19 Mart 2017 01:22

Vacca non grata (İstenmeyen inek)

Erdoğan’ın, Kılıçdaroğlu’nun verdiği destekle ‘efelendiği’, ülkelerde yaşayan Türklere ne gibi etkileri oluyor? Onu da Sinan Birdal yazdı.

Paylaş

M. Sinan BİRDAL
 
Sabah bir haber düşüyor önüme: Çanakkale Biga ilçesinde bir mezbahada toplanan Türkiye Kırmızı Et Üreticileri Merkez Birliği üyeleri kırk civarında Holstein cinsi ineği kamyonete yükleyip Hollanda’ya göndermiş. AKP’nin ‘Evet’ kampanyasının sokağı seferber etme hamlesinin nadide bir örneği olan girişim böylece yeni bir kavram hediye etmiş oldu diplomasiye: Vacca non grata; yani istenmeyen inek. Birlik Başkanı Bülent Tunç, Hollanda kabul etmezse hayvanların kesileceğini söylemiş. “Hayvanın günahı ne?” diye sormak akıllarına gelmiyor herhalde. Bu seçim kampanyasına hakim olan intikamcı kıyıcılık referandumdan ‘Evet’ çıkması halinde nasıl bir rejimin bizi beklediğini gösteriyor. Sanmayın ki insanlara ineklerden farklı davranacaklar.

İktidarını ucuz emek gücüyle bina eden AKP iktidarı geniş kitlelerin ezilmişlik hissini “Vatan, Millet, Sakarya” sloganlarıyla seferber edip mutlak bir baskı rejimini ihdas etme peşinde. 15 yıldan beri iktidarda olmasına rağmen AKP hâlâ mağdur edebiyatını yedirebiliyor, üstelik kitlelerden ziyade CHP Genel Merkezi’ne, üstelik yarattığı yüz binlerce mağdura rağmen. Bütün bu hikayede CHP müstesna bir teşekkürü hak ediyor tabii. Ne yapıp edip yine AKP’ye yedeklenmeyi başardı. Yeter ki işçinin, emekçinin ezilmişliğini dile getirmesin, yeter ki daha demokratik bir program önermesin. CHP’nin Türk-İslam sentezi açılımının arkasındaki dinamik ideolojikmiş görünse de temelde sınıfsal. Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birinin hissedarı olan bir partiden işçi muhalefeti beklemek saflık olurdu herhalde. Ancak bu ideolojinin işlevini, rolünü göz ardı etmek anlamına gelmiyor. Tersine milliyetçilik işçi sınıfının tahakkümü, uysallaştırılması, hizaya getirilmesi için vazgeçilmez bir araç. Hatta şu tespiti yapmaktan kaçınmamak gerekir: Milliyetçilik işçi sınıfının esaret zinciridir.

FELÂTUN BEY VE RÂKIM EFENDİ

Partha Chatterjee, Batı kaynaklı bir ideoloji olan milliyetçiliğin Üçüncü Dünya’da nasıl ortaya çıktığını incelerken Üçüncü Dünya milliyetçiliğinin aynı anda hem Batı kaynaklı hem de Batı karşıtı olduğunun altını çizer. Üçüncü Dünya milliyetçiliği Batı milliyetçiliğinin temel kurgusunu birebir alır ve bunu farklı bir içerikle sunar. Batı ekonomi, siyaset, dış politika alanında örnek alınmalıdır. Kapitalizm, ulus-devlet, ulusal egemenlik, reelpolitik vs. hiç sorgulanmadan benimsenmeli, Batı devletleriyle yarışır hale gelinmelidir. Buna mukabil ahlak, aile, kültür alanı Üçüncü Dünya milliyetçiliğinin Batı’ya üstünlük tasladığı alandır. Batı yozdur, ahlaksızdır, dinsizdir, bireycidir, maddecidir, maneviyatı yoktur, köksüzdür, sömürgecidir. Üçüncü Dünya ise Davutoğlu’nun kelimeleriyle ulusun “inşa ve ihyasında” vazgeçilmez olan ahlaki ve kültürel kaynaklara sahiptir. Tanzimat edebiyatından bu yana kültürümüzdeki eleştirinin temel hedefinin kendi özüne yabancılaşmış, kadınsılaşmış, aşırı Batılılaşmış, iş birlikçi karakter olması tesadüf değildir. Ahmet Mithat Efendi’nin Felâtun Bey ve Râkım Efendi romanında karikatürize ettiği Batılılaşma meselesi Üçüncü Dünya aydınının egosunu örseleyen bir tema olarak hâlâ ülke gündeminin ilk sırasını teşkil ediyor.

Yıllardır dikkatsiz gözlemcilerin ve ideologların Türkiye’deki siyasetin ana çatışması olarak ele aldıkları Kemalist-İslamcı çatışması bu açıdan ele alındığında aynılık gösteriyor. Her ikisi de Üçüncü Dünya milliyetçiliğinin bir biçimi. İdeolojik görünen çatışmanın nedeni ise düşünsel değil, ekonomik ve politik. Bu bakımdan Kemalizmin kuruluş aşamasında İslamcılığı yutabilmesi, İslamcılığın da çöküş aşamasında Kemalizmi yutabilmesine şaşırmamak lazım. İşçiyi prangalayan ideolojik akımlar olarak aslında madeni paranın iki yüzü gibiler. İki burjuva partisinin çatışmasının hakimiyeti esas olarak işçi muhalefetini etkisiz hale getiriyor. Bu yüzden iktidarı ve sadık muhalefetiyle düzeni bir bütün olarak ele almak lazım. Yenikapı ruhundan Holstein ineğine Milli Mutabakatın özü şudur: Ucuz emek sömürüsüne dayanan sermaye birikimi. İş Bankası’nın da Limak Holding’in de kasasında oturan aynı sermayedir.

BİR POLİTİKA ARACI OLARAK ‘DIŞ TÜRKLER’

Hollanda ve diğer Avrupa ülkeleriyle çıkartılan hırgürde bir kez daha CHP muhalefetinin düzenin ihyasındaki rolü ortaya çıkıyor. Bütün bu gürültüde acaba düzen muhalefetinden bir kişinin bile aklına Avrupa’yla izlenen tırmandırma taktiklerinin orada yaşayan Türkiye kökenlilere nasıl bir maliyet getireceği düşünüldü mü? Ankara’nın diplomatik hamlelerinin Avrupa’da bizdeki milliyetçi-maneviyatçı faşizme benzer bir faşizmi iyice azdırdığı acaba hiç kimsenin aklından geçti mi? Yabancı düşmanlığı kazanının altına odun atıldığı, suyuna tuz ilave edildiği kapalı kapılar ardında ifade edildi mi? Bunların cevabını bilmiyoruz. Ancak Ankara’nın hareketleri ister AKP’li olsun, ister CHP, HDP, MHP’li, Avrupa’da yaşayan bütün Türkiye kökenlileri ve hatta Türkiyeli olduğu zannedilenleri ciddi olarak olumsuz etkileyecek. Bizim faşistlerin bayıldığı “Ya sev ya terk et” naraları yükselmeye başladı bile. Tabii faşizm o kadar çirkin bir ideolojik akım ki kendini aynada görmeye bile tahammül edemiyor: Vay efendim nasıl miting engellerlermiş? Gösteri yapmak isteyenlere polis nasıl hunharca saldırmış? Peh peh peh. Kişilik bölünmesi değilse ucuz ve basit Zübüklükler bunlar! En veciz örneğini de Hollanda’da polise bağırdığı için tutuklanmaktan korkan arkadaşına çıkışan faşist veriyor: “Burası Türkiye mi oğlum?” Doğru ya! Faşistlik sadece bizim hakkımız. Bu Frenkler faşistlik yapmaz… Ya da sen öyle san!

Ailesinin bir kısmı Balkan göçmeni olan bir vatandaş olarak uyarayım: Biz bu filmi çok gördük. Hemen bir örnek vereyim. Hatırlarsınız şimdilerde can ciğer kuzu sarması olduğumuz ve pek yakında Ayastefanos’a abide dikecek olan Moskova’nın uçağını düşürüp, paraşütle inen pilotunu avladıktan sonra Putin’le aramız pek açılmış, “Eeeeey Moskooof” diyerek Putin’e dünyanın kaç bucak olduğunu göstermeye girişmiştik. Bu girişimlerimiz çerçevesinde Ankara Bulgaristan’daki Türkler üzerinden cephe genişletmeye karar vermiştik. Ankara’nın “telkiniyle” (bu lafı geniş yorumlayın, hayalgücünüzü sınırlamayın!) Bulgaristan’ın üçüncü büyük partisi olan Haklar ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) Başkanı Lütfi Mestan 25 Kasım 2015’te Bulgaristan Parlamentosu’nda Rusya’ya karşı tavır alınması doğrultusunda bir konuşma yaptı. Sofya’da Moskof karşıtlığı yaptırmak artık hangi tarihten nasiplenmemiş keskin zekanın projesiyse sonuç Bulgaristan Türkleri için hazin oldu. 17 Aralık’ta HÖH kurucusu Ahmet Doğan partinin bir yemeğinde şu konuşmayı yaptı:

“Sevgili arkadaşlar, herkes en iyi neyi anlıyorsa onu yapsın, ona yaptırılanı veya buyurulanı yapmasın. Bu karmaşık zamanda olaylar öyle bir hale dönüşebilir ki, yıllarca çözemeyeceğimiz sorunlar yaratabilir… Benim için bu bildiri bir gaftı Sayın Mestan…. Böyle bir ortamda herkes ‘beşinci kol’ veya ‘altıncı kol’un desteğini arar. Bu oyunu oynamak isterseniz, bu siyasi bir faciadır. Ben beşinci veya altıncı kol olmak istemem.” 

Mestan’la beraber hareket eden Hüseyin Hafızov’un Doğan’a verdiği tepki ise internette capslenecek kadar şablon:

“Hepimiz orada şok olduk. Bugün Ahmet Doğan yanlısı olan birçok kişi orada rahatsızlığını dile getirdi. Şoke olan belediye başkanları vardı. ‘Bu kadar insan önünde yapılır mı? Bunu burada yapmayacaktı, keşke baş başa konuşsaydı. Lütfi Mestan’a bu kadar kişi önünde eleştiriye ne gerek vardı?’ diye konuşuldu.”

Sonrasındaki gelişmeler muhtelif. Mestan’a yönelik tehdit iddiaları, Mestan’ın Türk Büyükelçiliği’ne sığınması, Büyükelçi’nin Mestan ekibiyle toplantı yaptığı iddiaları, Mestan’ın Doğan çevresi tarafından Genel Başkanlık’tan azledilmesi… Parti liderlerinden Ruşen Rıza 24 Aralık’taki parti toplantısı öncesi Türk Büyükelçiliği’nin müdahalesini şöyle değerlendiriyor:

“24 Aralık 2015’de yapılacak partimiz Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin (HÖH) Merkez Konseyi toplantısı öncesinde, 23 Aralık 2015 akşamı Türkiye’nin Sofya Büyükelçiliği bütün parti yetkililerini, belediye başkanlarını telefon edip Büyükelçiliğe davet etti. Ben daha önceden Büyükelçi ile konuşmuştum, gitmedim. Partimizin iki belediye başkanı ve 3 milletvekilimiz bu toplantıya gitti. Örgütümüz büyük çoğunlukla Büyükelçi’nin toplantısına gitmedi, parti toplantısına geldi. Büyükelçiliğin araması, bütün örgütü davet etmesi, Lütfi Mestan’ın Merkez Konseyi toplantısı öncesi basın toplantısı yapması, tüm bunlar Merkez Konseyi kararlarında etken oldu. Başkaları karışmasaydı, biz sorunumuzu parti içinde halledebilirdik, buraya kadar da gitmezdi. Biz Türkiye konusunda dikkatli davranmaya çalışıyoruz, ne kadar baskı olsa da üzerimizde hiçbir şey sızdırmamaya çalışıyoruz. Bir devletin başka bir ülkedeki partinin işlerine karışması doğru değil bence.”

HÖH içindeki gelişmeleri değerlendirmek bu yazının konusu değil. Bulgaristan’da Türklere karşı uygulanan ayrımcılık, Türklerin Türkiye’nin yabancısı olmadığı bir baskı ortamında siyaset yaptıkları gerçeği başka bir yazıda ele alınmalı. Bu yazıda başvurduğum İrfan Bozan’ın Al Jazeera haber dizisi ilgilenenler için iyi bir başlangıç (Al Jazeera, 7 Nisan 2016,  http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/bulgaristan-turkleri-neden-bolundu). Ancak Ankara’nın izlediği dış politikanın ve “Dış Türkler” diye adlandırılan kesimleri bu politikanın bir aracı olarak değerlendirmesinin sonuçları şu anda Avrupa olanlar açısından çok öğretici: HÖH içindeki bu gelişmeleri Ocak 2016’da faşist Vatansever Cephe Koalisyonu’nun kamu kurumlarında Türkçenin yasaklanması için verdiği yasa tasarısı izledi (Hürriyet, 21 Ocak 2016, http://www.hurriyet.com.tr/bulgaristanda-turkce-yasaklanmaya-calisiyor-40043265). Son olarak HÖH’e karşı tabanda biriken tepkiyi de örgütleyeceği düşüncesiyle Mestan ekibinin kurduğu DOST hareketinin seçim reklamı Bulgaristan Seçim Komisyonu tarafından Türkçe kullanımı nedeniyle yasaklandı. Reklamın ilk planında Türkiye Büyükelçisi Süleyman Gökçe’nin görünmesi yıllardır HÖH’ün de maruz kaldığı dil kısıtlamasına yeni bir boyut ekledi. Elçi, Bulgaristan Dışişleri Bakanlığı’na çağrılıp uyarıldı. 26 Mart’ta gerçekleşecek seçimlere iki hafta kala Seçim Komisyonu şu açıklamayı yaptı:

“26 Mart 2017’de gerçekleştirilecek erken parlamento seçimleri ulusal önemde bir olaydır ve yabancı ülkelerin katılımıyla gerçekleşen dış müdahale ve teklifler kabul edilemez.”

(The Sofia Globe, 13.03.2017, http://sofiaglobe.com/2017/03/13/bulgarian-election-commission-bans-showing-of-mestans-dost-video-because-of-turkish-sub-titles)

Görüldüğü gibi Ankara’nın Moskova’yla ilişkileri düzeltmesine rağmen Bulgaristan siyasetinde Türklere verdiği zarar kalıcı oldu. Türkiye Büyükelçisi’nin seçim kampanyasında poz vermesi Türkçenin yasaklanmasını savunan Bulgar milliyetçileri için “Allah’ın bir lütfu” oldu. Şimdi Avrupa’daki Türkiye kökenliler AKP’nin rejim inşasının kurbanı olmak üzereler. CHP de Yenikapı ruhuyla sahnede saz heyeti kontenjanından yer arıyor (tabii bu sefer kendisine yer gösteren yok, bulduğu yere çömecek). Yıllarca Türkiye’de rehin muamelesi gören azınlık haklarına karşı pazarlık unsuru yapılan Balkan Türkleri açısından yeni bir durum yok aslında. Emeğiyle kazandığı dövize göz dikilen Avrupalı gurbetçiler için de. Belki de o bakımdan AKP’yle CHP’nin uyumuna şaşırmamak lazım. Ha inek ha soydaş! İkisi de hiçbir sorumluluk taşımayan bir politikanın aracından başka bir şey olarak görülmedi, görülmüyor.

ÖNCEKİ HABER

Kara kış ne kadar inat ederse etsin; bahar gelir!

SONRAKİ HABER

Yeni dönemde Çin-ABD ilişkilerinin seyri

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...