18 Mart 2017 01:25

Referandumun sınıfsal niteliği

Nilgün Ongan, Evrensel'in Toplu İş Sözleşmesi ekine referandumun sınıfsal niteliğini yazdı.

Paylaş

Nilgün ONGAN

AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana gerek yeni anayasa tartışmaları gerekse, başta adalet sistemi ve yargıya ilişkin düzenlemeler olmak üzere, yapılan pek çok kurumsal değişiklik vesayetçi düzen ve darbelerle mücadele etme gerekçesine dayandırıldı. O kadar ki; iktidar politikalarına karşı çıkan muhalif kesimlerin tümü, neredeyse ayırt edilmeksizin, “darbeci” ve “vesayetçi” ilan edildi. 

Buna karşılık tüm ülkenin üzerine çöken 15 Temmuz karanlığı, “darbeci” ilan edilen muhaliflerden değil eski yol arkadaşlarından geldi. 

Ancak siyasal iktidar -defalarca “hata yaptık” demiş olmasına rağmen- siyaset yapma tarz ve üslubunu başarısız darbe girişimi sonrasında da değiştirmedi. Gündemde yine bir referandum var ve muhalifler oy tercihleri dolayısıyla yine “darbeci” ve “terörist” ilan ediliyorlar. 

Referandum süreçlerinin, darbelerle mücadele tartışması ve oy tercihleri dolayısıyla muhalefete yöneltilen anlaşılması imkânsız bu ithamlar dışında bir ortak özelliği daha var. O da, yapılması planlanan değişikliklerin sınıfsal sonuçları itibarıyla ne iktidar ne de muhalefetin gündeminde yer alması.

Öyle ki; sendikal haklara ilişkin bir dizi düzenlemenin yer aldığı 2010 yılındaki anayasa paketi bile esasen yargıya ilişkin düzenlemeler ve HSYK’nın yapısına odaklanırken, işçi sınıfı ve emekçiler bu anayasa tartışmalarının bile merkezinde yer alamadılar. 

Bununla berber sendikal haklar konusunda yapılan yeni düzenlemelerin bir kısmının biçimsel nitelikte kaldığını, bir kısmının uygulanma imkânı bulamadığını ve en önemlisi de; 12 Eylül rejiminin grev hakkı bakımından getirdiği kısıtlamaların yeni pakette büyük ölçüde muhafaza edilmiş olduğunu da hatırlamak gerekiyor. 

Çok açık ki; herhangi bir kurumsal düzenlemenin sınıfsal niteliğini değerlendirebilmemiz için o düzenlemenin çalışma koşulları, örgütlenme özgürlüğü ya da ücret hakkı gibi doğrudan emek gücü piyasalarını ilgilendiren hükümler içermesi gerekmiyor. 

Burjuvazinin, işçi sınıfı gibi devlet aygıtını da denetim altında tuttuğu kapitalist sistemde yapılan siyasal ya da hukuksal herhangi bir düzenlemenin sınıf kimliğinden azade olmadığı aşikâr. Bununla beraber belli sermaye gruplarıyla devlet arasında zaman zaman yaşanan bazı gerilimlerin, genel olarak burjuvazinin sınıfsal çıkarlarını hedef almak gibi bir işlev ve niteliği olmadığı da çok açık. 

Dolayısıyla özellikle iktidar sözcülerinin kamuoyuna son derece popülist bir dille duyurduğu bu gerilimlerin sınıfsal güç dengesini değiştirebileceğini düşünmek de, oldukça beyhude. Kaldı ki; bu gerilimlerin güçlendirilmiş sermaye güvenceleri çerçevesinde çoğu zaman hızla tatlıya bağlandığına ve gerginlik dönemindeki popülist söylemin ise yerini hamasete bıraktığına defalarca tanık olduk. 

Bu bağlamda gündemdeki anayasa değişikliğinin de gerek ideolojik niteliği gerekse tartışma biçimi bakımından öncekilerden bir farkı yok. Değişikliğe destek veren ve karşı çıkan egemen kesimler arasındaki “amansız demokratikleşme yarışı”nın ortak noktası ise her ikisinde de işçi sınıfına yer olmaması.

Siyasal iktidarın gündemdeki değişiklik konusundaki temel yaklaşımı “Devlet yönetimini muhtemel krizlerden koruyacak daha güçlü bir sisteme duyulan ihtiyaç”. Bu bağlamda en sık vurgulanan argüman ise seçilmiş başbakan ve seçilmiş cumhurbaşkanı arasında oluşması muhtemel çift başlılık sorunu. Buna karşılık ana muhalefet ise önerilen sistemin, özellikle de yetkilerin tek elde toplanacak olması itibarıyla, işleyişte yol açacağı sorunlara dikkat çekiyor. 

Ancak burada bir parantez açarak her iki tarafın da, 2014 yılında savundukları argümanlarla oldukça ironik bir çelişki içinde bulunduğunu da hatırlatmamız lazım. Zira Cumhurbaşkanı’nın TBMM tarafından değil de, halk tarafından seçilmesi gündeme geldiğinde, bunun çift başlılık yaratacağını savunan ana muhalefet, bugün Başbakan’ı varlığının sorun olmadığına ikna etmeye çalışıyor. Buna karşılık iktidar partisi ise o dönemde, Başbakan gibi Cumhurbaşkanının da seçilmiş olması halinin bir çift başlılığa yol açmayıp,  “milli irade” karşısındaki devlet hegemonyasını ortadan kaldıracağını savunurken bugün ise çift başlılık sorununun devlet güvenliği açısından yol açacağı risk ve krizlerden yakınıyor.

İşte toplumsal çelişkinin nesnel temellerinden kopuk siyasi tartışmaların makûs talihi(!) 

Öte yandan meselenin sınıfsal boyutunu ortaya koyabilmek için kapitalizmin işleyiş kuralları çerçevesinde derin ideolojik analizler yapmaya da gerek yok aslında. “Türk tipi başkanlık sistemi” tartışılmaya başlandığı günden itibaren yapılan açıklamalar bu bakımdan oldukça aydınlatıcı.

Mesela memleketin bir “anonim şirket” gibi yönetilmesi hülyasını ve buna karşılık burjuvazinin “sermayenin güvenliğinin sağlanması halinde rejimin adının ne olacağının çok da önemli olmadığı” yolundaki açıklamalarını hatırlayalım. Veya nicedir patronların göz koyduğu kıdem tazminatı hakkındaki düzenlemelerin, referandum sonrasında hayata geçirileceğinin Çalışma Bakanı tarafından muştulanmış olduğunu. 

“Yargı çoğu zaman sermayeye ayak bağı oluyor” yaklaşımından kiralık işçilik bürolarının yasalaşmasına, İşsizlik Sigortası Fonundan sadece işsizlerin yararlandırılmamasından tutun da hak temelli sosyal politikanın tasfiyesine ya da patronlara yağdırılan teşvik ve vergi muafiyetlerine kadar yürürlükteki pek çok politika, önerilen sistemin vaat ettiği “istikrar”ın sınıfsal kodlarını görebilmek açısından oldukça aydınlatıcı. 

Öte yandan kararnamelerle yönetilmesi mümkün hale getirilen bir devlet sisteminin emekçiler açısından ne demek olduğunu ise hali hazırda yaşayarak öğreniyoruz zaten: Sorgusuz fesih, genişleyen grev yasakları ve işçi televizyonunun karartılması. 

ÖNCEKİ HABER

11 bin belediye işçisinin gözü sözleşmede

SONRAKİ HABER

Autoliv işçileri bu kez daha kararlı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...