12 Ağustos 2017 00:37

Otomobil patronları ve Alman hükümetinin utanç zirvesi

Avrupa'nın gündeminde bu hafta Almanya'daki dizel zirvesi, İngiltere'deki Brexit süreci ve Fransa'daki iş yasası değişikliği vardı.

Paylaş

Almanya’da dizel krizi, Alman otomobil tekellerinin itibar ve kâr kaybetmesine neden olunca federal hükümet tekel sözcülerinin katıldığı bir dizel zirvesi yaptı. Çıkan sonuç insan sağlığı ve çevrenin korunmasının otomobil tekellerinin insafına bırakılması şeklinde oldu. Zirvenin sonuçları tartışılırken tekellerle politikanın iç içe geçişini ya da aslında ülkeyi tekellerin yönettiğini gösteren bir skandal daha ortaya çıktı. Volkswagen kriziyle ilgili olarak 2015’te  yapılan basın açıklamasının metni tekelin merkezinin bulunduğu Aşağı Saksonya eyaleti  başbakanı tarafından, tekele gönderilmiş, düzelttirilmiş ve öyle okunmuştu!

Öte yandan İngiltere’de Brexit ve  Fransa’da yeni Cumhurbaşkanı Macron’un meclise getirmeden kararname ile değiştireceği iş yasası tartışılmaya devam ediyor.


KONTROLLÜ YÖNETİM

Heribert PRANTL
Süddeutsche Zeitung

Denetleme kurulunun görevi işletmeyi zarardan korumaktır. Bir başbakan ise eyaletini/ülkesini zarardan korumakla mükelleftir. Eğer bir başbakan aynı zamanda denetleme kurulu üyesi ise hem eyaletini hem de denetleme kurulu üyesi olduğu işletmeyi zarardan korumak, her ikisinin çıkarlarını eşit şekilde dikkate almak zorundadır. 

İster Bavyera’da Münih Havaalanı, ister Hessen’de Frankfurt Havaalanı olsun, eyalet hükümetlerinin bu işletmelerdeki temsilcileri yasal olarak bu dengeyi korumak mecburiyetindedir. Aşağı Saksonya eyaletinin hisselerinin yüzde 20’sine sahip olduğu Volkswagen tekelinde de durum farklı değildir. Hele de bu otomobil tekeli eyaletin ve dizel skandalının en büyük işletmesi ise... Tekelin çıkarları ile eyaletin çıkarları arasındaki dengeyi sağlamakta iyi ya da kötü görüntü verilebilir. Volkswagen skandalıyla ilgili olarak Ekim 2015’te yapılan basın açıklamasında Aşağı Saksonya Eyaleti Başbakanı Stephan Weil hiç de iyi bir figür olmadı. Hükümet açıklamasını, önceden, düzeltilmesi için VW’a göndermek utanç verici ve aynı zamanda biraz aptalcaydı. 

Tabii ki VW’ın büyük krizinin başlangıcında dengeyi tutturmak oldukça zordu. Her sözcük ABD’de yeni soruşturmaların açılmasına neden olabileceği için titizlikle seçilmeliydi. Ama bir yandan eyaletin/VW’nın da yöneticisi olduğu iddia edilirken diğer yandan tekel tarafından düzeltilmiş bir basın açıklamasının okunması neyin nesi olabilirdi ki? Buna dengeyi tutturmak değil eyaleti/ülkeyi VW tarafından kontrollü yönetmek denebilir ancak.

Başbakanın SPD’li (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) olması nedeniyle CDU‘nun (Hristiyan Demokrat Parti), mal bulmuş gibi sevinmesi ise iki yüzlülükten başka bir şey değil. Aşağı Saksonya eyalet hükümeti CDU’nun elinde olduğunda da farklı şeyler yapılmadı. VW’ın başarılı gösterilmesi için aynı banyoda yıkandılar, birbirlerinin sırtını keselediler. Şimdiki durumda, VW açısından çok kritik bir dönemde, tekel sözcüleri başbakanın ertesi gün yapacağı açıklamayı kontrol edip düzeltivermişlerdi sadece. Böylesi bir dönemde bu yolun tercih edilmesi belki anlaşılabilir ama utanç verici ve onursuzlaştırıcı olduğu gözlerden gizlenemez. Kimilerine göre yapılan düzeltmeler kayda değer değildi, değişiklikler ve öne çıkarılanlar pek de önemli sayılmazdı. Bu düzeltmeler Başbakan Weil’in zaten pamuğa sarılmış şekilde ifade edilen eleştirileri çok sert geldiği için de yapılmamıştı.

Ancak bir başbakanın açıklamasını tekele gönderip onay alma gereğini duyması politika ile Volkswagen, daha doğrusu politika ile otomobil tekelleri arasındaki ilişki açısından karakteristik, bu ilişkiyi göstermesi açısından ise ibret vericiydi. Hem eyalet hem de ülke düzeyinde politikacılar ve tekel şefleri birbirini tanımakta ve senli benli konuşmaktaydılar.  Johann Strauss’un Yarasa Operasındaki Prens Orlofski’nin dediği gibi; “adet böyleydi“. Bu adet, otomobil tekellerine her şart altında destek olmak şeklindeydi. Özellikle şimdiki durumda, dizel skandalı gibi türbülanslı zamanlarda böyle bir şey yapılması durumu daha da net ortaya koydu.

Çeviren: Semra Çelik


SOL BİR BREXIT MÜMKÜN

Joe GUINAN
Thomas M. HANNA
The Independent

Gösterge tablosunun, ekonomik uyarı ışıkları uzun zamandır yanıp sönüyordu: Yerinde sayan, yükselmeyen, reel ücretler, büyüyen eşitsizlik, açlık ve yoksulluk, kamu hizmetlerinin çöküşü, sosyal parçalanma, çevresel tahribat. Ne yazık ki siyasi elitler bu durumu ancak Brexit sonrası ciddiye aldılar. Düzenin AB konusundaki fikir birliği ve statükoyu tercih etmesine rağmen, Avrupa Birliği’nden çıkmak için oy kullanma tercihi, gerçek bir “köylü ayaklanmasıydı”, gittikçe çürümüş olarak görülen bir sisteme karşı büyük bir baş kaldırıştı.

Britanya’nın bir çok bölgesinde, ekonomik üst sınıf, yıllardır savaş hali sonucu, kendi ettiğini kendi buldu. Londra dışında, İngiltere ve Galler’deki bütün bölgeler (İskoçya ve Kuzey İrlanda ayrı bir durum) AB’den ayrılmak için oy kullandı. Bir zamanlar ülkenin sanayi kalbi olarak bilenen bölgeler, referandumun sonucunu değiştirdi (Ayrılmaktan yana oy kullanıldı). 

Sanayinin gerilemesi yüzünden nice kesim hayat güvencesini kaybetti. Büyük şehirler yok edildi ve bunun ağır mali, çevresel ve insani bedeli oldu. 1979’dan önce 6.8 milyon Britanyalı işçi sanayide çalışıyordu ve ülke gelirinin yüzde 30’una tekabül ediyordu. 2010’da bu 2.5 milyona ve yüzde 11’e düştü. Dinmeyen öfke, ekonomik açıdan güç kaybetme ve iradesiz kalmadan kaynaklı bir patlak bekleniyordu.

Çoktandır devam eden (ekonomik) güvensizlik yüzünden, Brexit, ırkçılar ve yabancı düşmanları için kullanılan bir araç haline geldi. Kuzeydeki sanayi toplumu için ağır bir ekonomik düzenleme gerektiğini savununlar, Schumpeter’in, “yaratıcı yıkım” fikri konusunda artık çok ikna değiller ve istedikleri gibi uygulanmadı. Westminster (Parlamento) ve Whitehall (onun temsilci kurumları) Britanya’nın sosyoekonomik yaralarından bir pay çıkartmalı. Brüksel de koruyucu anti-demokrat siyasi yaklaşımından dolayı, ne ektiyse şimdi onu biçiyor.

Neoliberalizm AB’de başlamadı. Şili, Britanya ve Birleşik Devletler bunun deneme alanlarıydı. Avrupalı Tek (pazar) Anlaşmalarından/Düzenlemelerden tutun, Maastricht anlaşması ve devamı olan İstikrar ve Büyüme Sözleşmeleri ve Lizbon stratejisi; Avrupa’nın ekonomik kararları, piyasaları genişletmek için liberalleşme, özelleştirme, esnekleştirme uyguladı. İşçileri bağımlı hale getirdi ve sosyal güvenceyi, düşük enflasyon, borçları azaltma ve rekabete indirgedi. Finansal kriz sonrası ağır bir kemer sıkma siyaseti uygulandı; özellikle de merkezi yerler dışında kalan bölgelere... AB anlaşmaları içindeki sabitleşmiş ve değiştirmesi zor olan yasal anlaşmalar yüzünden AB içinde başka tür ekonomik düzeni uygulamak pek mümkün olmadı.

AB’nin piyasa kurallarını tarihten temizlemek için bir çaba veriliyor, özellikle de sol tarafından. Ama bu temizlenmeyecek. (...) Brexit bu hastalığın kaynağı değil sadece belirtileri. AB’nin liberal piyasasında çıkmak için, “Lexit” (Sol Brexit) tarihi bir fırsat. Referandum sonucu siyasi düzeni sarstı, Corbyn’nin iktidar olması büyük bir olasılık olarak görünüyor. Radikal bir gündem yaratmalıyız, John McDonnell’ın umut verici “yeni ekonomi” fikrini gündeme taşımalıyız. Zenginliğin azınlıkta toplanması yerine, geniş kesimin sahip olması gerekiyor.

Ortak Pazar’ın donmuş düzeni yerine, bölgesel katılımlı demokratik ekonomiler olmalı. Sömürücü olan çok uluslu şirketler yerine işçilerin veya toplumun sahip olduğu şirketler olmalı. Varlıkları söken özelleştirme yerine demokratik kamu şirketleri olmalı. Metalaştırılan göçmen işçileri “serbest dolaşım” diye paketlemek yerine işçilere daha yüksek maaş ve iyi çalışma koşulları verilmeli. Kemer sıkma siyasetin ve “kiralama finans” aracıyla özel krediler sunmak yerine kamu bankalarının büyük potansiyeline ve kıtlıklar sonrası bağımsız ve onaylanmış nakitler olmalı. Ancak böyle siyasi-ekonomik alternatiflerle samimi bir dayanışmaya açık ve gerçek uluslararası bir uzlaşma yaratabiliriz.

Tereddütsüz bunların hepsi büyük çalkantılar yaratacak. Bir ekonomik düzeni tersine çevirmek hiç de kolay bir iş değil. İklim değişikliğinin aksine, Brexit dünyanın sonu olmak zorunda değil. Aksine, Britanya gelişmiş ekonomik ülkeler arasında neoliberal siyaseti deney tahtasına alan ilk ülke olabilir. Neoliberal düzen için uzun karanlık gece sona ererken, Britanya gözlerini güneşe açan ilk, gelişmiş, ülke olabilir. 

Çeviren: Çağdaş Canbolat


HÜKÜMET HAK ETTİĞİ DESTEĞİ ALIYOR

Didier GELOT
l’Humanité 

 
Le Monde gazetesinin 23 Haziran 2017 tarihli sayısında Pierre Cahuc ve André Zylberberg, hükümetin kararnameyle onaylatmaya hazırlandığı iş yasasını ortadan kaldırılma tasarısını destekleyen bir köşe yazısı yayınladılar. Bu iki ekonomist daha önce de birçok defa iş piyasasının kuralsızlaştırılmasının sözcülüğünü yapmışlardı. “Ekonomik inkarcılık ve ondan nasıl kurtulunur?​” adlı son eserleri, neoliberal düşüncenin hizmetine sunulan hakaretlerin doruğunu oluşturuyor.  Ve iki meslektaşımız bu eserlerinde genel olarak kabul gören düşüncelere karşı olanlara (Siz liberal söylemlere karşı olan anlayın) saldırıyor ve tıpkı tarihte gaz odalarının varlığını veya küresel ısınmanın yaşandığını inkar edenler gibi onlar da inkarcılıkla suçlanıyorlar. 

İş istihdamını frenlediği bahanesiyle (Bilimsel olarak kanıtlanmamasına rağmen) uzun zamandır asgari ücretin düşürülmesi (Hatta ortadan kaldırılması) veya haftalık 35 saat çalışma süresinin iptal edilmesini savunan yazarlarımız bu sefer de yine çok eski bir mücadele konusunu, yani iş yasasının çok katı olduğu meselesini tekrar gündeme getirdiler. Özellikle, yayımladıkları makalede sektör düzeyinde imzalanan sözleşmenin sektörün tüm işçilerine genişletimesi ilkesine saldırıyorlar. Bu maddenin kaldırılmasını ve yasa tasarısını onaylatmayı öngören kararnamede de belirtildiği gibi iş yeri düzeyinde imzalanan sözleşmelerin sektör düzeyinde yapılan sözleşmelere göre öncelik kazanmasını savunuyorlar. Onlara göre, sözleşmelerin sektör düzeyine yayılması ilkesi “sosyal diyaloğa çok az yer bırakıyor” ve sendikal örgütlere büyük imtiyazlar (siz esrarengiz mali kaynak anlayın) sağlıyormuş, bundan dolayı sözde iş verenler için elverişsiz bir sisteme karşı çıkıyorlarmış. 

Peki meselenin özü nedir? 

Cahus ve Zylberberg “savunmalarına” önce sosyal demokrasinin durumunun çok kötü olduğunu belirterek başlıyorlar. Sendika karşılığını barındıran bu düşünceyi kanıtlamak için Fransızların ancak üçte birinin sendikalara gücendiğini belirtiyorlar. Fakat bu görüşlerini çürüten başka bir veriyi görmezlikten geliyorlar. Fransa’da meslek seçimlerine  katılım oranı yüzde 60’ı geçiyor ve işçilerin üçte ikisi de sendikal listelere oy kullanıyor. Sendikalizmi yadsımanın tersine bu veriler gösteriyor ki, bazı ülkelere göre Fransa’da sendikalaşma oranı daha düşük olmasına rağmen güçlü bir mücadele geleneği olan Fransız sendikacılığının durumu o kadar da kötü değil. Üstelik buna işçilerin üçte birinin patron tarafından görebilecekleri “olası baskılardan” korktuklarından dolayı sendikaya üye olmadıkları eklendiğinde, Cahus ve Zylberberg tarafından sunulan sosyal ilişkilerden farklı bir tablo karşımıza çıkar. 

Ama, Fransa’daki sendikalizmin gerçek ağırlığı meselesinden de öte, bu yazarlar meslek söktörlerinin işleyişi ve ülkemizdeki önemini bilmiyorlar gibi davranıyorlar. Birçok Avrupa ülkesinde (Belçika, Almanya, İsveç, Hollanda, Danimarka...) iş yerindeki normların esas olarak meslek sektörlerinde belirlenmesinde önemli bir yer tuttuğunu bilmezlikten geliyorlar. Bu ülkelerde yapılan sektör sözleşmelerinin o sektördeki tüm işçilere (resmi ya da gayriresmi biçimde) genişletildiği ilkesinin var olduğunu ve toplu iş sözleşmesinin etkilediği işçi oranının yüzde 80 ile 96 arasında olduğunu söylemeyi unutuyorlar. (...) 

İki ekonomistimizin Fransa’nın, hâlâ Thatcher döneminin etkisi altında olan ve işçilerin yüzde 30’un altında bir oranı toplu iş sözleşmelerinden yararlanabilen ve sözleşmelerin iş yeri düzeyinde yapıldığı İngiltere gibi olmasını umduklarını yanılmadan öne sürebiliriz. Eğer sözleşmelerin iş yeri düzeyinde yapılmasının, işçilerle işverenler arasında sözleşmeleri hızlandırdığını değil de yavaşlattığına dair bir örnek vermek gerekirse, İngiltere örneği her zaman gözlerimizin önünde olacaktır. 

(...) Bu liberal ekonomistlerin, ve onlarla birlikte hükümetin belirttiklerinin tersine, iş yerinde sosyal demokrasinin sorunu “Aktörlerin kötü temsil edilmesi” değildir, sorun işçilerin sendikal çalışmayı sürekli reddeden patronlara karşı haklarının yok edilmesidir. Bunu kanıtlamak için tek bir örnek verilmesi gerekirse, Almanya’da (5 işçiden itibaren kurulabilen) iş yeri komitelerinin bazı alanlarda veto etmeye kadar giden geniş yetkileri varken, Fransız sendikal örgütlerin işçileri bilgilendirme ve yardımcı olabilmek için bile mücadele etmeleri gerekiyor. 

Çeviren: Kıvanç Demir

ÖNCEKİ HABER

Erkek yazarlarımızın eserlerinde kadına şiddet

SONRAKİ HABER

Ağbaba: ‘Gelen herkesin başımızın üzerinde yeri var’

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa