21 Temmuz 2012 16:20

Genciz ‘özgürlük’, Kadınız ‘gerçek eşitlik’ istiyoruz!

“Özgürlük Gelecektir” şiarıyla düzenlenen, pek çok atölyenin yürütüldüğü Gençlik Kampı’nda bir de kadın çalışmaları atölyesi vardı. 4 senedir olduğu gibi bu sene de atölyede; güncel politik konulara değinmeyi ama bunun yanında bugüne nasıl gelindiğini tartışmaktı ama&cce

Genciz ‘özgürlük’, Kadınız ‘gerçek eşitlik’ istiyoruz!
Paylaş
Özge Ayaz

Kamp katılımcılarının büyük çoğunluğunun liseli olması, atölyenin de profiline yansımıştı. Atölye katılımcılarının çoğu kadın sorununa duyarlı, bu alanda bilgi birikimi oluşturmak isteyen liseli genç kadınlardan oluşuyordu. Her atölyeyi kamp katılımcılarıyla birlikte 1 gün önceden hazırlamamız bize neyi nasıl paylaşmamız gerektiği konusunda yol gösterici oldu. Atölye katılımcılarımız tümden “azade” değildi elbette kadınlık ve erkekliğe ilişkin genel geçer algılardan. Önemli olan bunlara karşı soru sormayı öğrenmemiz, birlikte verdiğimiz cevaplardan yaşamın tümüne dair sonuçlar çıkarabilmemizdi. Başarabildik mi? Bizce evet. Neler mi yaptık? İşte başlık başlık atölye…


KADIN EMEĞİ: NEREDEN NEREYE?

Kadınların sosyal ve ekonomik haklarında yaşanan gerilemeler, iş ve ev yaşamı arasında kaybolup giden kadın yaşamlarının daha fazla güvencesizliğe ve ucuz işçiliğe mahkum edilmesi… Bütün bunlarla birlikte Dünya Bankasının 2012’yi “Kadın Yılı” ilan etme gerekçesinde ifade edilen “eşitlik kârlılıktır” sözünün kadınların hayatına güvencesiz, esnek ve örgütsüz çalışma modelleri olarak dönmesi… Bütün bunları kadın emeğinin tarihsel gelişiminden ve bugünkü konumundan bağımsız düşünemeyeceğimiz için binyılların birikimini birkaç saate sığdırarak bugünü anlamaya, yarını kurmaya çalıştık. Her toplum düzeninde, kadınların üretim araçları üzerindeki hakimiyetinin giderek yok olması ve bugün açısından artık kadınların eve hapsedilen “Ucuz üreten” olması ile Sovyet Rusya deneyiminin bize gösterdiklerini tartıştığımız  bir atölye oldu. Kısıtlı zaman ve bazı katılımcılar açısından bu tartışmanın “çok yeni” olması, bazı katılımcılar açısından ise “Üzerine çok söz söylenecek” şey olması nedeniyle asıl varmak istediğimiz sonuca tam anlamıyla varamadık. Atölye başlangıcında asıl muradımız, “Topluma karakterini veren üretim biçimleri içinde yer aldığı ölçüde kadının toplumdaki gücünün arttığı” gerçeğinin tarihsel örneklerini konuşmak ve bugünü yarına bağlayan mücadelede, kadınların taleplerinin ana ekseninin ne olacağını tartışmaktı. Belli ki biraz eksik kaldık, bu da nazar boncuğumuz olsun!


KADIN ÇALIŞMALARI ATÖLYESİNDEYİM, ÇÜNKÜ…

Genç kadınlar olarak yaşadığımız sorunları sanki sadece biz yaşıyormuşuz gibi düşünüyor ve susuyoruz. Üstüne bir de yaşadıklarımızın utanılması gereken şeyler olduğu öğretilince iyice baskılanıyoruz. Atölyemizin ilk amacı da birbirimize açık olmayı sağlayabilmekti. Tanışmaya vesile olsun diye bir top aldık elimize, her tutan derdini anlattı. “Bu atölyedeyim, çünkü”nün devamı şu cümlelerle geldi: “Ayrımcılığa karşı nasıl mücadele edeceğimi tartışmak için”, “Kadınların cinsel obje olmaması için”, “Kadınların üreme makinesi olarak görüldüğü bir dünyada bir yerden başlamak gerektiğini düşündüğüm için” “Kadınların sevilmediği bir toplumda kendimi değerli görebilmek ve gösterebilmek için”, “Bir erkek olarak bu sorunu birlikte çözmek gerektiğini düşündüğüm için”. Evet, erkekler de atölyemize katıldı ve katılan tüm erkek arkadaşlarımızın Kürt olması dikkat çeken bir ayrıntı oldu.  Ayrımcılığı ilk hissettiğimiz anları konuştuk. Erkekler önce “Biz karşılaşmadık ayrımcılıkla” demişlerdi, “Küpe var kulağında, ne dediler ilk gördüklerinde” diye sorulduğunda verilen “Erkek adam küpe mi takarmış dediler” cevabı cinsiyet eşitsizliğinin sonuçlarından herkesin etkilendiğini görmemizi sağlamıştı. Fark etmek her şeyi hemen değiştirir mi peki? Hayır. İlk gün katılımcılarımızdan birinin “Ben küçükken yüksek sesle konuştuğumda, kız dediğin bu kadar yüksek sesle konuşmaz derlerdi bana” cümlesinin içimize işlemişliğini, atölye boyunca arkadaşlarımıza sürekli “Yüksek sesle konuşur musun, duyamıyoruz” demek zorunda kaldıkça hatırladık.


EĞER KÜRTAJ YASAKLANIRSA…   

İkinci günkü konu başlığımız ise son aylara damgasını vuran “kürtaj tartışmaları” oldu. Peki genç kadınlar ne düşünüyordu? Bu konuyu 3 başlıkta konuştuk: İlki “Devlet Büyükleri”nin farklı dönemlerde kadın bedeni, emeği ve kimliği üzerinden yaptığı açıklamalar ile kürtaj tartışmaları sırasında sarf ettikleri sözler arasında nasıl bir bağlantı olduğunu tartışmaktı. Çıkan sonuç; aslında kadın bedeninin denetim altına alınma çabası ülkemizde her dönem görülüyor. Kürtaj serbest bırakılırken dönemin Sağlık Bakanının “Öyle pırt pırt doğurmak olmaz” demesi, bugün ise Başbakanın çocuk doğurmaya yönelik söylemleri, durumun yalnızca bir sağlık sorunu olmadığını, nüfus ve emek politikalarının bedenimizi işgal eden yönlerini de açığa çıkarmamız gerektiğini gördük.
İkinci başlığımız “yasak kürtaj”dı. 5 farklı ülkenin deneyimlerine bakarak kürtaj tartışmalarının tarihsel olarak nasıl ilerlediğini konuştuk. Polonya modelini tartışırken yasağın ardından illegal kürtaj ve kadın ölümleri oranlarındaki artışa rağmen, genç kadınların büyük çoğunluğunun her ne olursa olsun kürtaj yasağını desteklemesi bizleri en çok şaşırtan şey oldu. Çarpıcı bir tablo daha vardı elimizde; Kürtajın yasal olduğu Finlandiya’da yılda 10 bin 423 kürtaj operasyonu, kürtajın yasak olduğu Polonya’da ise 200 bin kürtaj operasyonu gerçekleştirilmişti. Yasağın doğurduğu “kürtaj turizmi”nin ise ekonomik durumu iyi olan kadınlar açısından bir “yöntem” olduğu, ama yoksul kadınların en kötü koşullarda kürtaj yaptırma zorunluluğu ile karşı karşıya bırakıldığı da somut örneklerden açığa çıkıyordu.
Üçüncü başlığımızda ise Nazi Almanya’sında özellikle kadın bedeni üzerine kurulan politikalara baktık. Hitler’in ve Nazi subaylarının söyledikleri, tarihe bir not düşülen anılar ve belgeler, kadını “3 K” yani çocuk, mutfak, kiliseye sıkıştıran Nazi mantığının bugünün Türkiye’sinde bize hiç de yabancı gelmemesi çok manidardı.


DİLSİZ, YOKSUL AMA MÜCADELECİ...

“Kürt kadını deyince aklınıza ne geliyor, Kürt kadını neden eşitsizlerin içinde daha eşitsiz?​” sorusuyla başlattık bir sonraki oturumumuzu. “Çünkü savaş ortamındadır Kürt kadınları, zorunlu göçe maruz kalmışlardır, ana dillerini konuşamazlar, sağlık hakkından yararlanamazlar hatta yanlış tedavi olurlar, işe alınırken zorluk yaşarlar ve genelde güvencesiz çalışırlar”… işte bunlar bu konuyu başlatırken tartışmamıza zemin olan cevaplar oldu. Kürt Dili Atölyesinden arkadaşların da katılımıyla bir sınıf oluşturduk. Kürt bir öğrenciye, Türk öğretmen sorular soruyor ve cevap veremeyen çocuğun “zeka geriliği” olduğu kanısına varıyor. Bu çocuğun zeka geriliği olmadığını sadece Kürtçe konuşan bir öğretmen sınıfa girdiği zaman ve Kürtçe bilmeyenlere sorular sorduğu zaman görebildik. Empati kurdurmayı amaçlayan bu oyunun ardından yönelttiğimiz soru ne hissettiklerine yönelik oldu: “Anlamadım, ne cevap vermeliyim bilemedim, bocaladım, içim daraldı”.
Başka bir çarpıcı örnek: Bugün bölge illerinde 2 milyon kişi Türkçe bilmediği için sağlık kurumlarında yanlış tedaviye maruz kalıyor ve bu bileşimin büyük bir çoğunluğu kadın. Kampın revir çalışanlarından aldığımız destekle gerçekleştirdiğimiz başka bir oyunda kadın, memesinde kitle olduğunu ve kasıklarında ağrı olduğunu ana dilinde anlatmaya çalışırken, doktor arkadaşımız tuvalete çıkıp çıkamadığını sorup ağrı kesici yazıp oyunu bitirdi. Kadın derdini Türkçe anlattığı zaman ise  derdin ne olduğunu anlayıp “hastasını” yönlendirebildi. Peki “suç” kimindi, “eksik” neydi?
Ve savaşın “dolaysız” şiddeti. Zorunlu göçe maruz kalan ailelerde kadın eve hapsolan, insanlardan kaçan bir duruma gelirken, göç etmemekte ısrar eden ve hatta ona bile ekonomik gücü olmayan ailelerde kadın savaşın tüm yönleriyle karşı karşıya kalıyor. Bölge illerinde yoksulluğun can yakıcı boyuta ulaşması kadını 2 kat daha fazla etkilerken, tacizin ve tecavüzün bir savaş silahı olarak kullanılması gerçeği apaçık önümüzde duruyor.  Kürt kadınlarının öncelikle barış talebiyle başlattıkları hareket bugün onları özgürleştiren etmenlerden biri durumunda. Kürt kadınları her fırsatta  “barış” derken, batıya bu çağrının yankılarının neden ulaşmadığını ise yine bir oyunla anlamaya çalıştık. Gerilla anası ve asker anası karşılıklı oturdu önce. Gazetelerden milliyetçi ve barışçıl haberleri okuduk biz de. Milliyetçi haberlerde annelerin arasına tuğla koyduk, barışçıl haberlerde ise bir tuğla aldık. Haberler okundukça, üst üste konan tuğlalar kadınların birbirini göremeyeceği kadar yükseltmişti duvarı. Bu duvar nasıl kalkacaktı ortadan? O tuğlalar kendi kendine kalkmayacaktı ortadan ve herkes “Elini taşın altına koymaya” niyetli ayrıldı atölyeden…


BÖYLE OLUR BU ATÖLYENİN GELENEĞİ   

Bu atölyenin bir de geleneği var, her sene atölyenin temasıyla kampta bir kadın yürüyüşü gerçekleştirilir. Nasıl atölyede birlikte konuşma ve tartışma esassa, yürüyüşte de pankartından dövizine, sloganından şarkısına her şey birlikte karar altına alınır. Ve geldik yürüyüş gününe, birlikte bildiriler hazırladık, kamp alanında hem tartıştık hem dağıttık.
Pankart sloganımız  “Genciz ‘Özgürlük’, Kadınız ‘Gerçek Eşitlik’ istiyoruz” oldu. İlmek ilmek işledik harfleri kumaşa. Kampta olup da bu emeği görmeyen, o kumaşlara dokunmayan kaldıysa çok şey kaçırdı diyebiliriz. Dövizlerimiz, el emeği pankartlarımız, şarkılarımız ve gür sesimizle tüm kamp katılımcılarının da içinde yer aldığı yürüyüşümüz kimisi için şaşkınlık, kimisi için “olağan”, kimisi içinse ilk defa başkalarıyla birlikte yüksek sesle bir şeyleri ifade etmenin heyecanıydı. “Ne gerek var” diyen de vardı başta, “iyi ki katılmışım” diyenin çoğunlukta olması ise iç ferahlatıcı oldu.


AH ŞU AİLELER…

Atölyemizin bir diğer konusu ise “Aile” idi. Farklı 5 aile modeli oluşturduk. Bunlardan biri Donukoğlu Ailesi; erkek bir holding sahibi, kadın ise ev kadını. Diğeri kadının ve erkeğin yüksek öğrenim mezunu olduğu ve gelir düzeylerinin Türkiye şartlarından daha yüksek olduğu Ortanca Ailesi. Meriç Ailesi ise göçmen bir aile; kadın gündelikçilik yapıyor, erkeğin ise düzenli bir işi yok. Zorunlu göçe maruz kalmış Jîrek Ailesinde erkek inşaat işçiliği yapıyor, kadın ev kadını ve Türkçe bilmiyor. Öztürk Ailesinde, kadın bir fabrikada hiçbir güvencesi olmadan günde 12 saat çalışıyor, erkek ise sendikalı-sigortalı bir işte 8 saat çalışıyor. Ailelerin hepsi 0-6 yaş arası en az 1 çocuğa sahip. Atölye katılımcılarımız da bu ailelerdeki bir karakteri canlandırıyordu. Katılımcıların performanslarıyla aile içindeki kadın-erkek rolleri öyle çabuk ortaya seriliverdi ki! Atölye sonunda “Ne oldu şimdi?​” sorusuna verdiğimiz yanıtlar gösterdi ki ataerkil toplum yapısı içinde bütün ailelerde bir cinsiyet ayrımcılığı var ve kadın, kadın olduğu için her ailede eziliyor. Öztürk, Meriç ve Jîrek aileleri, emekçi aileler olduğu için kadınlar ekonomik ve sınıfsal şiddete de maruz kalıyor. Yani yoksul oldukları için çifte sömürüye maruz kalıyor. Meriç ailesi göçmen olduğu için kültürel ayrımcılığa, Jîrek ailesi ise ulusal sömürüye maruz kalıyor. Bu ailelerde kadınlar 3-4 kat daha fazla eziliyor. Bütün ailelerde kadın duygusal ve psikolojik şiddetin yanı sıra duygusal emek sömürüsüne maruz kalıyor. Muhafazakarlaşma sürecinde kadının aile ile eş değer tutulmasının kadının daha çok ezilmesine sebep olduğu atölyemizin gösterdiklerinden biriydi.

ÖNCEKİ HABER

MKE’nin hazırladığı Önkol raporu tatmin etmedi

SONRAKİ HABER

Biz kültürel varlıklarımızı toplum için tescil ediyoruz

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...