21 Mayıs 2017 01:13

DHL direnişi: Ne kadar sürerse sürsün biz buradayız!

'Türkiye işçi sınıfının yakın dönem mücadele deneyimleri' dosyamızın 7. gününde başta DHL direnişi olmak üzere son dönem işçi eylemlerini inceledik.

Paylaş

Hazırlayan: Sinan Ceviz

İşçi sınıfının değişik iş kollarında edindiği mücadele deneyimlerinin en ilgi çekici olanlarından biri DHL’de yaşandı. Aslına bakılırsa diğer mücadele örnekleri ile benzer süreçler yaşanmış olsa da, işyerinin özellikleri ve DHL işçisinin tutumu oldukça öğretici bir deneyimin ortaya çıkmasına neden oldu. 

Lojistik sektörünün devleri arasında yer alan DHL, 220 ülke ve bölgede faaliyet sürdürüyor. 285 bin çalışanı bulunan şirket, üç bölümden oluşuyor. DHL Express, DHL yük ve tedarik zinciri. Alman firması olan DHL, Türkiye’de taşıma, depolama, tedarik ve yük taşıma piyasasında önemli bir yer tutuyor. 

Dünyanın birçok ülkesindeki depoları sendikalı olan işletmenin, Türkiye ve Ortadoğu’daki depoları ise sendikasız, işçiler çok düşük ücretlerle çalıştırılıyor. Türkiye gibi sendikal örgütlülüğün zayıf, iş gücünün zayıf olduğu ülkelerde işçileri oldukça kötü koşullarda çalıştıran firma, hak mücadelesi karşısında da katı bir tutum izliyor. 

Türkiye’nin birçok ilinde deposu bulunan DHL, yaklaşık 2 bin 500 işçiyi istihdam ediyor. Sendikal süreç öncesinde işçiler asgari ücretle ve sosyal haklardan yoksun çalıştırılıyordu. Birçok meslek hastalığına maruz kalan işçiler, bir araya gelemesin diye firma bünyesinde iki taşeron şirket faaliyet gösteriyordu. “Gündelikçi” denilen taşeron işçiler, işin yoğunluğuna göre süreli sözleşmeli alınıyor, iş bitince atılıyordu. 

Ağır çalışma koşullarının hüküm sürdüğü işletmede, ilaç depolarında bulunan soğuk hava bölümlerine işçiler koruma elbiseleri olmadan sokuluyordu. Sürekli ağır yük taşıyan işçilerde bel fıtığı başta olmak üzere çeşitli meslek hastalıkları görülüyor, özellikle paketleme bölümlerinde çalışan kadın işçilerin eklem yerlerinde hasarlar meydana geliyordu. 8 saat üzerinden işçi çalıştırması gereken firmada işçilerin günde 10-12 saat çalıştırılmasının karşılığı da önemli oranda ödenmiyordu. İşçilerin tuvalet ihtiyaçlarının bile dakikalarla ölçüldüğü bu ağır çalışma koşullarına itiraz eden hemen işten atılıyordu. 

DHL’nin depoları, İstanbul’dan Diyarbakır’a birçok farklı ilde birbirinden kopuktur. Bu nedenle iletişim zordur. Ancak bu zorluğu aşan işçiler, birlik olmayı başardı ve yukarıda bahsettiğimiz çalışma sistemine karşı sendikalaştı. 

Nasıl mı? 

BİR İŞARET LAZIM

Koşullardan duyulan hoşnutsuzluk ve öfkeyle birlikte arayış da artıyor; işçiler insanca yaşamak ve insanca çalışmak için neler yapmaları gerektiğini tartışıyorlardı. Sendikalaşma gündeme gelmişti ama hemen her işyerinde yaşanan güvensizlik DHL’de de yaşanıyordu: “Olmaz, bu işyerinde birlik sağlanmaz”, “Herkes birbirini satar”, “Buraya sendika girmesine DHL izin vermez”... 

Öfke ile birlikte güvensizlik de üst seviyedeydi ve karar vermek için bir işaret lazımdı. İşte tam bu dönemde Kıraç deposunda işçiler mesaiye kalmama eylemi yaptı. İşveren 1 işçiyi işten çıkardı. Bunun üzerine tüm işçiler depoda çalışmayı durdurdu ve işten atılan işçi geri alındı. Üstelik tüm bunlar, atılan işçi daha firmanın çıkış kapısına varmadan olup bitmişti. 

Olmaz denilen olmuş, işçiler birlik olurlarsa neler yapabileceklerini görmüşlerdi. Artık işçiler sadece Kıraç’ta değil Esenyurt 1 ve 2 depolarında da tepki gösteren kapı önüne konulduğunda ne yapacağını biliyordu. Bu eylem güvensizliği ve “Burada olmaz” fikrini bir anda ötelemişti. 

DHL de çalışan işçilerin önemli bir çoğunluğunu kadın ve genç işçiler oluşturuyordu. Özellikle kadın işçilerin ağırlıkta olması sendikal sürecin direnci ve başarısında önemli bir etken olmuştu.

Bu gelişmeler yaşanırken Gebze depolarında da işçiler sendikal arayış içerisindeydi. Kıraç ve Esenyurt depolarındaki işçiler, kararını vermiş TÜMTİS ile iletişime geçerek sendikalaşma sürecini başlatmıştı. 

DHL’deki işçilerin yaklaşık 1000 kadarı, yani önemli bir çoğunlu Esenyurt ve Kıraç depolarında çalışıyordu. Bu depolar ilaç firmalarının tedarikçileriydi. Birçok ilaç firmasının ürünleri bu depolarda toplanır, paketlenir ve dağıtıma çıkardı. Söz konusu ilaç olunca sözleşmeler oldukça ağır oluyordu ve deyim yerinde ise sendikalaşma firmanın Türkiye’deki can damarı olan depolarda başlamıştı.  

OK YAYDAN ÇIKTI

Bu üç depoda kısa sürede çoğunluk sağlanmıştı. Ama bu yeterli değildi, ülkenin diğer depolarında da örgütlenme sağlanmalıydı. Elbette patron vekilleri de boş durmamış, hemen işçi çıkarmaya başlamıştı. 

İlk işçi çıkarıldığında işçilerle sendikacılar arasında yapılan tartışmadan sonra üretimi durdurmanın sürece zarar vereceği gerekçesiyle içeride eylem yapılmamıştı. Bu bir yandan genel kabul görmüş bir yandan da ilerleyen süreçte “O gün şalteri indirseydik başka olurdu” tartışmalarına neden olmuştur. Henüz sendikalaşma süreci başlamamışken iş durduran ve kazanan işçiler, şimdi bunu yapmamışlardı. İlerleyen süreçte bu tutumun yanlışlığını gördüler. 

Öncü işçiler tek tek çıkarılıyordu ve 15 Haziran 2012’de şirketin Kıraç deposu önünde direniş başladı. Atılan işçiler ve sendika yönetimi işyeri önünde basın açıklaması yaptı. Bir yandan da şu tartışma yapılıyordu: İçeride çalışan işçiler bu açıklamaya destek vermeli mi, yoksa arkadaşlarımızı teşhir etmemek için vermemeli mi? Tartışmadan katılım sağlamama sonucu çıkmıştı ve bu kararın yanlışlığı da ileriki zamanlarda kendini gösterecekti. En kestirme yol meşru ve üretimden gelen güce dayalı mücadeleydi. DHL işçileri bir süre sonra Kıraç deposu önündeki eylemlere katılmaya, alkışlarla depo bahçesinden arkadaşlarına desteklerini ifade etmeye başlamışlardı.  

Sendikal süreç ilerledikçe ara ara işten atmalar da devam ediyordu. En deneyimli işçiler bir anda “performans düşüklüğü”, “verimsizlik” gibi gerekçelerle işten çıkarılıyordu. 

İşçiler yemek molalarında, dinlenme saatlerinde bahçeye çıkabilir ya da dışarıdaki çay ocaklarına gidebilirlerdi. Direniş başlayınca çalışan işçilerle direnişteki işçilerin yan yana gelmelerini engellemek için bu uygulama sonlandırıldı. Bir yandan da tek tek odalara alınan işçilere sendikadan istifa yönünde baskı yapılıyordu. 

Bazı işçilerin istifasına neden olan bu süreç, “İşveren üyeleri biliyor” ile “Bilirse bilsin suç mu işliyoruz” söylemleri arasında ilerledi. İşçiler şuna karar verdi: İşveren kime sorarsa “evet üyeyiz” denilecek ve baskıya boyun eğilmeyecekti. Sendika anayasal bir haktı ve engellemek suçtu. Bu tutum işverenin istifa baskısını boşa çıkardı. 

İŞÇİ İRADESİ VE ULUSLARARASI DAYANIŞMA

DHL uluslararası bir firmaydı ve son yılların modası bu tür firmalarda uluslararası baskı oluşturarak masaya oturmayı sağlamak ve sendikayı kabullenmeye zorlamaktı. Bu yöntem bazı firmalarda etkili olmuş ve sendikalaşma süreci tamamlanmıştı. Ancak bu süreç, işçi iradesinin yansıdığı bir şekilde hayata geçirilmemişse, sendikal düzenin o işyerlerindeki varlığı ile yokluğu silikleşiyordu. DHL’de ise işçi iradesi ve uluslararası desteğin örgütlenmesi birbiri ile örtüşmüş ve bu nedenle mücadele uluslararası bir işçi dayanışmasına dönüşmüştü. 

DHL direnişçileri her gün nerede ise toplantılar yapıyor, o gün neler yapılacağını titizlikle planlanıyordu. İki hedef vardı; Kıraç ve Esenyurt depolarında baskıyı püskürtmek ve diğer depolara ulaşarak üyelikleri artırmak. 

Bu nedenle depolarda işçi komiteleri oluşturuldu. Gelişmeler bu komitelerle değerlendiriliyor ve alınan kararlar hep birlikte hayata geçiriliyordu. Bir yandan da direnişteki işçiler başka depolarla iletişim kuruyor, üye yapıyordu. 

NE KADAR SÜRERSE SÜRSÜN

Direnişte 100. gün olmuştu. Zaman ilerledikçe sinirler de geriliyor, gerek işçiler arasında gerekse işçilerle sendika yöneticileri arasında tartışmalar yaşanıyordu. Yaz aylarında başlayan direniş kışa ulaşmıştı ve direnişteki işçiler soğuktan korunmak için Kıraç deposu karşısında çadır kurdu. Çadır işçilerin becerileri ile neredeyse bir konduya dönüşmüştü. Tahtalar çakılmış, etrafı naylonlarla kaplanmış, bir kapı yapılmış, içerisine soba konmuştu. Bu çadır aynı zamanda şu mesajı veriyordu: Ne kadar sürerse sürsün biz buradayız!

Bu sebeple hedefteydi çadır, bu sembol yıkılmalıydı. 15 Ocak 2013’te yani direnişin yedinci ayında gece yarısı Esenyurt Belediyesi zabıta ekipleri çadıra saldırmış ve yerle bir etmişti. 

Haber duyulur duyulmaz emek örgütleri, emekten yana siyasi partiler, sendikalar DHL önünde toplandı ve olay protesto edildi. Bir yandan çadır el birliği ile yeniden kuruluyor, bir yandan da sorumlulardan açıklama isteniyordu. 

Direniş sürdükçe işçilerin sesi daha çok yankılanıyor, destek büyüyordu. Farklı iş kollarındaki sendikalar, illerindeki DHL işçileriyle iletişime geçiyor, TÜMTİS için üye yapıyordu.

Bir yandan da DHL direnişçileri sosyal medyayı iyi kullanmaya çalışıyor, eş ve çocuklarıyla dayanışma yürüyüşleri düzenliyordu. 

Direnişin en ilgi çeken eylemlerinden biri, DHL’nin sponsor olduğu Manchester United’e çağrı ve protesto eylemleri oldu. İşçiler sosyal medya üzerinden yürüttükleri kampanya ile bu futbol takımına sesleniyor, DHL’nin sponsorluğunun reddedilmesini istiyorlardı. Mancherter United, Galatasaray’la karşılaşmak için Türkiye’ye geldiğinde direnişin 157. günüydü ve DHL işçileri takımı protestolarla karşıladı. 

Aylardır süren direnişin direnci uluslararası alanda da yankı buluyor, enternasyonal dayanışma yükseliyordu. İlk uluslararası eylem direnişin 180. gününde gerçekleştirildi. Taşıma işçileri sendikalarının üst örgütü olan ITF’den yapılan çağrı büyük bir destek buldu. 235. gün, Alman ver.di sendikası DHL Kıraç deposu önünde işçileri ziyaret etti. Direnişin 284. gününde, 26 Mart eylemi olarak DHL direnişine not düşülen eylem, tam 60 ülkede hayat buldu.

ÇAKMA SENDİKA DA İŞE YARAMADI 

DHL’de direniş başladıktan sonra 2012 aralık ayında yeni bir sendika kuruldu. 2013 başlarında bu paravan sendika, DHL işverenlerinin çağrısı ile harekete geçti. İşveren vekilleri, müdürler, amirler işçileri tek tek yönetim odalarında topluyor, iknaya çalışıyordu. Paravan sendikanın yöneticileri depoları açıktan gezmeye başlayınca Gebze ve Esenyurt’taki işçiler, kendi deyimleriyle “çakma sendikacıları” depolardan kovdu. Bunun üzerine DHL işvereni bir protokol imzalayarak işçileri sözleşme yetkisinin bu sendikada olduğuna inandırmaya çalıştı. Elbette bu oyun da tutmadı. 

İşten atılan işçilerin açtıkları davaları kazandıklarını öğrendiklerinde direniş 358. günündeydi. DHL işçileri direniş ilk başladığında bir slogan atıyorlardı; “DHL’ye sendika girecek, başka yolu yok!” İşte bu slogan direnişin 467. gününde gerçekleşti ve TÜMTİS yetkiyi aldı. Sıra toplu iş sözleşmesindeydi. 

İşçiler, TİS dönemini de yakından takip etmiş ilk sözleşmede ücret artışının yanı sıra iki ikramiye alındı. Ayrıca taşeron uygulaması kaldırıldı. Soğuk hava depolarında çalışma süreleri kısıtlandı. Ve elbette DHL işçileri, tüm sınıfa mal olan önemli bir deneyim edinmişlerdi. 

MERSİN SERBEST BÖLGE: YAPARSAN OLUR!

Mersin Serbest Bölge... Her şeyin patrona “serbest”, işçiye yasak olduğu bölge. Patronlar hükümetin teşviklerinin yanı sıra işçileri sınırsız bir biçimde sömürerek kârlarını katlıyorlar. İşçilerin ise bazen 48 saate varan aralıksız yoğun çalışmalarının karşılığı asgari ücret ya da altı... Sigorta zaten yok ya da mutlaka eksik yatırılmış. Kuralsızlığın kural olduğu serbest bölgede işçiler, her türlü haktan yoksun. Çoğunluğu genç ve sınıf mücadelesi tecrübesinden yoksun olan işçiler arasında “Burada asla örgütlenme olmaz” fikri oldukça yaygın. Zaten hakkını arayan işçiler anında kara listeye alındığından bir daha iş bulmak da zor.

İşte bu şartlarda gelinen 2007, işçilerin “Artık yeter” diyerek isyan ettiği yıl oldu. 

15 Mart 2007’de Rebeka firmasında çalışan 100 işçi mesai ücretlerinin yüzde 15 zamlı ödenmesi ve zorunlu mesailerin kaldırılması talebiyle iki saat iş bıraktı. Bu ilk adım bütün serbest bölgede yankı bulmuş, cesaret vermişti. Ertesi gün topyekün eyleme geçildi. ,

Ücretlerin artırılması, sigortaların tam yatırılması, zorunlu mesailerin kaldırılması... Binlerce işçi ilk anda ne yapacağını bilmez haldeydi. Şaşkınlık hemen bir kenara bırakıldı ve elbette işçi sınıfının geçmiş deneyimlerine başvuruldu. Hızla koordine olan işçiler, işyeri işyeri komiteler kurdu ve tüm bölge çapında da 50 kişilik bir üst komite oluşturdu. 37 firmanın tamamında işçiler eylemdeydi ve bir hafta sonunda bir çok işyeri talepleri kabul etti. 

Bu bir başlangıçtı. İşçiler birleştiklerinde ne kadar güçlü olduklarını görmüştü ve bu birliği daha iyi yönetmek için yeni hamleler yapmaktaydı. Sendikalaşmayı tartışıyordu Mersin Serbest Bölge işçisi artık. 

ADANA SAYA İŞÇİLERİ: YILLAR SONRA BİR İLK 

En kuralsız çalışma koşullarının hüküm sürdüğü yerlerden biri de saya üretimidir. Adana’da, günde 15-16 saat, 20-40 lira arası yevmiye karşılığında çalışan saya işçileri, 6-7 yıldır hiç zam almamıştı. Bir işçinin ancak 1 metrekare alanı kullanabildiği daracık işyerlerinde, kullandıkları malzemeler nedeniyle adeta zehir soluyorlardı. İşverenler istedikleri gibi işten gönderiyor, istediklerinde ise işe çağırıyordu. Deyim yerindeyse insan yerine konulmayan Saya işçisi arasında da “Sendika, dernek... Bunlar burada olmaz, olamaz” inancı çok yaygındı. 11 Ocak 2012 tarihinde işçiler, “Biz köle değiliz” dediler ve işbıraktılar. Bütün atölyeler kenetlenmişti. Talepleri basitti; ücretler artırılsın, sigortalar yapılsın.

Tüm engellemelere rağmen bir hafta süren direnişle yüzde 25 zam elde ettiler. Birlik olan işçiler, eski işçilerin söylediklerine göre, ’89’dan sonraki bu ilk kavgalarından kazanımla çıktı. 

BAŞPINAR TEKSTİL İŞÇİLERİ: SENDİKALI OLMAK YETMEZ

2012 yılının ağustos ayında bu kez Antep’te Başpınar Organize Sanayi Bölgesi’ndeki tekstil işçileri mücadele sahnesindeydi. Başbınar işçileri diğer yerlerden farklı olarak çeşitli sendikal deneyimler yaşamıştı, hatta içlerinde sendikalı işyerleri vardı. Ancak ne Türk-İş, ne Hak-İş ne de DİSK’e bağlı sendikalardan hoşnutlardı. Bugüne kadar verdikleri hak mücadeleleri hep sendikal bürokrasiye takılmıştı.

Aslında koşullar bakımından sendikalı işçilerle sendikasız işçiler aynı kaderi yaşamaktaydı. İşçiler geçinebilecekleri bir ücret istiyordu. 

Önce 4 Ağustos günü 1500 işçinin çalıştığın Şireci Tekstil’de iş bırakıldı. Tıpkı Adana ve Mersin örneklerinde olduğu gibi çakılan bu ilk kıvılcım diğer işçilerin tepkisini ateşlemeye yetti; bir anda Başpınar OSB’de çalışan 5 bin tekstil işçisi greve çıktı. 

Klasik bastırma yöntemleri hemen devreye sokuldu. İşçiler tehdit edildi, üzerlerine polis salındı... Ama her türlü baskı ve tehdit boşa çıkarıldı. Seçenekler ortadaydı; ya açlık ve kölelik ya da mücadele! “Mücadele” dedi Başpınar işçileri ve 10 gün süren mücadelelerinin ardından 780 lira olan ücretlerini ikramiyeleri ile birlikte 925 liraya çıkardılar.

Başpınar işçisi öğrenmişti ve öğretmişti ki, örgütlü olmak demek sadece sendika üyesi olmak değildir. Kendi temsilcilerini seçebilmek, kendi iradesiyle harekete geçebilmek ve üretimden gelen gücünü her an kullanmaya hazırlıklı olmaktır. 

NAKIŞ İŞÇİLERİ: 8 SAAT ÇALIŞMA 

Sendikaları olmadığı halde küçük küçük atölyelerde ve birbirinden bağımsız işyerlerinde çalışan binlerce Nakış işçisi bir araya gelmiş ve komitelerini kurarak 1 Haziran 2013’te greve çıkma kararı almışlardı. Nakış işçileri “Acaba yaptığımız yasal mı”, “Acaba haksız duruma düşer miyiz” gibi sorulara takılmamış ve haklı ve fiili bir mücadeleyi başlatmıştı. Bu tutumları ile nakış işçileri 12 saat çalışma sürelerini 8 saate indirmeyi başardılar. Bugün halen nakış işçileri birliklerini korumak ve sendikal bir örgütlülüğe dönüştürmek için çalışmalarını sürdürüyor. 

Yarın: Metal fırtınanın izinden 

Dosyanın diğer yazılarına bu bağlantıdan ulaşabilirsiniz.

ÖNCEKİ HABER

Milyonlarca mevsimlik tarım işçisi unutuldu

SONRAKİ HABER

Taksim ve çevresi yeniden dönüşürken

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa