01 Nisan 2017 01:17

AB’nin yapışık ikizleri; zenginlik ve yoksulluk

German Foreign Policy, zenginlik ve yoksulluğun AB’nin yapışık ikizleri olduğunu ortaya koyan bir analiz yayınladı. 

Paylaş

Geçen hafta gerçekleşen Avrupa Birliği’nin temeli olan Roma Sözleşmesi’nin 60. yıl kutlamaları sırasında sermaye sözcüleri, AB’nin ekonomik açıdan önemini, iç pazarın ihracattaki rolünü vurgularken Birlik içinde aşırı artan yoksulluk gözlerden gizlendi. German Foreign Policy, zenginlik ve yoksulluğun AB’nin yapışık ikizleri olduğunu ortaya koyan bir analiz yayınladı. 

FRANSIZ SEÇİMLERİ YAKLAŞIYOR

Fransa’da 23 Nisan’da gerçekleşecek Cumhurbaşkanlığı seçimlerine günler kaldı. 11 kişinin adaylığı resmileşti ve kampanya tüm hızıyla ilerliyor. Fakat bu seçimlerin en büyük özelliği büyük sürprizlerin yaşanması ve yarın nelerin olabileceğinin öngörülmesinin imkansızlaşması oldu. Cumhurbaşkanı François Hollande aday dahi olamadı, eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, eski başbakanlar Manuel Valls ve Alain Juppe ön adaylık seçimlerinde elendi. Seçimleri kazanmasına ‘kesin’ gözüyle bakılan sağ aday François Fillon yolsuzluk davalarından dolayı bataklığa sürüklendi.... Ve beklenmedik şekilde daha 39 yaşındaki eski bankacı, eski Ekonomi Bakanı Emmanuel Macron favori adaya dönüştü. 

İNGİLTERE RESMEN AYRILIYOR

Bu arada İngiltere Başbakanı Theresa May, AB’den ayrılma sürecini resmen başlattı. Bazı neoliberal siyasetçiler iki yıllık müzakere sürecinden sonra son kararın yeniden parlamento veya halka sunulması gerektiğini ileri sürüyor. Bazı ‘sol’ ve liberal kesimler de AB üyeliği olmadan ülkede insan haklarının saldırıya uğrayacağını ve bu yüzden AB’den çıkmanın yanlış bir adım olduğunu iddia ediyor. 


AVRUPA’NIN YAPIŞIK İKİZLERİ

German Foreign Policy

25 Mart 1957’de imzalanan Roma Sözleşmesi’nin 60. yıl dönümünde Alman sermaye
örgütleri ticari başarıları açısından AB ve AB iç pazarının önemini vurguluyorlar. Roma
Sözleşmesi, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu kurarak kıtanın, sonuç olarak iç pazara akan ekonomik entegrasyonunun temelini atmışlardı. (Geçtiğimiz) Cumartesi günü Roma’da yapılan kutlamada Belçika, Fransa, Luxemburg, İtalya sermaye örgütlerinin temsilcileri ile birlikte Alman Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Erich Schweitzer’in de imzaladığı açıklamada; “Biz Avrupa’nın sanayi ve ticaret odaları başkanları ve Avrupa işverenlerinin temsilcileri olarak Avrupa projesinin en önemli prensiplerine verdiğimiz desteği güçlendiriyoruz” denilmekteydi.
“Avrupa Birliği, biz işverenlerle inşa edildi ve bu nedenle olası iyileştirmelere ve ticaretin kolaylaştırılmasını esas alıyor” denilen açıklama, “Bize göre iç pazar AB’nin büyük başarılarından biridir. Onun sayesinde ortaklığımız uluslararası ticarette önemli bir ekonomik güç haline gelmiştir” diye devam ediyordu.
İç pazarın Alman ekonomisi için önemini Yeniden İnşa için Kredi Kurumu (KfW) çoktan
ortaya koydu. Alman işverenler AB içinde ticari engellerin kaldırılmasına bağlı olarak
KfW’ye göre 14.2 trilyon avro değerinde bir pazara sahip durumdalar. (...)

ALMAN VURGUNCULAR

AB iç pazarının ihracat kolaylıklarından en fazla yararlanan Alman vurguncular oldu.
Ortak Pazar’ın kurulmasından hemen önce, 1955 yılında, Almanya’nın ihracat payı yüzde 3.6 iken 1960’da birden bire yüzde 19’a çıktı. 2015 yılında ise yüzde 46.9 oldu. 2016 yılında Alman işverenler 1.207 trilyon avro değerinde ihracat yaptılar ve ithalat oldukça düşük olduğundan 252 milyar avroluk dış ticaret fazlalığı elde ettiler. Yakın geçmişte Çin ve ABD’ye yapılan ihracat önemli ölçüde artmasına rağmen AB iç pazarı Alman ihracatçılarına sağlam bir temel sağlayacak yapısını korudu. (...)

ÇIPLAK YOKSULLUK

Alman ekonomisi kesintisiz patlama yaşar ve AB iç pazarının en fazla kazananı olurken resmi araştırmalar AB içinde yoksulluğun kısmen şok edici boyuta eriştiğini gösteriyor. AB istatistik kurumu Eurostat’ın verilerine göre 2015 yılında yoksulluk ve toplumsal izolasyon tehlikesiyle karşı karşıya olanlar toplam nüfusun yüzde 23.7’sini oluşturmaktaydı.
Brüksel’in hedefi yoksulların sayısını azaltmak olmasına rağmen yoksulların sayısı
2008’de 115.9 milyon iken şimdilerde 118.8 milyona çıktı. 
Yoksulların sayısı, dünyanın nüfusu en fazla ülkesi olan Çin’deki yoksulların sayısının bile üzerinde. Dünya Bankası, Çin’de 1981 yılında yoksul sayısının 878 milyon iken 2012’de 87 milyona indiğini açıkladı. Gözlemciler, Çin’deki yoksul sayısının şimdilerde 56 milyona indiğini belirtiyorlar. AB içindeki yoksulluk ise daha çok doğu ve güney Avrupa’daki üye ülkelerde yoğunlaşmış durumda. Almanya’da ortalama yıllık gelir kişi başına 20 bin 668 avro olarak belirlenirken Polonya, Litvanya ve Letonya’da 5-6 bin avro dolayında. Macaristan’da 4 bin 500, Bulgaristan’da 3 bin 300, Romanya’da ise Almanya’dakinin onda biri yani 2 bin 250 avro.

MADDİ YOKSUNLUK

Yine Eurostat’ın verilerine göre birçok ülkede önemli sayıda insan, maddi yoksunluk çekiyor. Yoksullukla ilgili 9 kriterden en az 4’üne sahip insanlar için geçerli olan bu duruma göre bu kişilerin çamaşır makinesi, telefon, vb. alabilecek güçleri yok veya evlerini yeterince ısıtamıyorlar. Litvanya’da nüfusun yüzde13.9’u, Letonya’da 16.4’ü, Macaristan’da 19.4’ü, Yunanistan’da 22.2’si, Romanya‘da 22.7’si, Bulgaristan’da 34.2’si (nüfusun üçte birinden fazlası) bu durumda. Bu oran çocuk ve gençler arasında daha da yüksek. 
Macaristan’da 2015 yılında 18 yaşın altındakilerin 36.1’i yoksulluk ve toplumsal yalıtılma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Bu oran Yunanistan’da 37.8, Bulgaristan’da 43.7, Romanya’da 46.8 olarak belirlendi. 
Eurostat’a göre Macaristan’da 16 yaşın altındakiler günde bir kez bile taze meyve veya sebze yiyebilecek ekonomik güce sahip değiller. Bu oran Romanya’da yüzde 14.9 iken, Bulgaristan’da yüzde 40.(...) 
Yoksulluk, insanların kitleler halinde ülkelerini terk etmelerine neden oluyor. IMF verilerine göre son 25 yıl içinde 20 milyon kişi (nüfusun yüzde 5.5’i) göç etti. 2004 yılından bu yana Polonya’dan 2 milyon kişi başka bir ülkeye yerleşti.
Bir yandan AB içinde özellikle Alman sermayesinin ekonomik başarısı, diğer yandan ise
özellikle, Doğu, Güney ve Güneydoğu Avrupa’da giderek artmakta olan korkunç yoksulluk Avrupa’nın birbirinden ayrılmayan ikizleri haline geldi.

(Çeviren: Semra Çelik)


MACRON; KOŞULLARIN ÜRÜNÜ
Jerome LATTA 
Regards 

UZUN süre sözlerinin hafifliği ile dalga geçtik, balonun patlamasını bekledik, şimdi ise kamuoyu yoklamalarının yanılabileceği fikrine ve hâlâ karar vermemiş seçmenlere sarılmaya çalışıyoruz. Seçimlere bir ay süre kalmışken, Macron’un Cumhurbaşkanı seçilme ihtimali giderek güç kazanıyor. Kuşkusuz hâlâ her şey olabilir fakat mevcut koşullar ve siyasi eğilimler onun önünde büyük bir bulvar açmış durumda. Şu olay tesadüfü değildir: TF1 televizyon kanalındaki (en “büyük” 5 adayın katıldığı) “büyük tartışmada”, Emmanuel Macron diğer adaylarla tam 15 defa hem fikir olduğunu ilan etti. (...)

Macron sol ile sağın uzlaştığı bir sentez olmaktan çok, sağ ile sol arasındaki farklılıkların düşsel olarak bilinçli silinmesinin sentezini temsil ediyor. Sol ile sağ etiketlerinin hâlâ kullanıldığı ama onlar arasındaki çatışmasının artık geçersiz olduğunun sürekli tekrarı, ortada duranın geçici zaferinin koşullarını yarattı (...) Ticaret okulu öğrencisi gibi yaptığı içi boş konuşmalarla dalga geçilebilinir, söylemlerinin ancak klişelerle beslendiği de kuşkusuz ifade edilebilinir, fakat aslında o gücünü tam da buradan alıyor. (...) Macron bugünkü koşulların adayı, hatta onun eseridir. 

(...) Tam bir teknokratın üzerine “yeni formül” etiketi yapıştırılarak piyasaya sürülebilinir, onu bir “devrimin” kişileştirilmiş hali olarak öne çıkartılabilinir, oysa ki bizzat kendisi siyasi ve ekonomik elitler içerisinde büyümüş ve onların çocuğudur. Hatta, temel mimarlarından olmasına karşın, 5 yıllık bir iktidar döneminden tamamen muaf tutabiliyor kendisi. (...) Ama aslında bugüne kadar zaten başarısız olmuş ekonomi politikalardan başka bir şey vaat etmiyor.

MACRON LİBERAL SAĞIN ADAMIDIR

(...) Macron liberal sağın adamıdır, fakat bunun doğası o kadar bayağılaşmış ki kendisini sağcı diye tanıtması bile gerekmiyor, oysa ki iki “taraftan” da destekleyenlere bakıldığında en liberal sağcı olduğu hiç tereddüte yer bırakmayacak kadar açık. Sosyalist Parti’nin başaramadığı bir “netleşmeyi” hızlandırdı. 

Yıllarca süren nöbet değişimlerinden sonra, hükümete gelen sol ile sağ arasında farklılıklar tamamen ortadan kalktı ve Macron da bölünme çizgisini kaldırıyor ve nöbet değişimini kaldırıyor. Artık Blair ile Cameron arasında, Shcröder ile Merkel arasında, Zapatero ile Rajoy arasında ve Gattaz ile CFDT arasında tercih etmek zorunda kalınmayacak. 

Diğerlerinden farklı olarak kimlik, din, laiklik sorunlarına takılıp kalmadı, herkesle hemfikir olma eğilimine rağmen modernliği onun sağın en radikal aşırı muhafazakar kesimleri tarafından dışlanmasına neden oldu. 

(...)Fillon kendi kendisini itibarsızlaştırdı ve partisini bataklığa sürükledi. Hamon ise 5 yıllık Cumhurbaşkanlığı döneminden dolayı ve Sosyalist partisinin içinden çıkamadığı ideolojik çelişkilerden dolayı büyük bir handikap içinde. Melenchon ve Boyun Eğmeyen Fransa (hareketine) gelince ise, olağanüstü bir gelişme olmazsa, projeleri 2017 seçimleri çerçevesine sığamayacak bir dönemsel sorun yaşıyor. Eleştirel bir solun yaratılamaması da aynı sırada Macron’u besleyen nedenler arasındadır. 

Ve Le Pen’e karşı bir tek o kaldı, artık kollarını açarak çocuklarını kucaklayıp kurtarabilecek. Boşa gitmeyecek tek oy artık onun adının yazdığı pusuladır. İktidar partisinin seçmenleri için, Fillon ve Ulusal Cephe’nin iktidara gelmesini istemeyenler için, var olan düzenin gerçek anlamıyla eleştirenlerin gelişmesini istemeyenler için tercih ondan yana olacaktır. 

Hatta birçoğu için gözle görülen bir felaketin hızla yaklaşmasının Macron iktidarı döneminde olacağı bilinmesine rağmen tercih yine odur. 

Belirtmek gerekir ki Macron’un adaylığı kumdan bina üzerinden yükseliyor ve hâlâ her an yıkılabilir, gerçekliği göründükçe sandıktan onun için büyük bir hüzün çıkabilir. Üstelik bu aralar basının resmen desteklediği kişi olmak çok hoş olmuyor ve kamuoyu yoklamalarında favori olmanın sınırlarını kısa süre önce herkes gördü... 

Anketlerin favorisi belki de asla cumhurbaşkanı olmayabilir, yeni Kennedy hâlâ küçük Balladur* olarak seçimleri tamamlayabilir. 

Bu seçimler de tıpkı 1995’de olduğu gibi olağanüstü oranda belirsizliğin egemen olduğu koşullarda gerçekleşiyor. Fakat daha 9 ay önce Macron’un kazanması imkansız olarak görülüyordu. Bugün ise başarısız olması sürpriz olur. 

*1995 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde favori olan Edouard Baladur seçimleri Jacques Chirac lehine kaybetmişti. 

(Çeviren : Deniz Uztopal)


HALKIN İHTİYAÇLARINA UYGUN BİR BREXIT NASIL ŞEKİLLENİR?

Lindsay GERMAN
Counterfire 

THERESA May tarafından hayata geçirilen 50’inci madde, iki yıl sürecek İngiltere’nin AB’den ayrılma sürecinin başlangıcını temsil ediyor. Hepimiz için en önemli soru ayrılmanın koşullarının ne olacağı. Sol hareket, Nick Clegg, Alastair Campbell ve Tony Blair gibi son zamanlarda çok itibar kaybetmiş siyasetçilerle birlik olma çağrısı yapmamalı. Bu siyasetçiler kendi politik kariyerlerini kurtarmak ve yerle bir olmuş neoliberal siyaseti güçlendirmek için Brexit kararından geri dönülmesi kampanyası yürütüyor.

Aynı zamanda artık sürecin sonuna geldiğimiz hissine kapılmamak gerekiyor. Büyük bir direnişin başlangıcı olarak görmeliyiz. Üstelik sadece Muhafazakar Parti hükümetinin önceliklerine karşı değil. Aynı zamanda büyük şirketlerin ve savaş siyasetinin egemenliğinin yarattığı düşük ücret, özelleştirme ve kırılma noktasında doğru ilerleyen Britanya’yı değiştirmek için.

Bu durumda, Brexit ile beraber nelerin devam edeceğini ve nelerin değişeceği konusunda anlayışımızı geliştirmememiz lazım. Çoğu zaman (Başbakan) Theresa May’in kendi milletvekillerini bastırmak için yoğun çalıştığı düşünülüyor ve sert bir Brexit motivasyonunun ardında bunun olduğu kanısı var. Bu kısmen doğru olabilir, fakat Muhafazakarların temel hedefi son yedi yıldır dayattıkları ekonomik modelin devamını sağlamak.

Brexit sürecini maaşları düşük tutma, sağlık ve eğitim harcamalarını kısma ve örgütlü direnişi zayıflatmak için kullanmak istiyorlar. Emekçileri bölmek için göçmenliği kullanıyor ve böylece bu koşulların suçlusu olarak aslında mağdur olan göçmenleri hedef gösteriyorlar. Burada iki noktaya vurgu yapmak gerekir. Birincisi bu durum Brexit’den dolayı oluşmadı, referandumdan çok önce bu siyaset (eski BAşbakan) Cameron tarafından başlatılmıştı. İkincisi, bu politikaya bir son verilebilinir. Muhafazakarlar güçlü bir pozisyonda değil, karşılarına –şimdiye kadar olduğu gibi– birçok engel çıkacaktır ve ülke içinde muhalefetle karşı karşıya gelirlerse yenilgiye uğrayabilirler.

(…)

LGBT haklarının sonu geldiği iddiaları da tamamen bir yanılgı. Bu haklar İngiltere yasalarında var olan 2010 Eşitlik Yasası tarafından korunuyor. Baskıya karşı mücadele eden herkesin de söyleyeceği gibi, bu yasalar kendi başına hakları garantilemiyor. Tabii ki bu yasalar saldırıya uğradığında korunmalı ve genişletilmeli, fakat bunun aynı zamanda esas değişimi sadece ezilen ve sömürülenlerin direnişinin getireceğini de anlamak lazım.

Avrupa çapında saldırıya uğrayan işçi haklarında da durum böyle. 

Evet, Avrupa’da. 

Fransız seçimlerinde, The Guardian gazetesindeki solcuların umudu olan Emmanuel Macron, Fransız işçilerinin haklarını zayıflatmak istiyor (…) Her yerde işçi haklarında dibe doğru bir yarış var; gittikçe artan iş güvencesizliği ve düşen ücretler ve birçok ülkede büyüyen bir yedek işsizler ordusu mevcut.

İngiltere’de son on yıldır zaten maaşlar düşüyordu ve en az beş sene daha düşmeye devam edeceği tahmin ediliyor. Bu Brexit referandumundan önce de böyleydi, hatta Brexit kararında önemli bir nedendi. Hemşireler ve öğretim üyelerine sadece yüzde 1 maaş zammı verildi, aslında bu gerçek anlamda bir kesinti.

Önümüzdeki seçenekler basit: Bu sonuçları olduğu gibi kabul edecek miyiz yoksa bunlara karşı savaşacak mıyız? Ve bunlara karşı savaşırken, aynı zamanda Avrupa’da yoldaşlarımızla bağlantı kuracak mıyız? Yunanistan’da yıllardır tasarruf politikalarına karşı savaş veriliyor, Portekiz’de işçilere karşı saldırılar devam ediyor, Macaristan ve Polonya’da iki aşırı sağcı hükümet önemli haklara saldırıyor.

Bunu yapacak gücümüz var. İngiltere’de büyük bir sol kitle var ve şu anda bir çoğu Jeremy Corbyn’in lideri olduğu İşçi Partisinin içerisinde. Ve liberallerin karşı propagandasına rağmen Corbyn’in, AB vatandaşlarına, göçmenlere ve işçi haklarına karşı yapılan saldırılara karşı duruşu hep netti. (…)

Parlamentonun dışındaki sol hareket, muhafazakar politikalarına karşı büyük rol oynayabilir. Ulusal Sağlık Sistemine destekte, ırkçılığa karşı eylemlerde ve kemer sıkma politikalarına karşı faaliyetlerde etkili bir rol oynadılar.

Bu yaklaşımın üç boyutu var. May ve bakanlarının Brexit’i kullanarak güçlendirmek istediği gerici politikalarına karşı her fırsatta direnmek. Her türlü ırkçılığa ve İslamafobiye karşı çıkmak. 

Ezilenler için, sendikal ve işçi hakları için, sağlık ve eğitim hakları için, sosyal konutlar için kararlı bir şekilde örgütlenmek ve sol hareketi geliştirmek gerekiyor.

Ancak böyle halk adına bir Brexit şekillenebilir.

(Çeviren: Çınar Altun)

ÖNCEKİ HABER

Sağlık için ne zaman borçlandık?

SONRAKİ HABER

Trabzon’da ‘evet’ cephesinde 15 puanlık düşüş bekleniyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...