18 Şubat 2017 00:25

Avrupa’da sol ve seçimler tartışması

Avrupa'nın Gündemi'nde bu hafta AB'de yer alan iki çekirdek ülke Almanya ve Fransa’da seçim yapılacak olması yer alıyor.

Paylaş

Avrupa Birliği’nin en güçlü ve çekirdek iki ülkesinde bu yıl seçim yılı. Almanya ve Fransa’da iktidara gelecek güçler, sermayenin ihtiyaçlarına bağlı olarak AB’nin geleceğini belirleyecekler. İlerici güçler de, seçimlerin sınıf mücadelesinde nasıl değerlendirilmesi gerektiğini tartışıyor. 

SOL İKTİDARLAR MESELESİ

Alman Neues Deutschland gazetesine Florian Wilde, kimi sol ve ilerici güçlerin geçmişte verdikleri sistemi değiştirme mücadelesinden vazgeçerek sosyal demokratlarla yaptıkları ittifakların, sınıf mücadelesi açısından yarattığı durumu ele aldı. 

Fransa İşçileri Komünist Partisinin (PCOF) yayın organı La Forge ise var olan adaylar arasında tercih yapmanın, sermayenin saldırılarını püskürtebilecek siyasi ve toplumsal cephenin oluşturulmasına hizmet etmeyeceği tartışılıyor. 

AVRUPA’DA SİLAHLANMA

Öte yandan NATO savunma bakanları toplantısında ABD’nin yaptığı “silahlanma” çağrısı da önemli gündemler arasında. İngiltere’nin kurumsal çizgisinden şaşmayan The Guardian gazetesi de bu hafta Avrupa’nın savunma konusunda “yeterli harcamama yapmaması”nı ele aldı. Gazete, Avrupa ülkelerinin yaşadığı “tehlike”nin ciddi olduğunu ve bu yüzden askeri yatırımlarını genişletmesi gerektiğini savundu.

SEÇİMLER İKTİDAR SORUNUNU ÇÖZMÜYOR

La Forge 
Başyazı

Sağda, Cumhurbaşkanlığına dört ay kala, kafa karışıklığı egemen. Ön adaylık yarışmasını kolaylıkla kazanan adayların seçimleri de kolaylıkla kazanacağı var sayılırken, kamu bütçesinden aldığı bol miktarlarla eşi ve çocuklarına ödeme yaptığının ortaya çıkmasıyla kampanyası baltalanan Fillon’un, adaylığının geri çekilmesi gündeme geliyor. Belki de hakimler, sonuçta bir suç işlenmediği sonucuna varırlar, fakat sürekli eleştirdiği üç kağıtçı hilekarların tersine ‘süt gibi ak’ siyasetçi imajı artık çatladı. (...)

Sosyalist Parti düzeyinde ise, (5 yıl boyunca) yürütülen politikalarla kendi aralarına en azami düzeyde mesafe koymak isteyenler ile Hollande-Valls-Macron-El Khomri’lerin yürüttüğü politikaların bilançosunu üstlenenler arasındaki bölünme daha az düzeyde değil. 
Sorulması gereken soru, cumhurbaşkanlığı seçimleri ve başlayan kampanya, neoliberalizmle kopma mücadelesini ilerletiyor mu sorusudur. 

2012’de Sol Cephe’ye dair olarak ve kapitalist emperyalist sistemle kopması için azami düzeyde ilerlemesine yönelik mücadele yürüterek bu soruya olumlu cevap vermiştik. Ama artık aynı yerde değiliz. İki konuda gelişmeler yaşandı. Bir yandan patronlar, burjuvazi cephesinde bütün karşı reformlar hayata geçirildi ve bunlar işçi sınıfı ve emekçilerin daha fazla sömürülmesinin olanaklarını arttırırken ve daha fazla zenginlik; ünlü CİCE yasasında olduğu gibi, vergi muafiyetleri ya da düşürülmeleri ile, onların ceplerine aktarıldı. Bu karşı reformlar, neoliberal politikaların yürürlüğe geçmesine katılan sınıf iş birlikçi sendikaların gücünü de arttırdı. Son olarak ise el Khomri iş yasasına karşı mücadelede sendikacı, genç militan ve her türlü toplumsal mücadele yürütenlere karşı açılan dava ve cezalandırmaların da açıkça gösterdiği gibi, devlet, elindeki polis şiddetini ve yargıyı seferber ederek sermayenin çıkarlarını savunuyor. 

İşçiler cephesinde, sınıf bilinci daha da arttı ve birçok önemli alanda sistemle tamamen kopmanın gerekliliğinin bilinci açıkça ortaya çıktı. El Khomri iş yasasına karşı mücadeleden çıkarttığımız bilanço budur. Bunlara bir de kapitalist sistemin krizinin derinleştiğini, kitlesel işsizliğin yüksek seviyesini, kitlelerin yoksullaşması ve emek üretkenliğini ölçüsüz besleyen kapitalistler arası rekabetin artmasını eklemek lazım. 

Uluslararası durumda emperyalist ülkeler arası çelişkilerin keskinleşmesi, gerginliklerin artması olarak yankısını buluyor. Mevcut durumun bu çok özet tablosu, neoliberalizmle kopmak için art arda hayata geçirilen karşı reformların “çözülmesinin” yeterli olmadığını gösteriyor. Sistemin çelişkilerinin keskinleştiği bu koşullarda işçi sınıfı, emekçi kitleler lehine hiçbir ilerleme, güçlü bir güçler dengesi sağlamadan mümkün değildir. Bu, sorunun giderek iktidar sorunu olarak gündeme geldiği anlamına geliyor: Bu sistemde, toplumda kim iktidarda? Kuşkusuz sermaye. 

Buradan da ikinci soru gündeme geliyor: Peki işçi sınıfı, emekçi kitleler kendileri lehine kullanmak için iktidarı nasıl ele geçirebilirler? Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve seçim kampanyası bu sorunu çözer mi? Hayır. Seçimleri kazanma bahsettiğimiz iktidarın ele geçmesini sağlamaz. 1981 seçimleri ve daha sonraki tüm kombinasyonlar bunu kanıtladı. Bugün sınıf çatışmaları daha da derin olmasına karşın, seçimler bu soruyu ortaya koymadığı gibi, Sosyalist Partiyi hâlâ bir toplumsal mücadele gücü olarak gören oluşumlarla “solun yeniden kompozisyonu” üzerine ve (iktidarda olan partinin) bu kompozisyonda yerinin olduğunu savunanlarla tartışma ve müzakerelere yürütmeye hapsediyor. 

Bunu yaparak da, sınıflar mücadelesinin bugünkü koşullarında sermaye ve araçlarını püskürtebilecek siyasi ve sosyal gücü, cepheyi oluşturmaya yönelik yürütülmesi gereken ciddi çalışmayı engelliyor. (İlerici güçlerin) programlarında bulunan birçok şey, “Ne istiyoruz” bölümünde ifade edilenlerin çoğu doğrudur çünkü işçi ve emekçi hareketinin mücadele ettiği taleplerin ifadesidir. Fakat buralarda bahsedilmeyen bir konu var, o da, geçen beş sene içinde daha da “güçlenen” ve krizin derinleşmesinden dolayı kâr hırsında daha agresifleşen sermayeye tam da bu talepleri dayatabilecek gücün nasıl inşa edileceği sorunudur. 

Zira kapitalist sistemin motoru, temsilcilerinin, sistemin “direksiyonunda” bulunanların verdikleri kararların yönünü belirleyen tam bu kâr hırsıdır. 

Partimiz (PCOF), günlük mücadelelerde, sınıf mücadelesinin farklı cephelerinde giderek daha fazla iç içe geçmiş ulusal ve uluslararası düzeyde bu bilincin artması için mücadele yürütüyor. Bundan dolayı, kararlı bir şekilde, krizde olan bu sistemle devrimci kopuşu öne çıkartıyoruz. İşçileri, emekçileri, kadın ve erkekleri, genç ve yetişkinleri bizimle bu mücadeleyi yürütmeye çağırıyoruz. 

* Fransa İşçileri Komünist Partisi aylık merkezi yayın organı
(Çeviren: Deniz Uztopal)

AVRUPA’DAKİ SOL HÜKÜMETLER BAŞARISIZ OLDU

Florian WILDE 
Neues Deutschland

Sol partilerin bir hükümete ortak olmaları, bazı reformları yapma ve var olan sistem içinde iyileştirmelere yol açmanın en kolay yolu olarak görülüyor. Bazen bu sayede neoliberalizmle mücadelede başarılı olacağı umudu yayılıyor. Genellikle de kötünün iyisi mantığıyla yola çıkılıyor: Eğer sol, bir hükümete katılırsa çok kötü şeyler yapılamaz. Saldırılar yumuşatılabilir ve en azından aşırı sağın katılımıyla bir hükümet kurulması engellenir. 

Hükümetlere katılım sayesinde halk için sol partilerin ne kadar önemli olduğunun anlaşılacağı ve sola ilginin artacağı da umut ediliyor. Ancak son 25 yılda Avrupa’da yapılan deneyler bunun hiç de öyle olmadığını gösteriyor. 

İTALYA’DA RIFONDAZIONE COMUNISTA

2000’li yılların başında İtalya’daki Rifondazone Comunista (PRC), Batı Avrupa’nın en güçlü komünist partisi ve Avrupa’daki sol partilerin umudu idi. Ülkenin komünist geleneğinin içinden çıkmış, tarihine eleştirel bakan, parti içinde eleştiri-öz eleştiri mekanizmasını çalıştıran yapısıyla tüm kıta için genç, radikal bir sol parti modeli oluşturuyordu. Cenova’daki emperyalist küreselleşme karşıtları eyleminin motoruydu, 15 Şubat 2003’te Roma’da üç milyon insanı sokağa dökmüştü. 2006-2008 yılları arasında PRC, daha kötü olmasını engellemek için orta-sol bir hükümete katıldı. Silvio Berlusconi’nin geri dönüşünün mutlaka engellenmesi gerekiyordu. PRC, tarihi bir görev olarak koalisyon ortağı oldu. Başlangıçta kısıtlamalara, Lübnan ve Afganistan’a asker gönderilmesine karşı çıkan PCR, birdenbire ikisine de onay verdi. Aynı Karl Liebknecht’e yapılan gibi PCR’li iki senatör, Afganistan’a asker gönderilmesine karşı oldukları için partiden atıldılar. Halk hareketinin partisi, hükümet partisi haline geldi ve neoliberal politika PCR ile sürdürüldü. 

Sonuç felaketti: İki yıl içinde Berlusconi Hükümeti geri geldi. PCR, parlamentoya giremedi, 1945’ten beri ilk kez komünist partisiz bir meclis vardı artık. Sol, halkın sorunlarına sahip çıktığı, çözüm sunduğuna duyulan inanç kayboldu. Aşırı sağ protesto hareketleri sempati toplamaya başladı ve Beş Yıldız Partisi epey oy topladı.  

FRANSIZ KOMÜNİSTLERİ

Bundan çok kısa süre önce Batı Avrupa’nın büyük sol partilerinden Fransa Komünist Partisi (FKP) hükümet ortağı olarak nasıl güçsüzleşileceğinin örneğini göstermişti. FKP, 1997 yılındaki seçimlerden yüzde 9.9 oy alarak çıktı. Sosyal Demokrat Lionel Jospin tarafından yönetilen, başlangıçta epey umut yayan Kızıl-Kızıl-Yeşil koalisyonu kuruldu. Bu hükümet, 35 saatlik iş haftası gibi reformlar da yaptı ama Fransa’daki en kapsamlı özelleştirmeler ve Sırbistan’a yönelik NATO savaşına katılım, bu koalisyon döneminde gerçekleşti. 2002 seçimlerinde FKP’nin oy oranı yüzde 4.8’e indi. Melenchon’un partisi Parti de Gauche (Sol Parti) ile ortaklık bile birliğin oy oranının yüzde 6.9’da kalmasını engelleyemedi. 

KUZEY AVRUPA

İzlanda’da 2009’daki krize bağlı olarak halkın tepkisini seslendirebilen Sol-Yeşil Hareket (LGB), yüzde 21.7 oy aldı ve hükümet ortağı oldu. Diğer Avrupa ülkelerindeki banka kurtarma paketlerinin tersi bir uygulama ile söze çarpan İzlanda’da neoliberal çizgi kırılamadı. LGB, ülkenin NATO ve AB’ye üye olmasına karşı çıkarken ortağı olduğu hükümet AB’ye üyelik başvurusunda bulundu. 2013 seçimlerinde LGB’nin oy oranı yüzde 10.9’a düştü. Panama Belgeleri ile başlayan yeni kriz döneminde parti muhalefette kalmayı tercih etti ve son seçimlerden yüzde 15.9 oy oranıyla çıktı. 

Diğer İskandinav ülkelerindeki sol partiler de benzeri deneyleri yaptılar. Norveç Sosyalist Sol parti, 2005-2013 yılları arasında hükümet ortağı oldu ve oy oranı yüzde 8.8’den yüzde 4.1’e düştü. İsveç’te Sol Parti, AB’yi eleştiren bir seçim kampanyasıyla 1998’de yüzde 12 oranında oy aldı. Daha sonra da oy oranını arttırdı. 2008’de hükümete katıldı ve 2014’te oy oranı yüzde 5.6’da kaldı. Danimarka Sosyalist Halk Partisi 2007 seçimlerinde yüzde 13 oy almıştı. Hükümete katıldı ve 2015 seçimlerinde yüzde 4.2 oranında oy aldı. Finlandiya’daki durum pek dramatik olmadı. Burada sol birlik 1995’te yüzde 11.2‘lik oy oranıyla bir gökkuşağı koalisyonunun (sosyal demokratlar, muhafazakarlar, Yeşiller) ortağı oldu. 2003 yılında partinin oy oranı yüzde 9.9 oldu. 2011’de yüzde 8.1 oy oranıyla yine hükümet ortağı oldu ama politik çizgisini tasvip etmediği için koalisyondan ayrıldı ve 2015’te daha fazla kaybetmeden  7.1 oy aldı. 

EN GÜÇLÜ PARTİ OLMAK DURUMU DEĞİŞTİRİR Mİ?

Eğer bir sol parti, hükümetteki en güçlü ortak ise durum değişir mi sorusuna en iyi cevap Yunanistan’dan geldi. SYRIZA Hükümeti de Troyka’ya boyun eğdi. Neoliberal politikalar, belki de öncekinden daha sert sürdürüldü. Partiden büyük kopuşlar oldu, 2015 seçimlerinde yüz binlerce oy kaybetti ve anketler oy oranının düşmekte olduğunu gösteriyor. 
Güney Kıbrıs’ta da durum aynıydı. 2008’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ilk kez bir komünist cumhurbaşkanı oldu. Ülkenin en güçlü komünist partilerinden AKEL tarafından başı çekilen bir hükümet kuruldu. Avrupa’nın ve Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) baskısıyla korkunç bir kısıtlama politikası uygulamaya sokuldu. Yeni başkanlık seçimlerini komünistler yüzde 10 gibi çok kötü bir oy oranıyla kaybettiler. AKEL’in oy oranı ise hafif arttı. 

Grönland’da 2009 yılında sol sosyalist Inuit-Ataqatigiit- Partisi yüzde 43.7’lik büyük bir başarı elde etti. Hükümeti kurdu ama vadettiği reformları gerçekleştiremedi. 2013 yılında oy oranı yüzde 34.4 oldu ve hükümetten ayrıldı. 

GÜÇSÜZ BİLANÇO

Görüldüğü gibi son 25 yılda hiçbir sol parti hükümet ortağı olarak neoliberal politikalardan vazgeçilmesini sağlayamadı. Hatta en azından durum daha kötüleşmez mantığı bile başarılı olmadı. Genelde tam tersi oldu. Yerine getirilemeyen vaatler sola duyulan güveni azalttı ve sağ popülist ve faşist partiler demagoji yaparak oy oranlarını arttırdılar. 

Hükümet ortağı olan sol partilerin başarısızlık nedenlerini dönemimizin toplumsal güçler dengesinde aramak zorundayız. Sermaye, neoliberalizm döneminde solun yalnızca parlamentoda oturarak veya hükümet ortağı olarak etkili olamayacağı bir güce erişti. Yukarıdaki örnekler sol reformcu politikanın hükümet ortağı olarak toplumsal adaletsizliği ve sermayenin baskılarını yok edemeyeceğini ve solu güçlendiremeyeceğini ortaya koydu. Avrupa solu toplumsal değişimi dönüşümü sağlamak için alternatif stratejiler oluşturmalı. Partiler, toplumsal hareketler, sendikalar, kadın ve gençlik örgütleriyle birlikte mücadele etmek zorundalar.

arlamento dışı mücadele, sermayeye geri adım attırırsa egemenler gelecek korkusu içinde uzlaşmaya da hazır olacaklardır. 
(Çeviren: Semra Çelik)

AVRUPA’NIN SAVUNMASI TEHLİKEDE

The Guardian
Başyazı

Pazartesi Washington’daki gelişmeler olmasaydı bile, bu hafta Avrupa’nın savunma planlaması için yine de çok önemli bir hafta olacaktı. Avrupa’da yeni bir ABD hükümetinin katılımı ile gerçekleşen büyük ittifak toplantıları, savunma stratejisini tekrar şekillendirmek için yeni bir fırsat sunuyor. Beyaz Saray’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn’in de işten atılması, askeri riski artırıyor. Trump Hükümetinin Rusya ile ilişkileri hakkında yeni belirsizlikler ortaya çıkarken, zaten gergin geçmesi beklenen görüşmeler, Hollywood benzeri casus gerilim filmi tadında geçecek.

Rusya ile ilgili sorun, Trump yüzünden göz ardı edilmemeli. Son 3 yıldır, Vladimir Putin’in başkanı olduğu Rusya, Kırıma saldırdı, Ukrayna’da iç savaşı teşvik etti, Baltık ülkelerine baskı yaptı, NATO hava, deniz ve siber savunmalarını zorluyor, ve geçen sene Amerika’da yaptığı gibi şimdi de Avrupa’nın seçimlerine burnunu sokuyor. Bu sahte değil. Gerçek.

(...) ABD’nin Yeni Savunma Sekreteri General James Mattis, atanmasından sonra çarşamba günü ilk defa Brüksel’deydi. Mattis, Avrupa’da tecrübeli bir profesyonel olarak biliniyor ve Amerikan başkanının çok uluslu birlikler konusundaki sallantılı görüşlerini paylaşmıyor. Yine de NATO toplantısında sert bir mesaj verdi. Avrupa’nın çıtayı yükseltmesi gerektiğini ve savunmaya daha fazla harcama yapması gerektiğini açıkça ifade etti.

(...)
Cuma günü (dün) mekan Brüksel’den Münih’e taşınacak. Hafta sonu, ahmakların Oscar’ı olarak bilinen ve de yıllık düzenlenen güvenlik konferansı gerçekleşecek. Avrupa’nın ve NATO kurumların tümünün yanı sıra Sekreter Mattis ve Yardımcı Başkan Mike Pence’nin de Münih de olmaları bekleniyor. Güvenlik harcamalarıyla ilgili Washington ve Avrupa devletleri arasındaki söz düellosunun devam etmesi bekleniyor.

Esas meselenin ciddiye alınası gerekiyor. 2006’da NATO tarafından belirlenen GSYİH’nin yüzde 2’sinin savunmaya harcanması hedefine 28 üye ülkenin arasında sadece 5 ülke ulaştı. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü tarafından yapılan araştırma, ülkelerin savunma harcamalarının yüzde 2 miktarının çok altında olduğunu ve sadece ABD, Estonya ve Yunanistan’ın bu hedefe ulaştığını söylüyor. 

Yüzde 2 rastgele belirlenmiş bir hedef. Verimi ölçmek yerine harcanan miktarı değerlendiriyor. Bazı ülkeler harcamalarını yüksek gösterebilmek için emekli maaşlarını da buna dahil ediyor. Bazı ülkelerin kemer sıkma siyasetinin gerçekleştiği bu süreçte daha fazla askeri harcamayı yapmak için maddi gücü yok. 

Avrupa’nın NATO içinde, (yaşanan tehlikeye karşı) daha koordineli ve daha fazlasını yapması gerekiyor. 

(Çeviren: Çağdaş Canbolat)

ÖNCEKİ HABER

Kramp grubunun bas gitaristi Nezih Onur hayatını kaybetti

SONRAKİ HABER

Vizyonda bu hafta (17 Şubat 2017)

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...