11 Haziran 2017 23:00

'Ortadoğu yeni bir altüst olma sürecinde'

Serpil İlgün'ün bu pazartesi konuğu Prof. Dr. Fulya Atacan: 'Hizaya getirme' Türkiye’ye uzanırsa iktidara mal olabilir. AKP’yi asıl korkutan bu.

Paylaş

Serpil İLGÜN

Geçtiğimiz hafta başında patlak veren Katar krizi, daha da derinleşme emareleriyle önümüzdeki günlerin de başlıca gündemi olmaya aday görünüyor. 5 Haziran’da Suudi Arabistan, Bahreyn, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Körfez’in küçük ama petrol zengini ülkesi Katar’la ekonomik ve diplomatik ilişkilerini kestiğini duyurmuş, Yemen, Libya, Maldivler ve hafta sonu Nijer’in de eklenmesiyle Katar’a cephe alan ülke sayısı 12’ye çıkmıştı. 

Krizi tetikleyen asıl faktörler ne? “Katar terör örgütlerini barındırıyor, terör eylemlerini finanse ediyor, İran’la gizli ilişkiler yürütüyor” gerekçelerinin ardında ne var? Körfez ülkelerinin, örneğin BAE’nin İran ile ticareti Katar’la kıyasla çok daha yüksekken, fatura neden Katar’a kesildi? Krizin Trump’ın Suudi Arabistan ziyaretinden kısa bir süre sonra ortaya çıkması, ABD’nin yeni Ortadoğu siyasetine ilişkin ne söylüyor? Kriz Türkiye’ye nasıl yansır? AKP yönetiminin Katar destekli bir pozisyon almasının sonuçları ne olur?

Katar krizinin perde arkasını Ortadoğu, İslamcılık ve İslami cemaatler üzerine çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Fulya Atacan’la konuştuk. Barış imzacılarından Atacan, 7 Şubat’ta OHAL kapsamında çıkartılan Kanun Hükmünde Kararname ile Yıldız Teknik Üniversitesi’ndeki Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’ndeki görevinden ihraç edilmişti.  


Katar’ın ekonomik ve diplomatik kuşatma altına alınmasını nasıl yorumladığınızla başlayalım. Nereden çıktı Katar krizi?
Doğrusu Katar meselesine neden bu kadar keskin gidildiğini çok anlamadım. Zannederim pek çok insan da benim gibi anlamadı. Ama bana göre burada üzerinde durulması gereken iki şey var, bir tanesi İran’a karşı bütünleşmeyi sağlamak. Bunun öncülüğünü Suudi Arabistan yapıyor. Destek de Amerika’dan geliyor, orası açık. İkincisi, belirli İslami hareketlere karşı yekpare bir set koyma kaygısı. 
Medyada öne çıkan “stratejistlere” göre bölgede etkili olmak isteyen iki önemli İslami güç birbiriyle çatışıyor ve karşı taraf İran’ı bastırmak istiyor. Ama bu çok sığ bir açıklama.

Neden sığ? İran’ı bastırmadaki temel saik ne?
Çünkü işin çok daha önemli bir yanı var, Suudi Arabistan’ın ciddi bir Şii problemi var ve kendi içinde de bir Şii nüfus var. Yine Bahreyn’de ağırlıklı nüfus Şii. Diğer körfez ülkelerinde de Şii nüfus var. ‘79 İran İslam devrimi bu bölge için büyük bir tehditti. Çünkü vatandaşlık sorunları olan içlerindeki Şii grupların Humeyni’nin bakış açısı üzerinden mobilize olup monarşileri yıkabilme potansiyelinden ürküyorlardı. Bu çok anlaşılır bir şeydi. İran’a karşı olmak buradan kaynaklanıyordu. Bugün geldiğimizde aynı problem var. Türkiye’de çok konuşulmadı ama 2011 Arap isyanlarına baktığımızda Körfez ülkelerinde de isyanlar vardı. Örneğin Bahreyn’deki isyanları Suudi Arabistan (Körfez İşbirliği Teşkilatı’nın da yardımıyla) askeri güç yollayarak bastırdı ve orada olanların Şii ayaklanması ve İran’ın kışkırtması olduğunu söyledi. Oysa Bahreyn’deki ayaklanmada talep edilen eşit yurttaşlıktı. Monarşinin devrilmesini bile istemediler, daha demokratik bir yapı istediler ve var olan yapısal ayırımcılığa karşı isyan ettiler. Zaten çoğunluk Şii, dolayısıyla isyan eden nüfus kaçınılmaz olarak Şii olacak! Ama bu dışarıya “İran’ın kışkırtması” olarak kolaylıkla anlatılabildi ve hatırlarsanız Türkiye hiç sesini çıkarmadı. Suudi Arabistan’la aynı çizgide durdu. Suudi Arabistan’da da aynı dönemde isyanlar vardı, çünkü orada da aynı problem yaşanıyor. Hatta, Suudi Arabistan’daki, Vahabi dünya görüşü nedeniyle, diğer pek çok Körfez ülkesindekinden daha katmerli yaşanıyor. Vahabizm, Şii İslam’ı İslam olarak kabul etmiyor. Kabul edilmediği gibi son derece sert uygulamalara yol açan bir dini anlayış söz konusu. Ve bu dini anlayış, var olan ayırımcı uygulamaları meşrulaştırıyor. 

Dolayısıyla İran’ı hedefe koyarken aynı zamanda kendi içlerindeki Şii nüfusun taleplerini de bastırmış oluyorlar...
Evet. Şii nüfusu entegre etme çabaları süreç içinde sürekli gerilimli oldu. Şii hareketler 60’lar ve 70’lerde daha sol harekete yakınken, 70’lerin sonundan itibaren daha İslami hareketlere yakın durmaya başladılar. Ama temel taleplerine baktığımızda Suudi toplumunda ve devlet yapısında var olan yapısal ayırımcılığa karşı eşit yurttaşlık talebi söz konusu. Fakat Suudi yönetimi açısından bu talebi kabul etmek çok zor, çünkü belirttiğim gibi Vahabi ideolojiyle onu dengeleme şansınız yok. O nedenle Bahreyn’deki isyanı birincil derecede kendileri için tehdit gördü. O nedenle bugün Yemen’dekini tehdit olarak görüyor. Dolayısıyla Ortadoğu alt üst olurken aslında Suudi Arabistan kendi iç problemini bölgenin problemi haline getiriyor ve “İran bunlara destek oluyor” diyerek içlerindeki eşit yurttaşlık taleplerini bastırıyorlar. 

Peki, neden Katar üzerinden bu yapıldı? Seçim kampanyasını ‘İslam karşıtlığı’ üzerinden yürütmesine, seçildikten sonra ilk iş olarak 7 İslam ülkesine vize yasağı getirmesine rağmen Trump’ın ilk yurt dışı ziyaretini Suudi Arabistan’a yapmasının, silah anlaşması dışında bir etkisi olacağı, hatta bunun İran’da yansıma bulacağı yorumları yapılıyordu. Neden doğrudan İran değil de, pek çok alanda ittifak halinde oldukları Katar hedef oldu? Sunulan gerekçelerin ardında ne var?
Temel kaygı İran’ı çevrelemek, İran’a hem Irak’ta hem Suriye’de geri adım attırmak. Tabii, İran’ın arkasına baktığımızda da Rusya’yı çevrelemek. Dolayısıyla çok katmanlı bir çatışmanın içinde görmek gerekir Katar’ı. Biz ilk düzeye baktığımızda Katar’la Suudi Arabistan ve birtakım Arap ülkeleri arasındaki çatışma olarak görüyoruz ama o çatışma aslında pek çok farklı düzeyde bağlantıları olan çatışmaların kristalize olduğu nokta. O nedenle sadece Katar diye görmemek lazım. O nedenle de herkesi ürkütmesi lazım İran’daki bombalamaların. Son derece tehlikeli... 

Bu bağlamda, Katar krizinin hemen ertesinde İran’da Meclis binası ve Humeyni’nin mezarına, ardından Kerbela’ya düzenlenen IŞİD saldırılarını nasıl okumak gerek?
Bu yeni baştan bir alt üst olma haline, yeni baştan bir öldürme-bombalama sürecine girdiğimizi gösteriyor. İran’daki bombalamaları evet IŞİD üstlendi, ama yapanlar İran vatandaşı. 

Bu neden önemli?
Önemli çünkü bu, IŞİD içerideki Sünni İranlıları devşirdi anlamına gelebilir. Bu, İran için başka türlü bir problemdir. Evet İran “Bunu Suudi Arabistan yaptı, bedelini ödeteceğiz, intikamımız acı olacak” dedi. Ama baktığımız zaman kim yaptı, Suudi insanlar gidip yapmadı, İranlılar yaptı. Bu başka alarm zillerini de çaldırıyor kendi içinde. O nedenle çok karmaşık, çok katmanlı ve komplike bir çatışma alanı Ortadoğu. Ve tüm bu çatışma ve kapışmanın bedelini Ortadoğu halkları ödüyor ne yazık ki. 
ABD 2012’in başından beri İran, Rusya ve Suriye’ye karşı bir blok oluşturmayı hedefliyordu. Burada da önemli gördüğü Mısır, Suudi Arabistan, İsrail ve Türkiye idi. Üçü arasındaki sorunlar yüzde yüze yakın çözülmüş gibi görünüyor, bir problem kalan Türkiye. Türkiye de İsrail’le problemini çözdü. Suudi Arabistan’la biraz itişip kakışsa da hiçbir zaman keskin değil, Mısır’la hâlâ biraz problemimiz var, ki ekonomik olarak açıldığımızı biliyoruz! Yani Sisi’yi bir kenara koyarsanız çok keskin bir çatışmamız yok. Dolayısıyla bu hat aşağı yukarı kurulmuş gibi. 

‘Katar üzerinden yaşanan krizin sınırlı bir hizaya getirme hamlesi olarak kapanması mümkün’ diyenler olduğu gibi, Sünni-Şii savaşının olmadığı kadar yakınlaştığını söyleyenler de var. Sizce bu olasılık güçleniyor mu?
Olayları ideolojik olarak manipüle etme açısından din her zaman çok etkili oluyor. Hele iç savaşlarda bir süre sonra asıl nedeni unutmaya başlıyorsunuz ve işler Şii-Sünni çatışması haline gelebiliyor. O nedenle İran’daki bombalama son derece tehlikeli ve ürkütücü. Eğer bu hali alırsa, bölgede yaşayan halklar açısından felaket. Bu kadar felaket yetmezmiş gibi giderek katmerlenecek.

'HAMAS SUUDİ ARABİSTAN’IN DEĞİL, İSRAİL’İN PROBLEMİ'

Biraz da öne sürülen gerekçelere bakalım… Onlarca yıldır dünyanın dört bir yanında El Kaide, Nusra gibi örgütlerin doğuşuna, gelişimine her türlü desteği sunduğu herkesçe bilinen Suudi Arabistan’ın, Katar’ı terör örgütlerine destekle suçlamasının izahı ne?
İşte burada da krizin ikinci boyutu, yani belirli İslami hareketlere karşı bir set koyma kaygısı devreye giriyor. Öyle anlaşılıyor ki, burada da temel hedef olarak gördükleri Müslüman Kardeşler. Müslüman Kardeşler’in bütün Arap ülkelerinde örgütlenmesi var. Yani sadece Mısır’ın değil, Suudi Arabistan’ın da geçmişte Müslüman Kardeşlerle problemleri oldu, hala oluyor. O nedenle bir tür o versiyondaki İslam’ı kontrol etmenin, geriletmenin aracı olarak kullanılıyor. Katar’da yaşayan Müslüman Kardeşler üyeleri var ama orada da öne çıkan HAMAS . 

Peki HAMAS Suudi Arabistan’ı neden bu derece dertlendiriyor?
Bunun açıklaması Suudi Arabistan’ı değil, İsrail’i dertlendiriyor olması! HAMAS’ın varlığı Gazze nedeniyle dolaylı baskı geldiği için Mısır’ı etkiliyor. Ama HAMAS birincil derecede İsrail’in problemi.

HAMAS (İslami Direniş Hareketi)  ve Müslüman Kardeşlerin adlarının örneğin El Kaide’nin de önünde anılması tartışmalarında öne çıkmayan bir diğer yan da şu; Hamas, bir ay önce yeni siyaset belgesini açıklamıştı. 1967 sınırları içerisindeki Filistin devletini destekleyen Hamas'ın bu kararı, İsrail’le iki devletli çözüme 'yeşil ışık' yakıldığı şeklinde yorumlanmıştı. Diğer yandan geçtiğimiz yıl Mısır İhvan’ı ‘siyasi faaliyetlerle İslami hareketleri ayırma’ niyetini açıklamıştı. Eş zamanlı olarak Tunus’ta Ennahda’nın kongresi yapılmış ve Raşid Gannuşi, artık siyasal İslam’ı terk edip ‘Müslüman demokrat’ olmak istediklerini söylemişti. Özetle, HAMAS ve Müslüman Kardeşler 'demokratik siyasal İslam' olarak nitelenen bir yola girmeyi ilan ettiler ama bu onları listenin başında yer almaktan kurtarmadı. Neden? 
Bir mantığı yok, çünkü Arap coğrafyasında yekpare bir örgütlenme yok. Doğru, Suriye İhvanı var, doğru Filistin İhvanı, Mısır İhvanı var ve böyle gidiyor ama bunların her biri kendi içinde otonom ve birbirinden çok farklı hareket edebilirler. Dolayısıyla Müslüman Kardeşler diye yekpare bütün her yeri sarmış, birlikte hareket eden bir yapıdan söz etmek mümkün değil. 
Zaten listeye baktığımızda da bütün Müslüman kardeşlerin temsilcileri ya da yöneticileri o listeye dahil değil. Belli ki bu listenin hazırlanmasında Mısır’ın rolü var. İhvan ile Sisi yönetimi arasındaki çatışmayı biliyoruz. Hala gerilim devam ediyor ve Mısır İhvanı’nın üye ve yöneticilerinin pek çoğu da halen hapiste zaten. Dolayısıyla listede Müslüman Kardeşler’den isimler var dediğimizde bunun seçmece yapıldığının farkında olmamız lazım. O seçmeyi yaparken kimin birini diğerine neden tercih ettiğine bakmamız lazım. Katar’a “bu örgütlerle ilişkini kes” diye verilen liste de seçmece hazırlanan bir liste. Listenin belirlenmesinde Suudi Arabistan’la ittifak halinde olan ülkelerin tercihlerinin rolü olduğu muhakkak. Ama bu liste nihai liste değil. Değişir. Şu son dört-beş yılda da görüldü ki, bu dönemler ittifakların çok kolay bozulup, yapıldığı dönemler. Bir bakarsınız bir sene sonra başka bir liste çıkar. Bugün en yakın gördükleri yarın terörü desteklemekle suçlanır. 

'AKP’NİN RABİA SEMBOLÜNÜ KULLANIŞLI HALE GETİRME ÇABASI İÇ KAMUOYUNDA ÇOK BAŞARILI DEĞİL' 

Erdoğan, CHP’den gelen 'terör örgütünün işaretini tüzüğünüze koydunuz eleştirilerine “bizim Rabiamızın Müslüman Kardeşlerle alakası yok, tek devlet, tek bayrak, tek vatan, tek millet anlamında kullanıyoruz' yanıtını veriyor ama Rabia selamı, AKP dış politikası analizinde önemli bir simge. Suudi Arabistan’ın başını çektiği koalisyonun Müslüman Kardeşler ve HAMAS’ı terörist ilan etmesi ,'Rabia selamı öldü' olarak da yorumlandı. Katılır mısınız? Bu yeni durum, AKP- Müslüman Kardeşler -HAMAS ilişkisine nasıl yansır?
Her şeyden önce Suudi Arabistan, bölgede desteklediği selefi-cihadi örgütlenmeler göz önüne alındığında, kimseyi terörist ilan edecek konumda değil! AKP “Rabia selamı”nın içeriğini yeniden tanımlayarak hem içeride kendini Müslüman Kardeşler’den ayırıyor hem de Arap kamuoyuna bu sembol üzerinden İhvana desteğini ve Sisi darbesini tanımadığını söylüyor. AKP’nin bu sembolü kendi açısından kullanışlı hale getirme çabası özellikle Türkiye kamuoyunda çok da başarılı değil gibi.  Söylediğim gibi Müslüman Kardeşler yekpare bir yapı değil ve anlaşıldığı kadarıyla birincil derecede hedeflenen örgütlenmeler Mısır, Filistin ve Libya İhvanı. Bu durumun Türkiye’ye yansıması oldukça gerilimli ama aynı zamanda hareket alanının sınırlı olduğu bir durum demek. Kim, nerede, ne kadar taviz verecek, önümüzdeki günlerde göreceğiz.

'ÜMMETİN BİRLİĞİ SADECE HAYAL'

Malumunuz, liderliğini Erdoğan’ın yapacağı 'Ümmetin birliğini sağlama' hayali, AKP’nin yeni Osmanlıcı siyasetinin de temel unsurlarından biri olageldi. Erdoğan, konuyla ilgili konuşmalarında 'İslam dünyasının umudu Türkiye’dir' içerikli mesajlarını sürdürüyor ama bu kadar oyun dışına itilmişken, yanı sıra birbiriyle boğazlaşmanın arttığı, ittifakların sürekli değiştiği Müslüman coğrafyasında ümmetin birliğini sağlamadan söz etmek ne kadar mümkün? Ve hangi ümmet? Örneğin Şiiler ümmette dahil mi?
Ümmetin birliğini sağlamak eski bir hayal ama sadece hayal. Yine de özellikle muhafazakar çevrelerde bu hayal söylemin bir unsuru olarak kullanılabiliyor. Bunun ötesinde bir gerçekliği yok. Sünni çevrelerde Şiiler zorunlu olarak bu ümmete dahil değil. Ayrıca kendini ümmetin “umudu” olarak gören ülke ve hareket sayısı da hiç az değil.   

'‘HİZAYA GETİRME’ TÜRKİYE’YE UZANIRSA İKTİDARA MAL OLABİLİR, AKP’Yİ ASIL KORKUTAN BU' 

Gelelim Türkiye’nin pozisyonuna. Katar’la son yıllarda artan açık, örtük ekonomik ilişkiler zaten tartışma konusuydu. Dolayısıyla Erdoğan’ın Katar’ı desteklemesi ekonomik ilişkiler üzerinden de izah edildi ama muhalefetin eleştirdiği Katar desteğini siz nasıl değerlendiriyorsunuz? 
Türkiye uzun zamandır buzun üzerinde dans ediyor ve çok becerikli dans ettiğini söylememiz pek mümkün değil. O nedenle anlayabildiğim kadarıyla son gelişmeler Erdoğan yönetiminin korkularını tetikliyor. Tamam batı bloğu ile ABD ile problemlerimiz var, her taraftan izoleyiz, hiçbir şey bizim istediğimiz gibi gitmiyor, o zaman döneriz Rusya ve İran’la iş yaparız, ama onun da kolay olmadığını biliyoruz... Bu ağır aksak dans etme halinin bir sonucu. Bu nedenle geçmiş çatışma deneyimlerine göre, Erdoğan yönetimi Katar krizinde biraz daha dikkatli. Suudi Arabistan’a veya ABD’ye açıktan tutum almıyor. Ama her an yönünü Katar’dan öbür tarafa dönebilecek de bir tutum. 

Öbür tarafa dönmenin maliyeti ne olur? ABD ve Suudi Arabistan’ın baskılarına boyun eğmesi nasıl bir fatura çıkarır? Diğer yandan Rusya’yı, ABD’yi, İran’ı Suudi Arabistan gibi aktörleri dengeleyen bir siyaset izlemek mümkün mü?  
Bunlar haklı sorular. Bir anda herkesi mutlu edebilme şansınız yok. Dolayısıyla Türkiye bunu deniyorsa boşuna deniyor çünkü mümkün değil. “Ben vazgeçtim, buradan, (Batı-NATO bloğundan) çıkıyorum öbür tarafa (Rusya bloğuna) geçiyorum” demek öyle kolay bir şey değil. Herhalde karar vericiler de bunun çok farkında. Farkında değilseniz de size fark ettiririler. 

Dolayısıyla bunun faturası da önünüze konur...
Tabi ki, hizaya getirme, biraz size haddinizi bildirme. Katar’a da şu aşamada yapılan o. 

Bugün Katar’a yöneltilen ‘terörü destekleme’ vs. suçlamaları, yarın Türkiye’yi tehdit etmek, ‘hizaya getirmek’ için de kullanılabilir çünkü Türkiye’nin de bu konuda bagajı oldukça dolu. AKP yönetiminde korkuları harekete geçiren bu olgu mu?
Bölgede bagajı boş olan kimse yok. Bu tür savaşlarda herkesin diğerine karşı fazlasıyla kullanacağı bagajı var. Ama korkuları depreştiren yanı bu değil. Çünkü bunu biliyoruz. Herkes biliyor. Bütün yönetimler biliyor. Anlayabildiğim kadarıyla korkutan tarafı, bu terbiye etme hali Türkiye’ye yöneldiği zaman bugünkü iktidara mal olabilir korkusu. O korkuyu harekete geçirdiğiniz andan itibaren olayları kavrama biçiminiz de o korkudan kırılarak gelir. Bu korkuyu besleyenlerden bir tanesi de Kürdistan bağımsızlığı. Dikkat ederseniz Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi bağımsızlık referandumu için tarih belirledi. Referandumun 25 Eylül’de yapılacağı açıklamasına Türkiye çok sert tepki verdi. 

'BÜTÜN MESELE IŞİD’DEN SONRA BÖLGEYİ KİMİN KONTROL EDECEĞİ'

Bir de tabii tüm bu gelişmelerin yakın zamanda olumlu bir neticeyle sonuçlanacağı belirtilen Rakka operasyonu sürecinde yaşandığını da not etmek gerek, ne dersiniz? Zira, Rakka sonrasında dengelerin bu kadar değişken olmayacağı, safların daha da belirginleşmiş olacağı söyleniyor... 
Belki, çünkü bütün mesele IŞID’i buradan attıktan sonra bu bölgeyi kimin, nasıl kontrol edeceği. Suriye’de nasıl bir yapı oluşacak? Aynı zamanda bunun kavgası devam ediyor. O nedenle bu, çok tartışmalı bir süreç. Ama somut olarak baktığımızda bir sürü tartışmadan, işbirliğinden haberdar değiliz. O nedenle biraz “olsa olsa” yöntemiyle, ne olabilir diye anlamaya çalışıyoruz. Dolayısıyla evet, bu aynı zamanda kimin, nereyi kontrol edeceğinin kavgası.

'FELAKETTEN KURTULMANIN YOLU ÖZGÜR BİR TOPLUM'

AKP’nin Katar’la, Suudi Arabistan ya da diğer Körfez ülkeleriyle yaptığı işbirliğinin temelini Kürt politikasının oluşturduğu, politikalarına bunun yön verdiği gerçeği, konuyla ilgili yapılan değerlendirmelerde ihmal mi ediliyor?
Irak ve Suriye’de olan gelişmeler Türkiye’yi birinci dereceden Kürt meselesi üzerinden ilgilendiriyor. Ama bu tüm Ortadoğu politikası Kürt meselesine endekslidir anlamına gelmez. Onun için başta da ısrarla vurguladığım şey, çok katmanlı bir çatışma sürecinin içinde olduğumuz. Bir tek çatışma, tek bir politikanın belirleyicisi değil ama tabii Türkiye açısından Irak Kürdistanı’nda bağımsız devlet ilan edilmesi Katar’ın önüne geçer. Çünkü Türkiye’nin önceliği o. Diğer yandan Barzani ile ilişkilerimiz çok iyi biliyorsunuz, bunu bozmak işine de gelmeyebilir. 

Yani Erdoğan, referandum meselesine bugün verdiği tepkiyi yarın değiştirebilir mi?
Şartlar değişirse. Biraz eskiyi düşünelim, Barzani için Türkiye’de nasıl küçümseyici, aşağılayıcı ifadeler kullanılıyordu. Ne oldu sonra, Barzani devlet töreni ile karşılandı mı? Barzani bizim en iyi müttefikimiz oldu mu? O günlerde deseydik böyle bir olasılık var, herkes “Hayır mümkün değil çünkü Türkiye’nin kırmızı çizgileri var, Türkiye bunu kabul etmez” derdi. Şartlar değişince olabilir mi, olabilir. Bunların hepsinin son derece geçici ittifaklar ve geçici çatışmalar olduğunun farkında olmamız lazım. Nihai bir sonuca ulaşmış bir çatışma yok. Sürecin içindeyiz. Gördüklerimiz üzerinden o süreci anlamlandırmaya çalışıyoruz. O nedenle bazı şeyler hiç olmazmış ya da hep olurmuş gibi geliyor ama biraz arkaya bakınca o olmaz denilen her şeyin olduğunu, olur denilen hiçbir şeyin olmadığını görüyoruz. 

Türkiye’nin ne yapması gerekiyor ki, Ortadoğu’daki yangından daha az etkilenebilsin?
Bu aşamadan sonra Türkiye’nin daha az etkilenme şansı var mı emin değilim. Çünkü süreç içinde bir sürü işbirliğine girdiniz, bir sürü işler yaptınız, biraz kazandınız, biraz kaybettiniz. Bunların her birinin bir faturası var. Dolayısıyla “Şimdi ben kenarda durayım da bu faturaları ödemeyeyim” deme şansınız var mı, hiç zannetmiyorum. Bu felaketten nasıl kurtuluruz? Valla bunun tek yolu herhalde daha özgür bir toplum. Bu kadar kapalı, hiçbir kararın niye, nasıl, nerede alındığının bilinmediği, tartışılmadığı toplumlar sadece felaketlerin sonucuyla yaşamaya mahkumdur. Ama özgür bir tartışma açıldığı zaman farklı çözümleri üretebilme potansiyeline, şansına sahip olursunuz. Türkiye için bu olabilir mi, kısa vadede çok umutlu olduğumu söyleyemeyeceğim.

ÖNCEKİ HABER

Tunus'ta oruç tutmayanların tutuklanması protesto edildi

SONRAKİ HABER

Evrensel Gazetesi muhabirleri üçüncü kez hakim karşısında

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...