu uygulamadan ne ölçüde ve ne yönde etkileneceği beklenmektedir? Hangi toplumsal sınıftan, inanç grubundan, hangi etnik ve cinsel kimliğe sahip toplum kesimleri bundan “ne yönde” ve “ne ölçüde” etkilenecektir? Bu soruların yanıtlarını veremediğimizde, değişimin yol açacağı sonuçların hesabını da veremeyiz. Türkiye’de maalesef topluma karşı bu sorumluluk hissedilmiyor. O nedenle düzenlemelerin nedenlerini de sonuçlarını da hep tahmin etmeye çalışıyoruz.

eğitim

‘TALEP EDEN KİM, NE TALEP EDİYOR?​’ BİLMİYORUZ

Sınav sisteminin sürekli değişmesi nasıl bir etki yaratıyor?

Merkezi sınavlar ne kadar iyi hazırlanmış olurlarsa olsunlar, eğitime erişimdeki eşitsizliği artırırlar. Bunun sonuçlarını en ağır şekilde yaşayanlar da yoksul halk kesimleri olur. Çünkü onların çocuklarına başka seçenekler sunulmaz. Türkiye’de sınavla geçişler kural haline getirildiği için, aileler sınav yapılmasına değil sınavların değişmesine tepkililer. Çocuklarının gelecekteki gelirlerini, yaşam standartlarını merkezi sınavlardaki başarılarına bağlı görüyorlar. Bu nedenle bir sonraki eğitim düzeyine geçmek için girilen merkezi sınavlar ailelerin çocukları için yaptıkları neredeyse en büyük harcamalara neden oluyor. Doğal olarak da çocuğun başarısı çok önemli. Sınav sistemlerindeki ani değişimler ana-babaları ne yapacağına karar veremez, tedirgin bir durumda bırakıyor. Çünkü bir yıl önce belirlediği yol haritasını bırakıp her şeyi kısa sürede ve yeniden planlaması gerekiyor. Belki yeni kaynaklar bulması da. Bu nedenle de uzun bir süredir Türkiye’de eğitim sisteminde istikrarın olmamasından şikayet ediliyor. Toplumda konuyla ilgili bir tartışma sürdürmeden, ansızın yapılıyor. Ama her seferinde de halktan bu konuda “talep” geldiği söyleniyor. Talep edenlerin kim olduğunu, tam olarak neyi “talep ettiklerini” bilmiyoruz. Bir türlü esas tartışmamız gereken konuya gelemiyoruz.

eğitim

‘DEĞİŞİKLİKLERİN HEPSİ KADINLARIN ALEYHİNE’

Yapılan düzenlemeler ihtiyaçlara cevap verebiliyor mu?

Eğitim sisteminde yapılan düzenlemelerin bu görünümü içinde yakalayabildiğimiz en çarpıcı özellik, düzenlemelerle gelinen noktada Türkiye eğitim sisteminin giderek daha dar bir toplumsal kesimin “ihtiyaçlarını” karşılar bir niteliğe bürünmesidir. Bununla bağlantılı olarak belirtebileceğimiz ikinci bir nokta da, değişikliklerin hepsinin kadınların aleyhine işlemesi. Örneğin 4+4+4 düzenlemesi özellikle kız çocuklarının belirli bir yaştan sonra okul dışında kalmasını kolaylaştırdı. Bu, Eğitim Sen’in 2015’teki araştırmasıyla ortaya kondu. İslamiyetle ilgili derslerin artırılması ve Sünni İslami kültürün okullarda egemen kılınmaya çalışılması da kadınlar (kılık kıyafet başta olmak üzere) üzerindeki baskıyı artırdı. Bu, okulda ve sokakta kadına yönelik şiddetin artmasına yol açtı. Bunu kuşkusuz mahkemelerin belirgin biçimde ortaya koyduğu “erkeği kayıran” tavır pekiştirdi. Söz konusu kültür, diğer inançlar ve farklı yaşam tarzlarını benimseyen ailelerin çocuklarını ve tabii aileleri ciddi ölçüde tedirgin etti. Eğitimdeki toplumsal ayrışma giderek artmaya devam ediyor. Olanağı olan ana-babalar çocuklarını baskının, şiddetin görece az olduğu okullara, daha çok da özel okullara gönderiyorlar. 

‘MERKEZİ SINAVLAR BİLGİYİ ARAÇSALLAŞTIRIYOR’

Birçok kesimin merkezi sınavlara ilişkin eleştirileri var. Sizce eğitimde hak eşitliği sağlıyor mu bu merkezi sınavlar?

Evet, sınavlar eleştiriliyor ama dediğim gibi, sınavların nasıl olması gerektiği tartışılıyor. Ülkede merkezi sınavlar o kadar yerleşti ve benimsendi ki, sınavın kendisini değil, sınavın nasıl yapılması gerektiğini tartışan bir toplum olduk. Sınavsız bir dünya düşünemez olduk. Hatta sınavlarda ne sorulduğu bile tartışılmaz oldu. Oysa, merkezi sınavlar, sadece ilgili eğitim düzeyine öğrenci geçişini sağlayan ve bu nedenle de geçişlerdeki eşitsizliklere ve adaletsizliklere neden olan mekanizmalar değildir. Sınavın içeriği, yani sorulan soruların ağırlıklı olarak hangi derslerden oluştuğu, öğrencilerin “öğrenmeye değer” buldukları konu ve dersleri belirlemektedir. Üstelik, merkezi sınavlara hazırlanma üzerine kurulu bir öğrenim hayatında öğrencilerin bilgiyle ilişkileri tamamen araçsallaşmaktadır. Yani artık gençler onlara kazanç (sınavı kazanma, işe girme, daha fazla para kazanma, vb.) getirecek bilgileri öğrenmeye, diğerlerini öğrenmemeye koşullanmaktadırlar. Ana-babalar da öğrenciler de ve hatta öğretmenler de bunun zaten böyle olması gerektiğine giderek daha fazla inanma eğilimi göstermektedirler. Bu çok tehlikeli bir durum.

 “Hak eşitliği”nden kastınız “eğitime erişimde” eşitliğin sağlanması ise, elbette bunu sağlamaktan çok uzak bir işleyiş söz konusu maalesef. Çünkü farklı toplumsal kesimlerden gelen öğrencilerin gerek devam ettikleri okulların niteliği, gerekse onların sınava hazırlanma süreçleri ve sahip oldukları olanaklar birbirinden çok farklıdır. Bu demektir ki “sınav” herkes için “aynı sınav” değildir. 

‘EĞİTİMİ HAK OLARAK GÖREN BİR SİYASİ İRADE GEREKLİ’

Ama eğitim hakkından, eğitimin hak temelinde inşa edilmesinden söz edeceksek, bu çok farklı bir şey. Eğitimin hak temelinde örgütlenmesi, eğitimi hak olarak gören bir siyasi irade gerektirir ve bu durumda müfredattan tutun da öğrenme ortamına kadar her şey çok kültürlülük temelinde oluşturulur. Bu durumda, okullarda farklı kültürel kesimlerden gelen bireylerin (öğretmen, öğrenci, yönetici), eşitlerarası bir ilişki içinde bir arada etkileşimde bulunduğu, öğrenme sürecinin herkes için bir özneleşme süreci olarak kurulduğu bir eğitim ortamından bahsediyoruz demektir. Merkezi sınavlar ise, rekabeti ve bireyciliği pekiştiren uygulamalar olduğundan ve insanları kendini geliştirmeye, merak ettiğini öğrenmeye değil de sınavı kazanmasını sağlayacak bilgiyi öğrenmeye yönlendirdiği için, öğrenme ortamını özneleşme süreci olmaktan çıkardığı gibi, okulda ayrıştırıcı, kendine ve topluma yabancılaştırıcı bir ortam yaratır.

‘ARAŞTIRMA ÜNİVERSİTELERİ İÇİN TASFİYELERİN YAPILMASI BEKLENMİŞ’

Üniversitelere de bakacak olursak 10 yeni araştırma üniversitesinin kurulacağı açıklandı. Araştırma üniversitelerinin farkı ne olacak? 

“ARAŞTIRMA üniversiteleri” konusundaki bilgilendirmeyi YÖK Başkanı yaptı biliyorsunuz. 10 asil, beş yedek üniversite belirlenmiş. Araştırma üniversitesinin özellikleri olarak sayılanlar, aslına bakarsanız her üniversitenin sahip olması gereken özellikler. Belirlenen üniversitelere baktığımızda, bunların arasında “büyük üniversite” olarak bilinenler var ama böyle bilinmeyenler de var. Şu anda hangi ölçütlerle bu üniversiteleri seçtiklerini açıklamadılar. Bu konuda ne gibi düzenlemeler yapılacağını ya da yapılıp yapılmayacağını bilmiyoruz.  Ama araştırma üniversitesi olmanın, daha fazla “araştırma fonu” getireceği anlaşılıyor. Paranın hangi araştırmalara verileceği, hangi öğrencilerin araştırmaya dahil edileceği, üniversite yönetiminin bu fonun ne kadarına el koyabileceği önemli. Bu koşullar altında beş yedek üniversitenin daha kritik durumda olduğunu belirtebiliriz. Onların, “araştırma üniversitesi” olabilmeleri için hayli “söz dinlemeleri”, terbiye edilmeleri gerekecek gibi görünüyor.  Araştırma üniversitesi meselesi daha önce de çeşitli zamanlarda gündeme getirilmiş bir konu. Ama uygulamaya geçirmek için üniversitelerde en büyük ölçekli tasfiyelerin yapılması beklenmiş gibi görünüyor. Yaklaşık bir-bir buçuk yılda Türkiye’deki 81 ildeki 117 üniversiteden 5 bin 717 akademisyenin “ihraç edilmiş” olduğunu ve bunlardan yalnızca 140’ının göreve iade edilmiş olduğunu biliyoruz. Kamu görevinden çıkarılan akademisyenlerden 380’i barış akademisyeni, yani barış bildirisine imza attıkları için üniversite dışına çıkarıldılar. Öğretim elemanlarını, barış bildirisi imzacısı olduğu için KHK’lerle üniversite dışına çıkaran rektörler, şimdi üniversitelerinde bilimsel araştırma için gerekli “akademik özgürlüğü” nasıl sağlayacaklar?  Bu büyük tasfiyenin yarattığı korkunun ve OHAL koşullarının devam ettiği bir ülkede “araştırma üniversiteleri” tanımlamak ve bunu bilim ve teknoloji ithal eden bir ülke olmaktan kurtulmak için yaptığını söylemek sizce inandırıcı olabilir mi? Düşünce özgürlüğünün olmadığı bir ülkede “akademik özgürlük”ten nasıl söz edilebilir? Barış isteyenlerden arınmış üniversitelerde nasıl bir bilim yapmayı, toplumsal/doğal gerçekliği anlamayı hangi yollarla başarmayı düşünüyorlar? 

 {{332978}}

 {{333833}}

 

ÖNCEKİ HABER

Hak savunucularına açık mektup: Kara gözlere selam olsun!

SONRAKİ HABER

Ovacık Kooperatifi’nin doğal ürünleri İstanbul’da

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...