08 Nisan 2017 00:24

Seçimler ölümler ve Brexit

Avrupa'nın gündeminde bu hafta Fransa cumhurbaşkanlığı seçimleri, Mansura'nın bombalanması ve Brexit vardı.

Paylaş

Fransa’da seçimler yaklaştıkça ülke gündemi sadece bu konuya kilitleniyor. Bu hafta Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı (CIPOML) Üyesi Fransa İşçileri Komünist Partisinin (PCOF) aldığı oy kullanmama çağrısı ve nedenlerini çevirdik. 

19 Mart’ta Alman Tornado keşif uçaklarının çektiği fotoğrafların teslim edilmesiyle IŞİD karşıtı koalisyon güçleri Suriye’nin Mansura beldesini havadan bombaladı ve  33 sivilin ölümüne yol açtı. Alman kamuoyu bu katliamı nisan ayı başında, ABD yetkililerinin bu konuda soruşturma başlatması sayesinde öğrendi. Federal Savunma Bakanlığı ise Almanya’nın nerenin bombalanacağı konusunda karar yetkisi olmadığını belirterek sorumluluğu sırtından atıverdi. JungeWelt gazetesinden aktardığımız yorumda, sivil ölümlerinde Batı’nın ve özellikle Almanya’nın payına dikkat çekiliyor.

Diğer yandan İngiltere’nin gündemi Brexit’siz geçmiyor. Bu hafta, The Guardian Yazarı Owen Jones, Brexit adı altında İngiliz muhafazakar hükümetinin dünyadaki diktatörlere daha fazla yakınlık gösterdiğini ve bu rejimlerin barbarlıklarını görmezden geldiğini söylüyor.


CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ 1. TURU İÇİN TAVRIMIZ

La Forge  
Başyazı 

Partimiz her zaman farklı seçimler için bir siyasi yön ve tavır belirlemiştir. Tüm mücadelelerde olduğu gibi burada da esas önemli olan, seçimlerin önemine ve sistemin onunla değişeceğine dair hayaller yaymadan sınıf tavrını ortaya koymaktır. 2012’de seçimlere Sol Cephe içerisinde katılmış ve onun adayına oy verme çağrısında bulunmuştuk. Partimizin buna dahil olması, örgütlerden oluşan bir cephe ve onun adayının temsil ettiği halkçı siyasi bir dinamiğin olmasındandı. Bu sorun, derin bir bilanço çıkartan son kongremizde de tahlil edildi. 

Bu seçimlerin koşulu 2012’dekinden çok farklı. Her şeyden önce ve en önemlisi sınıflar mücadelesi, iki taraf açısından da, burjuvazi, partileri ve iktidar aygıtları açısından olduğu kadar, işçi sınıfı, gençler ve emekçi kesimler açısından da daha radikalleşti. Hollande ve değişik hükümetlerin oligarşi lehine yürüttüğü politikaya karşı tepki genişledi ve sadece bir politikayla kopma değil, daha da ileri giden bir kopuş zorunluluğu, sistemden kopuşun gerekliliği fikri güçlendi. Aylardır gözlemlediğimiz, El Khomri Yasası’na karşı büyük hareketten çıkardığımız dersler bu inancı güçlendirdi. Önümüze bu kopuşu güçlendirmeye öncülük verme hedefini koyduk ve bundan dolayı bir aday ve program etrafında yürütülen tartışmalara, hatta farklı dalga geçici aday adaylık yarışmalarına katılmayı reddettik. Patronların hizmetinde olan devlete, polis devletine ve savaş politikalarına karşı, sistem ile devrimci kopuşun zorunluluğu talebini öne çıkartarak Devrimci Cephe politikasını hayata geçirmeye öncülük verdik. 

BU SEÇİMLER BURJUVAZİ AÇISINDAN NEYİ ÇÖZECEK? 

5. cumhuriyetin kurumlarının belirlediği çerçevede cumhurbaşkanlığı seçimleri en önemli siyasi dönem olarak sunuluyor. Zira kazanan adaya bir halk meşruiyeti verilmesi bekleniyor. Sadece “Kabul edilir bir şekilde kullanılan oyların” sayıldığı bir oylama mekanizmasıyla, kazanan kişi, ilk turda gerçekten ne kadar oy aldığından bağımsız olarak, birden “tüm Fransızların” temsilcisi düzeyine yükseltiliyor ve “Fransa adına” konuşan tek kişi oluyor. Ne oy kullanmayanlar, ne boş oy ne de geçersiz oylar sayılıyor. Seçimlerin mekanizması (2. tura sadece iki adayın kaldığı iki turlu seçimler), aşırı şekilde kişileştirilmenin gerekliliği (“Ben başkan olarak, şunu/bunu yaparım”) ve buna bir de para (kampanya maliyetleri) ve basında görünebilme engelleri eklenirse seçmenin “serbest tercihi” büyük oranda yönlendiriliyor. 

Bu seçimlere damgayı, basının işlediği kamu parasının bireysel zenginleşmeye hizmet ettiği rezil tavırlar vurdu [...]. Aldatmalar, verilen sözlere ihanetler, sistemin ömrünü uzatmayı amaçlayan bir “yeniden yapılanmanın” ürünlerinin görüntüleridir. Hollande, birçok defa Sarkozy tarafından başkanlık sisteminin daha da güçlenmesine hizmet eden “reforme” edilmiş kurumlar içinde “battı”. Savaş politikaları konusunda cumhurbaşkanına verilen yetkileri kullanarak, ordunun ve askeri hiyerarşinin siyasi ağırlığını güçlendirdi ve, ekonomi ve toplumunun militarizasyonunu daha da ileri götürdü. Demokratik özgürlükleri kısıtladı ve OHAL’in temsil ettiği özel rejimi olağanlaştırdı. Özellikle El Khomri İş Yasası’na karşı mücadele eden sosyal harekete, emekçi semtlerinin gençlerine, mültecilerle dayanışma hareketine karşı polis devletinin ağırlığını ve yetkilerini arttırdı. Emek düşmanı, sendika düşmanı yasaları Mecliste çoğunluk olmadan kaba yöntemlerle onaylatmanın mekanizmalarını, 6 defa Anayasa’nın 49-3 maddesini kullanarak, olağanlaştırdı. Uzun lafın kısası, kendinden sonra gelecek kişiye işçi ve emekçi hareketinin denetimi ve baskı altında tutulmasının, kaba kuvvetle dayatılan, olanaklarının arttığı bir devlet “bırakıyor”. Bu ardıl, neoliberalizmin en eski fikirlerinin yenilenerek parlatıldığı ve Marine Le Pen’e karşı tek alternatif olarak sunulduğu bir kampanya tarafından biçimlendirildi. Her şey bu “tercihin” cumhurbaşkanlığının iki turunun da merkezinde olması için yapıldı. Sosyal ve politik mücadelenin tepkisi siyasi temsiliyet sistemine, kurumlara ve buradan da sekerek eylemlerini seçimlere endekslemiş partilere yansıdı. Bunun en ileri ifadelerinden biri, oy kullanmama fenomenidir. Toplumun geniş kesimleri açısından bu oy kullanmama bilinçli olarak sistemin reddi olarak “kabul ediliyor”. Bizler de bu seçimin çerçevesini reddetme iradesinde kendimizi buluyoruz ve bu oy kullanmamaya siyasi, devrimci bir içerik veriyoruz. Hiçbir adayın, hiçbir programın bu mesajı taşımadığını görüyoruz. Fakat birçok militanın Sosyalist Partinin ve neoliberalizmin reddedilmesini Melenchon, LO, NPA adaylarının... pusulasıyla yaptığını da biliyoruz. Birçoğu 2012’de Sol Cephe’nin öne sürdüğü siyasi tavırlara bağlı kaldı ve bu politikalara karşı mücadele eden güçlerin birliğini savunuyor. Bu sorun etrafında bölünmemeliyiz, zira seçilecek kişinin gerek ulusal, gerekse uluslararası düzeyde hayata geçireceği politikalara karşı mücadelede çok enerji ve güce ihtiyacımız olacak. Bizim için, gösterilerde haykırdığımız “Bu toplumu istemiyoruz, ona karşı mücadele ediyoruz” sloganının somut ifadesi, devrimci kopuş için mücadele, seçimlerin birinci turunda oy kullanmamaktır. 

Fransa İşçileri Komünist Partisi-PCOF merkezi yayın organı 

Çeviren: Deniz Uztopal


ÇİFTE STANDART

Jörg Kronauer
JungeWelt

Alman askerlerinin Suriye’de 30’un üzerinde sivilin öldürüldüğü hava saldırısına yol açtığı artık açık ve net biliniyor. Almanya’da savaş karşıtlarının sürekli söylediği şey gerçekleşti. 270 asker İncirlik’e akşam güneşinde biralarını yudumlasınlar diye gönderilmedi. Tornado keşif uçakları da IŞİD karşıtı koalisyonun emrine Suriye semalarından estetik doğa resimleri çeksinler diye verilmedi. Hayır, Tornadolar ABD, İngiltere ve diğer ülkelerden askerlerin nereyi ateşe vereceklerini kararlaştırmaları için fotoğraflar çekiyor. Diğerleri kanlı işlerini gördükten sonra 

Tornadolar tekrar havalanıyor, bombardıman bölgesine gidip gerçekten her yerin yerle bir edilip edilmediğini yine fotoğraflarıyla belgeliyorlar. 

Bu otopsiye askeri jargonda Battle Damage Assessment (Savaş zarar tespiti) deniyor. Alman askerleri, eninde sonunda sivil ölümlerine yol açacağı açık olan Batı savaş mekanizmasının vazgeçilmez parçaları oldu çoktan beri. ‘Temiz hava savaşı’ yalanı ise zaten defalarca çürütülmüştü. İşte sonunda somut bir durumla karşı karşıyayız. 

Federal Savunma Bakanlığı, doğal olarak suçlamaları reddediyor. Nerenin bombalanacağı konusundaki  karar mekanizmalarında yer almadığını söylüyor. Bu argüman hiç de inandırıcı değil. Eğer Almanya, koalisyon güçlerine verdiği fotoğrafların sivillerin öldürülmesine yol açması karşısında şaşkınlık duysaydı, Tornado uçuşlarını yasaklamış olurdu.

Başka sorular sorulması gerekiyor: Örneğin Alman ordusunun çektiği fotoğraflarda bir okul görünmesine rağmen neden bombardıman hedefi olarak koalisyonun hizmetine sunuldu? Ya da bu katliam gerçekten Almanya’nın yardımıyla çok sayıda sivilin öldürüldüğü ilk olay mı?  Alman yetkililer her şeyi gizlerken katliamda Almanya’nın payıyla ilgili bilgiler bu konuda soruşturma başlatan ABD yetkili kurumları tarafından Federal Meclise iletildi. Kitle örgütü Airwars’un Batılı güçlerin yol açtığı sivil ölümlerinin Halep’te Rusya-Suriye saldırısında ölen sivillerle karşılaştırılabileceğini açıklamasıyla sorun daha da belirgin hale geldi.  Unutulmasın, Halep saldırısı sırasında Alman politikacıları ve medyası Moskova’nın bir yok etme savaşı, hatta soykırım gerçekleştirdiğini iddia ederek Rusya’ya yaptırım uygulanmasını talep etmişlerdi. Alman ordusuna bu türden suçlamalar yapılmasını beklemekse imkansız. Bilindiği gibi Alman dünya politikasının temel aracı her zaman çifte standart olmuştur.  

Çeviren: Semra Çelik


BREXİT, ZALİM REJİMLERE YAKINLIK GÖSTEREREK İLERLİYOR

Owen Jone 
The Guardian

Brexit’in anlamı “Brexit” mi yoksa insan hakları ihlali yapan katillere daha fazla yakınlık göstermek mi? Bizim hükümet zaten dehşet verici rejimlerin sözcülüğünü yapıyor. Şimdi onlara silah satış servisi de sunuyor. Başbakan Theresa May, kafa kesen Suudi Arabistan ülke  yöneticileriyle buluşurken stratejisi net olabilir ama ülkeyi küçük düşürüyor. Britanya, AB satış pazarını terk ederek sadece Atlantik’in öbür tarafındaki kadın tacizcisine ve Müslüman düşmanına yalakalık yapmıyor, kendi ülkesinin sınırlarının içindeki ve dışındaki insanlara acı çektiren rejimlere çok daha fazla yakınlık gösteriyor.

Geçen yılın başında, Suudi Arabistan, terörist olduğunu iddia ettiği onlarca insanı katletti. Bu vahşeti sorgulamaya hükümetimizin ne kadar açık olduğunu görüyoruz. Bunun üstüne, acı olan, eski Britanyalı elçilik, bazı katliamların neden gerçekleşmesi gerektiğini anladığını söyledi. Karşımızdaki rejim, destek sağladığı teröristler gibi, eş cinsellerin ve başkaldıranların başını kesiyor. Kadınları küçük düşürüyor ve erkeklerin eşyasıymış gibi yaklaşıyor. Theresa May’in bir kadın olarak görüşmeye gittiğini ve bunun örnek teşkil edeceğini söylemesi sorunu çözmüyor ve küçük düşürücü davranıyor. Suudi Arabistan, komşusu Yemen’i Britanya’dan aldığı silahlarla vuruyor. Saldırılarda binlerce insan yaşamını yitirdi ve milyonlarca insan evlerini terk etmek zorunda kaldı. Dünyanın en ağır insanlık krizinden biri. Bunun yanı sıra 2011’de dikta yönetimini demokrasi için yapılan eylemlere karşı korumak için Bahreyn’e müdahale etti. Suudi Arabistan aşırı uç düşünceleri ihraç ederek bizim ülkemizdeki güvenliği de tehdit ediyor. Buna rağmen, Theresa May’in stratejisi, Brexit’i kullanarak, bu fanatik çetelere daha fazla yakınlık göstermek.

Türkiye, Theresa May’in Brexit stratejisinden yararlanan bir diğer ülke. Ne ilginçtir ki geçen yıl gerçekleşen AB referandumunda Türkiye seçmenler için korkulu bir koz olarak kullanıldı.  AB’den ayrılma yanlısı bazı gruplar Türkiye’nin AB’ye en kısa zamanda üye olacağı ve Avrupa kıtasında özgür dolaşma hakkına sahip olacakları yalanını yaydılar. Türkiye çok hızlı bir şekilde diktatörlüğe doğru ilerliyor. Geçen temmuzda yaşanan darbe girişiminden sonra binlerce insan tutuklandı ve işinden ihraç edildi, medya kurumları kapatıldı, önemli muhalif isimler cezaevine atıldı. Bu durum, bizim saygıdeğer başbakanı rahatsız etmiyor. Aksine ocak ayında ‘Türkiye ile daha yakın ticari ilişkilerin olacağı’ sözünü verdi ve son olarak yüz milyon sterlin değerinde savaş uçakları satışını gerçekleştirdi.

Bir de İsrail var. Aşırı sağcı İsrail hükümeti, Donald Trump’ın yükselişiyle daha fazla teşvik edildi. Birleşmiş Milletlerin İsrail’in kurduğu yerleşim alanlarının yasa dışı olduğunu söylemesine rağmen daha fazla yerleşim alanı inşa ediliyor. 20 yıl sonra ilk yerleşim bölgeleri onaylandı. Pek sorun olarak görülmeyen bir sömürgeleştirme biçimi var ve ileride barış anlaşmalarını imkansızlaştıracak. İsrail hükümetinin bakanları, Arap İsrail vatandaşlarının bağlılık duygusunu açıkça sorguluyor. Bu işgaller barbarlıkla, ırkçılıkla ve Batının suç ortaklığı ile gerçekleşiyor. Kısa süre önce Benyamin Netanyahu’nun ziyaretinde de görüyoruz ki, Başbakan Theresa May, İsrailliler ve Filistinler için barış anlaşmasını zorlayacağına, Brexit’i düşünerek İsrail hükümetinin saldırılarını destekliyor.

Durum açıkça böyle. Muhafazakar Parti, Brexit’i “Yönetim kontrolünü geri alma” olarak değerlendiriyordu ama bunun aksine Britanya, Donald Trump’a, Suudi diktatöre, Türkiyeli diktatöre ve muhafazakar İsrail yönetimine teslim oluyor. Diğer yandan, AB’den çıktıktan sonra hangi renk pasaportumuz olacağını tartışarak ve İspanya ile savaş ihtimallerini konuşarak bütün dünyaya kendimizi rezil ediyoruz. Uzun süredir Britanya’nın dış siyaseti ABD’ye bağlıydı ve bu yüzden korkunç savaşlara dahil olduk ve sadık bir şekilde katil olan yabancı hükümetleri destekledik. Başbakan Theresa May’in Brexit stratejisi, durumu çok daha fazla kötüleştirebilecek. Bunu görmek için bizim başbakanın kafa kesen zalimlere diz çökmesine bakmak yeterli. Yönetim kontrolünü geri alacağız dedik ama bunun aksine bir süreç izleniyor.

Çeviren: Çağdaş Canbolat

ÖNCEKİ HABER

Dünyanın en renkli göçebeleri, 8 Nisan kutlu olsun

SONRAKİ HABER

Çünkü devlet erkek...

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...