17 Eylül 2017 02:13

Sokağın çığlığı

'İnsanlar gelip geç-meye devam ediyordu. Cuma namazı çıkışı da böyle olmuştu, yakın yerdeki pazar yerinin dağılmasında da aynı şey oluyordu.'

Paylaş

Alper KAYA

Kalabalık dağılırken daha da endişelendi. Önüne baktığında, beyaz mendilin üstünde tek tük bozukluklar gördü. Bu durum, endişesini daha da arttırdı. Cılız sesi belli belirsiz birkaç ton yükseliverdi.

“Allah rızası için!”

Bu birkaç tonluk yükselme dahi kâr etmemişti. İnsanlar gelip geçmeye devam ediyordu. Cuma namazı çıkışı da böyle olmuştu, yakın yerdeki pazar yerinin dağılmasında da aynı şey oluyordu. İnsanlar nadiren onu duyuyor, şöyle bir bakıp geçiyorlardı. Ne düşündüklerini anlayabiliyordu. 

Yıllardan sonra artık anlamaya başlamıştı.

Üç çeşit insan vardı.

Kimisi ona bakıyor, yüzünü buruşturuyordu. Orada olmaması gerektiğini düşünüyorlardı. Hatta hiç var olmaması gerektiği kanaatindeydiler belki de. Yüzünü buruşturan bir grup daha vardı, onlar da güvensizdi. “Çalışabilecekken neden dileniyor ki?​” diye düşünüyorlardı muhtemelen. Üçüncü grup ise, acıyordu. En çok o grup yaralıyordu aslında. 

“Allah rızası için!”

Gene kimse durmamıştı. Duraksamamıştı bile. Neredeyse üstüne basıp geçilecek kadar kalabalık olan sokağın nüfusu git gide azalıyordu ama önünde kimse durmuyordu.

Çalışsa, çalışırdı. Bunu düşünenlere de sinirleniyordu.

En son bir inşaat işinde çalışmıştı. Günlüğü otuz kağıda. Üçüncü gün, iş arkadaşlarından birisi beline bağlaması gereken halatı bağlamadığı için üçüncü kattan düşmüştü. Takım elbiseli bir adam gelip kendisinin hepsine halatı bağlamalarını gerektiğini söylediğini ama onun bunu dinlemediğini beyan etmeleri konusunda baskı yapmıştı. İş arkadaşı apar topar hastaneye kaldırılmış, şantiye şefinin talebiyle sigorta girişi de hızlıca yaptırılmıştı.

Yevmiyesini o akşam almış, bir daha da oraya gitmemişti. Canından olmaya niyeti yoktu.

“Allah rızası için!”

Onun öncesindeki işini anımsadı. Bir fabrikada, koli katlıyordu. Allah var, eli de hızlıydı. Bu yüzden bir hafta boyunca güzelce çalışmıştı. Sonra fabrikaya bir baskın yapılmıştı. İhbar var, denmişti. Hepsinin sigorta kayıtları kontrol edilmiş, fabrikadaki yüz kişinin sekseninin sigorta kaydı olmadığı ortaya çıkınca hem çalışanlara hem de patrona ceza kesilmişti.

İş yerinden kazandığı bir haftalık para da cezaya gitmişti.

İkinci hafta işi bıraktı.

Önündeki mendile baktı. İç çekti. Son bir gayretle, diyaframındaki son nefesi üflercesine çığırdı:

“Allah rızası için!”

Yok. Gene kimse duymamıştı. Tekrar iç çekerken, elinde beyaz poşetle yürüyen bir adamın kendisine baktığını gördü. Annesi hastalanmış olmasa, mendil açıp sokaklarda oturmazdı. Son çare olarak gördüğü için bu yola girmişti. Adamın kendisine hâlâ bakıyor olması üzerine beyaz poşetli adamın üç gruptan hangisine girdiğini merak ettiğini düşünerek kafasını mahcup bir edayla kaldırdı. 

Adamı tanımıştı.

Bu, inşaat işinde kaza geçiren iş arkadaşıydı. Yaşı kendisinden büyüktü, o yüzden endişelenmişti onun için ama yürürken aksaması haricinde pek bir şeyi yok gibi görünüyordu. Adam da onu tanımış olacak ki, yanına yaklaştı.

Uzanıp el edince, onun elinden destek alarak ayağa kalktı. Yerdeki mendili buruşturup içindeki bozukluklarla beraber cebine doğru yuvarladı. Adamın yanında yürümeye başladı. Hiçbir şey konuşmadılar. Sokağı dönünce bir kahve görünmüştü. Dışarıdaki masalardan birine oturdular. Adam birer çay söyledi.

Dönüp yüzüne baktığında, utanmıştı. Kafasını hafifçe eğdiyse de adamın delip geçen bakışları hâlâ üzerindeydi.

“Elli beş yaşındayım.” diye söze girdi. O sırada çaylar gelince sustu.

“Elli beş yaşındayım, inşaatlarda çalıştım. Matbaalarda çalıştım. Getir götür işleri yaptım. Bak, bu poşette ne var?​”

Göz ucuyla poşete baktığında tek tük, hafif çürük meyve ve sebzeleri seçti.

“Pazar dağılmak üzereyken gelip atılacak meyve sebzeleri ayıklıyorum. Elli beş yaşındayım, belki bir gün sigortam yapılmıştır o da şu düştüğüm gün… Sen kaç yaşındasın?​”

Duraksadı. Yirmi iki, deyiverdi bir çırpıda. Adam bir ıslık çalmıştı.

“Yirmi iki! Ben yıllarımı boşa harcadım, sen de o yolda ilerliyorsun. Hatta, daha da hızlıca harcama yolundasın.”

Çayından birkaç yudum içerken sandalyesine yaslanmıştı. Eliyle masada tempo tutarak, kendisine soran bakışlar atan genç adama bakıyordu.

“Sorgula! Neden hakkının yendiğini sorgula… Ben yapamadım, sen yap. Yoksa sonun bu olur…”

Elindeki poşeti kaldırmıştı. Sonra karşısındakine baktı.

“Gerçi, bu son gene iyiymiş. Hâline bir baksana! Pırıl pırıl çocuksun!”

O an, sadece üç gruba ayrılmadıklarını anladı çocuk. Dördüncü bir grup vardı ve en acımasızı oydu. Kendisine bakmasını isteyen bir gruptu. Sorgulamak, en zoruydu.

Hayatının en acı çayını içti orada.

Bir daha onu sokaklarda gören olmadı. Kendisi de dahil.

(Fotoğraf: Ayşegül Kaycı)

ÖNCEKİ HABER

Rüzgar İpar’dan yana essin...

SONRAKİ HABER

Gamsızın günlüğü

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...